TÜBİTAK’ın reddettiği projenin dünyada birinci seçildiği, çoğunluğun evrim teorisi ile ilgili tek “bilgi”sinin “insanın maymundan gelmediği” olduğu, TÜBİTAK’ın evrimle ilgili kitaplarını artık ancak sahaflardan bulabileceğimiz şu günlerde, Boğaziçi Üniversitesi ne güzel bir kitap çıkarmış: Paleontoloji ve Evrim: Felsefi Bir Yaklaşım. Derek Turner’in yazdığı kitap okuyucuyu bitmeyecek bir yolculuğa çıkarıyor!
Bitmeyecek bir yolculuk diyoruz, zira okuyucu bu kitapta belli sorulara kesin yanıtlar vermek yerine; sorular üzerine geniş, kuşatıcı bir yaklaşımın sergilendiğini görecektir. Soru-yanıt diyalektiği içinde, her yanıtın yeni bir soru doğurabildiğini, dahası yeni bir soruya dönüşebildiğini görmek, kitabı bir an önce bitirme isteğini artıyor kesinlikle. Zira bu yaklaşım kitabın alt başlığından da kendini sezdiriyor: Felsefi bir yaklaşım. Kitap, bilim felsefesine, özellikle de evrim teorisi-paleontoloji ilişkisinden yola çıkarak, yapılan bir katkı olarak görülebilir.
Biyolojide evrim teorisinin ilk ortaya atan kuşkusuz Charles Darwin değildi. Ona gelene kadar Lamarck, Buffon, Erasmus Darwin hatta Goethe(evet Goethe!), daha da geriye gitmek istersek, Milet’li Antikçağ filozofu Anaximandros’a kadar uzanan bir tarihsel süreçte evrime ilişkin birçok görüş ortaya atıldığını görürüz. Ancak ne olduysa Charles Darwin’in 1859’da Türlerin Kökeni’ni yayınlamasıyla oldu. Zira Darwin özellikle Beagle adlı gemide, 5 yıl boyunca, dünyanın birçok yerini dolaşma imkanı bularak elde ettiği örneklerin de etkisiyle, yepyeni ve bütünsel bir görüş ortaya atıyor, türlerin zaman içinde çevresiyle uyum içinde değişip evrimleştiğini ya da yok olduğunu, bütün canlı varlıklar arasında uzak ya da yakın akrabalık ilişkileri kurulabileceğini dile getiriyordu
He türlü sınanmaya (doğrulanmaya ya da “yanlışlanma”ya) açık olan Darwin’in bu teorisi, günümüze kadar yüzlerce belki de binlerce sınavdan geçti. Evrim teorisi, özellikle Mendel’in genetik kanunları, modern (sentezci) evrim yaklaşımı, tür kavramına yaklaşım gibi birçok yan etken sayesinde bugün, biyolojide tek geçerli görüştür. Tabii bilimsel anlamda!
Öyle ki, modern biyolojide, yolu evrim teorisinden geçmeyen hiçbir görüş, açıklama ciddiye alınabilir değildir. Embriyolojide, sistematikte, biyoçeşitlilikte, ekolojide, paleontolojide vb. bilimlerde evrim teorisine atıfta bulunmadan yapılan açıklamalara kuşkuyla bakılır.
Bilim dünyasında evrim olgusunun gerçekliğine ya da evrim teorisinin geçerli tek doğru açıklama olduğuna ilişkin görüş birliği olduğu ne kadar gerçekse, tartışmaların sürdüğü de bir gerçektir. Tartışma derken tabii ki söz konusu olan “şimdi biz maymundan mı geliyoruz?” türlü zırvalar değil, bir çeşit “iç” tartışmalardır: Tedrici değişim mi kesintili denge mi daha açıklayıcıdır? Her iki modelin de geçerli olabileceği aynı/farklı evrimsel dönemler olamaz mı? Fosillere ilişkin geleneksel bakış açımız ne kadar doğrudur? Evrim hep ileriye doğru mu işler? Evrimi tetikleyen mekanizmalar nelerdir? Biyolojik tür kavramı yeterince açıklayıcı mıdır?
Derek Turner’in “Paleonotoloji ve Evrim: Felsefi Bir Yaklaşım” adlı kitabı işte bu sorular etrafında, evrim teorisi-paleontoloji ilişkisini bilim felsefesine yaslanarak inceliyor. Üstelik kesin yargılar vermek yerine okuyucuyu da tartışmaların içine katıyor, okuyucuya yazarla birlikte düşünme imkanı sağlıyor
Geleneksel yorumlamadan bir kopuş: Kesintili Denge Modeli
Stephen Jay Gould ve Niles Eldredge’in 1972’de yayınlanan, “Soyiçi Tedriciliğe Bir Alternatif: Türleşme ve Kesintili Denge” adlı makalelerinde önerdiği evrimleşme modeli, paleontolojide radikal bir yorum olarak ortaya çıkar. Turner, özellikle bu model üzerine eğilerek tartışır konuyu.
Kesintili Denge modelinin radikal bir yorum olmasının nedeni Darwinci, klasik “tedrici değişim” mantığına karşı çıkmasıdır. Tedrici, yavaş yavaş, değişim anlayışı, özetle, türlerin çeşitli mekanizmalarla(doğal seçilim, genetik sürüklenme, mutasyon, coğrafi dağılım vb.) milyonlarca yıl boyunca değiştiğini, çevresine uyum sağlayan türlerin(o türe ait bireylerin değil!) başka türlere dönüştüğünü dile getirir. Başka bir deyişle, hayatta kalmak için avantaj sağlayan kazanılmış yeni özelliklerin milyonlarca yıl boyunca birikmesi, ortaya başka bir tür çıkarır.
Evrim teorisini destekleyen, teoriye katkı sunan birçok bilimin içinde(konumuz bağlamında) paleontoloji/fosilbilim de büyük bir önem taşır. Fosil, kitabın son bölümünde görüleceği üzere, baktığımız yere ve bakma biçimimize göre birçok anlama gelebilen bu terim olsa da, genel olarak geçmişte yaşayan canlılara ilişkin ya organik kalıntılar ya da yok olan bu organik kalıntıların yeryüzündeki tabakalarda bıraktıkları iz’lerdir. Şu an elimizde yüz binlerce fosil bulunuyor olsa bile, canlılardan geriye fosil kalması çok zor gerçekleşebilen bir durum. Zira yerkabuğunda gerçekleşen birçok fiziksel-kimyasal değişim canlı kalıntılarının birçoğunu yok edebiliyor. Buna karşın yine de aynı/farklı tabakalarda birbirine evrilen türlere ilişkin tam ya da parçalı halde fosiller bulunabiliyor.
Klasik, tedrici evrim yaklaşımında fosillerin önemi büyüktür. Fosiller herhangi bir türe ait kalıntılar içerebildiği gibi, ara türlere(geçiş formu, geçiş türü, kayıp halka gibi adlarla da anılır) ilişkin kanıtlar sunar. Ara tür kavramının ne olduğu tartışmaları sürse de(örneğin kimi bilimcilere göre tüm dinozorlar kuşağı bir geçiş türleri kuşağıdır, yani koca bir Mezozoik dönem!), genel olarak, iki farklı türün özelliklerini de barındıran türleri ara tür olarak adlandırabiliriz. Örneğin Archeopteryx (1860) gibi hem sürüngen hem de kuş türlerine özgü özellik gösteren canlılar ya da Tiktaalik (2006) gibi sudan karaya geçiş özellikleri gösteren canlılar.
Tedrici evrimde eksik geçiş fosilleri hep bir tartışma konusu olmuştur. İşte Kesintili Denge modeli, eksik fosiller konusunda bambaşka bir yorum getirerek, fosillere “bakma biçimi”nin kendisini bir sorun olarak ortaya koymuştur.
Bir “bakma biçimi” olarak Gestalt kayması
Turner, Kesintili Denge’yi, modelin kalbi olarak gördüğü Gestalt Kayması üzerinden anlatır. Gestalt Kayması, bir bakma, algılama ve görme biçimidir. Buna göre bir nesneye, duruma ya da olaya bakma biçimimiz, ne gördüğümüzü, ne algıladığımızı belirler. Fosiller söz konusu olduğunda, model, bize başka bir yerden bakmamızı önerir. Bulunamayan fosillere ilişkin tartışmalarda Gould ve Eldredge soruyu değiştirirler:
Aradığımız fosiller ya hiçbir zaman oluşmamışsa? Bu “olmayan ” fosiller, bize başka bir şey anlatıyor olamaz mı? Ya türleşme tedricen değil de, patlamalı süreçlerle, “birden” gerçekleşmişse?
İşte size bir Gestalt kayması!
Kesintili Denge’ye göre geçiş formlarının eksikliği diye bir durum söz konusu değildir. Bu evrimin tedrici şekilde gerçekleştiğini düşünenlerin yaşadığı bir yanılsamadır. Buna göre evrim, çok az değişimin yaşandığı bir denge döneminin ardından, çok kısa bir sürede(kuşkusuz jeolojik anlamda, zira, 1 milyon yıl kısa bir süre anlamına gelebilir jeolojide) kladogenetik (ikiye dallanma şeklinde) türleşmeler yaşanmış da olabilir. Hemen anlaşılabileceği gibi Kesintili Denge, üzere evrimin temposuna ilişkin radikal bir görüştür. Özellikle de ana popülasyondan tecrit olan küçük gruplar, büyük gruba göre daha hızlı evrim geçirmiş olabilir. Bu bağlamda Ernst Mayr’ın geliştirdiği ayrıyurtlu türleşme anlayışı da Kesintili Denge modeli için yol açıcı olmuştur.
Tür tasnifi
Kitaptaki önemli ayrımlardan biri de mikroevrim-makro evrim teorileri arasındaki ayrımdır. Mikroevrim; doğal seçilim, mutasyon, genetik sürüklenme, göç gibi mekanizmalarla bireylerin değişmesi şeklinde, daha çok tedrici evrim modelini desteklemekte kullanılır. Makroevrim teorisi ise, daha çok, Kesintili Denge savunucularının dile getirdiği, birey boyutunda değil de tür boyutunda meydana gelen büyük değişimlerin açıklanmasında yararlanılan bir görüş. Bu teorinin en önemli mekanizması ise tür tasnifidir. Bu mekanizmaya göre türler için, zaman içinde gerçekleşme olasılığı olan 3 durum vardır: türler ya ayrımlı olarak devamlılığını sürdürür ya başka bir türe evrilir ya da tümüyle yok olur. Ancak somut örnekler üzerinden yapılan tartışmalardan bu iki teori arasında kesin bir karşıtlık kurulmasının zorunlu olmadığı da dile getirilir. Zira makroerimi, mikroevrimin mantıksal bir sonucu olan bilimciler de vardır.
Olumsallık-yakınsama zıtlığı
Kitaptaki belki de en heyecan verici tartışma evrimin olumsal mı ya da yakınsak mı olduğuna ilişkin tartışmadır. Olumsallık, özetle, bir durumun gerçekleşmesinin zorunlu olmadığını, başka bir şekilde de gerçekleşebileceğini ifade eder. Yakınsama ise, yine özetle, başlangıç koşulları farklı olan olayların sonuçta benzer ya da aynı sonuçları doğurabileceği anlatır.
Gould, evrim kasetini başa sarıp bir kez daha aynı süreci başlattığımızda aynı sonuçlara varılmasının zorunlu olmadığını dile getirir. Yani kaset en baştan bugüne dönmeye başladığında bu sürecin sonunda ya da daha doğru bir tabirle, belirli bir aşamasında, insanın ortaya çıkacak olmasından kuşku duyduğunu dile getirir. Ona göre insan, herhangi bir amacı olmayan bir sürecin rastlantısal sonucudur. Burada rastlantı’dan kasıt, bir olayın nedensiz yere gerçekleşmesi değil, belirli bir eğiliminin ve doğrultusunun olmamasıdır. İnsan merkezci bir çerçeveden dünyayı algılayanların, bunu duyunca, neler hissedeceğini varın siz düşünün!
Olumsallık fikrine karşı olan bilimciler ise birçok örnek vererek yakınsaklığın ya da yakınsamanın daha açıklayıcı ve desteklenen bir görüş olduğunu düşünürler: Darwin ve Wallace’ın birbirinden habersiz aynı evrim teorisini geliştirmesi, Leibniz ve Newton’un kalkülüsü icat etmesi, çok farklı hayvan gruplarınca kanat yapısı gelişmesi, ayrı kıtalarda yaşamasına rağmen kimyasal yapısı aynı olan zehir salgılayan yılan ve kurbağaların bulunması, insan dışında alet kullanan başka hayvanların da olması, farklı derecelerde zeka belirtisi gösteren hayvanların olması…Tüm bunlar birbirinden bağımsız gerçekleşen olaylardır. Bu durumları gözlemleyen yakınsamacılar evrimde olumsallığa yer olmadığını dile getirerek Gould’a karşı çıkarlar.
Kitaptaki bazı eksiklikler- hatalar üzerine:
Yazar, bir bölümde, Gould’un Marksizm’e ilgisinden söz ediyor, ki yazarın da ifade ettiği gibi Gould bu durumu kendisi de dile getirmiştir. Yazar, evrimde ya da tarihte amaç fikrine ilişkin Gould ve Marksizm’in farklı düşündüğünü belirtir. Zira Gould’a göre, evrimin bir telos’u, amacı yoktur. Ancak yazara göre, Marksizm’de “Hegel’den miras” bir sonal amaç, insanlık tarihinin onun için var olduğu bir telos vardır. Bunu uzun uzadıya tartışmanın yeri kuşkusuz yeri burası değil, ama bunun çok kötü bir Marksizm yorumu olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Zira “Hegel’den miras” diyalektikte ilerleme-gerileme, alçalma-yükselme sürekli birlikte gider, bir son yoktur. Hoş, gerçi Hegel bu bitip tükenmeyen diyalektiği(kendisinin en temel görüşünü çiğneme pahasına!) Prusya devletinde dondurup bitirir. Ancak diyalektikte ileriye gidiş olduğu kadar, geriye de gidiş vardır, yani sarmal bir tarih tasarımı vardır diyalektiğin. Bu anlamda Hegel’de bağ aşağı(idealist) duran diyalektiği ayakları üstüne(materyalizme)oturtan Marksizm’de tarihin kendisine yürümek zorunda olduğu bir son yoktur, belli nesnel ve öznel koşulların bir araya gelmesiyle yaratılabilecek sınıfsız bir komünist toplum vardır, ki bu da bir son değildir. Özetlersek bu nesnel ve öznel etkenlerin bir araya gelememesi durumunda insanlığın yok olabileceği de olasılık dışı değildir: kapitalizmin bu konuda nelere gebe olabileceğini yirminci yüzyılda kuşkuya yer bırakmayacak şekilde göstermiştir! Rosa Luxemburg’un “ya sosyalizm ya barbarlık!” demesi bu bağlamda hatırlatıcı ve uyarıcıdır.
Kitaptaki bir yanlışlık ise, kelimenin tam anlamıyla bir “kıl-tüy” meselesi. Kladistik analizden yola çıkarak, kimi canlı grupları arasındaki benzerlikler sıralanırken “kediler de insanlar da tüylüdür, her ikisi de doğurur gibi” (s.270-1) bir cümle kurulmuş. Bilindiği üzere kedilerin ve insanları ortak incelendiği grubun adı, memeliler. Memeli hayvanların ayırdedici özelliklerinden biri de kıl adlı yapıdır. Tüy ise kuşlara özgü bir yapıdır. Dolayısıyla memeli canlılarda tüy bulunmaz, kıl bulunur. Bu, kulağa hoş gelmeyen bir terim olsa da(ki bu nedenle kozmetik reklamlarında bile öyle kullanılır: “istenmeyen tüylere çözüm”) bilimsel bilgiye ilişkin böylesine derinlikli bir kitapta bu terimlerin kullanılmasında daha dikkatli olunabilir. Umuyoruz ki bu yalnızca bir redaksiyon hatası olsun.
Sonuç
Bilim felsefesine ya da biyolojiye meraklı okurlar için, kitapta, ilk defa duyabileceği ya da bilgisini derinleştirebileceği birçok kavram, terim, karşıt ya da ilişkili öbekler bulunduğunu belirtmeden geçmeyelim. Yazımızı bunların bir kısmını sıralayarak bitirelim: biyolojik tür kavramı, moleküler saat, Nemesis davası, mikroevrim-makroevrim, kladogenetik türleşme-anagenetik türleşme, menzil-çevre, MBL modeli, kümelenmiş özellik-ortaya çıkan özellik, eşdeğerde belirlenme, ilerleme, soy içi yönelim-soylar arası yönelim, olumsallık-yakınsaklık, bilim-din ilişkisi vb.