“Bir daha asla diye haykırmadıkça bundan böyle hiç kimse kendini güvende hissetmesin!” (Ragıp ZARAKOLU ile Söyleşi)

Dinçer Demirkent: 1915’in yüzüncü yılında, yaşananlar hala yüzleşilmemiş olarak ortada duruyor. Siz Türkiye’de Kürtlere yönelik yıldırıyla birlikte 1915’i ve Ermeni meselesini gündemine ilk olarak alan yayınevlerinden Belge Yayınlarının verdiği mücadelenin yakın tanığı oldunuz. 1915’e ve Ermenilere ilişkin kitapları yayımladığınızda karşı karşıya kaldığınız baskıların derecesi ve kaynağı ne idi?

Ragıp Zarakolu: 1977 yılında kurulan Belge Yayınlarının misyonu en başından beri “tabu kırıcılık” olmuştur. 1980 darbesinden sonra kendi kendini kapatmayan ve yayına devam eden tek yayınevidir. 80 öncesi fiili iç savaş döneminde, Ortodoks Marksizm yerine Rosa Luxemburg, Gramsci, Lukacs gibi özgürlükçü sosyalist düşünürleri yansıtmayı tercih etmiştir. Bir kült olan III Enternasyonal’i tartışmaya açmıştır. 80 darbesi sonrasında ise, darbeden 2 ay sonra 24 Ocak kararlarını tartışmaya açan M. Sönmez’in Türkiye Ekonomisinde Bunalım adlı kitabını yayınlamıştır. 1981 yılında askeri otoriter rejimleri tartışmaya açan Poulantzas’ın Diktatörlüklerin Bunalımı adlı kitabını İspanya, Portekiz ve Yunanistan’da Geçiş Süreci adı altında yayınlamıştır. 1982 yılında ise, Türkiye solu bir çeşit siyasal soykırıma tabi tutulurken, Mete Tunçay’ın, TKP Birinci Kongresi belgelerini ilk kez gün ışığına çıkaran Eski Sol Üstüne Yeni Bilgiler adlı kitabını yayınlamış ve oluşturduğu kardeş Alan Yayınlarını, Yunan tabusunu deşen Benden Selam Söyle Anadolu’ya adlı kitabı ile başlatmıştır. Bu arada Şili Güney Kore gibi Türkiye’de taklit edilen otoriter rejimlerce yürütülen ekonomi modellerini tartışmaya açmıştır. 1995 yılında ise, bir canavar olarak gösterilen siyasal tutsakların edebi ürünlerine yer veren Yeni sesler dizisini başlatmıştır. Yine 1985 yılında ilk Marksist kuramsal dergi olan 11. Tez’in yayınlanmasında başı çekmiştir.

1990 yılında Alan Yayıncılık içinde, Dr. İsmail Beşikçi’nin Devletler Arası Sömürge Kürdistan gibi belalı bir başlıkla Kürt sorununu ve PKK gerçekliğini birlikte tartışmaya açmıştır. Aynı yıl içinde Alan Yayıncılık içinde boy gösteren yol ayrımından sonra, Belge tabu kırıcılık misyonunu tek başına üstlenerek Beşikçi’nin kitaplarını Olağanüstü SS Kararnamelerinin zor koşullarında çıkarmaya devam etmiştir. 1991 yılında yapılan yasal değişiklikler sonucu diğer yayınevleri de Kürt sorununu konu alan kitapları yayınlamaya başlamıştır. 1993 yılında ise doğrudan Ermeni Soykırımını konu alan Yves Ternon’un Ermeni Tabusu adlı kitabını yayınlamıştır. Bu bir ilkti. Yani Belge ilk yayınevlerinden biri değil, ilk yayıneviydi. Bu kitap yasaklanıp yargılanınca, 1994 yılında Vahakn Dadrian’ın Uluslararası ve Ulusal Hukukta Soykırım adlı kitabını yayınlamıştır. Bu kitabın yargılamasının beraat ile sonuçlanması ise, Türkiye’de soykırım tabusunun gevşemesinin ve yeni kitapların yayınlanmasının önünü açmıştır. 1997 yılında ise, Nazi Almanyası ve TC’nin birlikte yasakladığı Wefel’in Musa Dağ’da 40 Gün adlı kitabını yayınlayarak tabu kırıcılık işlevini sürdürmüştür. Belge 1996 yılından itibaren resmi tarihin bir başka tabusunu, Karadeniz/Pontos tabusunu deşmeye başladı. Yayınevimizin kurucusu olan, ve farklı halklar tarafından “Cesaret Ana” diye adlandırılan Ayşe Nur Zarakolu’nun 2002 yılında ölümünden kısa bir süre önce verdiği son kavga ve yargılama bu tabuya ilişkindi. 1982-2002 yılları arasında Belge’nin 40 kadar kitabı Ayşe Nur Zarakolu’nun sorumlu editörlüğü altında yargılandı.

Dinçer Demirkent: 2000’li yılların ortasında 1915’e ilişkin tezlerin tarihçilere bırakılması, arşivlerin açılması gibi talepler öne sürülmüştü. Aynı dönem Türk Tarih Kurumu’nun başkanı olan Yusuf Halaçoğlu’nun neredeyse bütün görevi “soykırım tezini çürütmek”ti. Belge Yayınları, Vahakn Dadrian’ın belgelere dayalı üç ciltlik eserini 2004, 2005 ve 2007’de yayımladı. Soykırımı tarihçilerin bulup çıkaracağı bir hakikat olarak mı düşünmek gerekir? Kurgusal bir bilim dünyasını varsayarak hakikatlerin ortaya çıkarıldığını düşünsek bile bu hakikatin politikleştirilmesinin araçları nelerdir?

Ragıp Zarakolu: Belge yayınları resmi tarih anlayışına karşı zorlu bir kavga verdi. 1990 yılında resmi Türk Tarih Kongresinin davetlisi olan Prof. Vahakn N. Dadrian’ın akademik makalelerinin derlemesini Ermeni Soykırımında Kurumsal Roller, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı ve Osmanlı Müttefiki Ülkeler Kaynaklarında Ermeni başlıkları altında yaptık. Dördüncü cilt de hazır. Başlık “Ermeni Soykırımının Resmi Tarih Tarafından İnkarı” olacak. Bu arada Dadrian’ın anıtsal yapıtı, Ermeni Soykırımı Tarihi / Balkanlardan Anadolu ve Kafkasya’ya Etnik Çatışma’yı da yayınladığımız için mutluyuz. En başta Ternon/ANZ ve Dadrian/ANZ davalarında yapayalnızdı. Hiçbir entelektüel çevreden dayanışma gelmedi. 1995 yılında Yaşar Kemal’in yargılanması vesilesi ile başlatılan Düşünce Özgürlüğü kampanyasında, sivil itaatsizlikle çeşitli yayınlardan örneklerle oluşturulan ortak kitapta, “bazı aydınlar desteğini çeker” gerekçesi ile, Ermeni Tabusu Davası kapsam dışı tutuldu. 2001 yılında bizim yayınlarımızı ve katkımızla Fransız Senatosu çatısı altında efsanevi Fransız aydını Henri Alleg’in başkanlığı altında yapılan Ermeni-Türk aydınları diyalog toplantısını, ulusal güvenlik açısından bir tehdit olarak kabul eden Ecevit/Bahçeli Hükümeti, Milli Güvenlik Kuruluna bağlı bir Asılsız Soykırım İddiaları ile Mücadele Koordinasyon Kurulu (ASİMKK) oluşturdu. Artık yayınlarımıza karşı 301. Madde kullanılmaya başlandı. Ermeni soykırımı, BM Soykırım Konvansiyonu kapsamında somut bir olgudur. Bu bir uluslararası hukuk sorunudur. Bir tarih sorunu değildir. Bir lise münazara konusu değildir. Tarihçilerin çözeceği bir sorun değildir. 2001 yılı sonrasında Ermeni soykırımına karşı seferberlik ilan edildi. Her düzeyde devlet çalışanlarına yönelik konferanslar ve seminerler düzenlendi. Sözde akademik araştırmalar ve CD’ler finanse edildi. Sözde sivil toplum kuruşları oluşturuldu. ASİMKK olayı, 28 Şubat postmodern darbesinin, militarizmin bir ürünüdür. Çalışmasının vardığı en üst nokta Hrant Dink suikastidir. İlk Başkan, Başbakan yardımcısı kimliği ile Devlet Bahçeli idi. AKP döneminde ise başkanlığı Dışişleri Bakanları üstlendi. Bir ara başkan Abdullah Gül idi. Türkiye coğrafyasının yurttaşlarına karşı işlenmiş olan insanlık suçu, bugün bir dış politika olayı olarak görülüyor. Bu acı verici bir durum… Bütün bunlar olurken, Ermeni ve Türk tarihçileri bir araya gelerek neye karar verecekler? İttihat Terakki Partisi’nin tarihi konusunda uzman olan Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu’nun da belirttiği gibi, Ermeni Soykırımı mevzuu tarihçilerin değil siyasilerin çözeceği ve çözmek zorunda oldukları bir sorun. Büyükelçi Gündüz Aktan’ın (MHP milletvekili iken vefat etti) katıldığı, ABD itekleme ve destekli sözde Ermeni-Türk diyalogunu amaçlayan TARC projesi de, uluslararası bir hukuk kurumuna müracaattan sonra iflas etti. Aslında bu kurula gidilmesi Gündüz Aktan’ın fikriydi. Bu müracaattan bir hukuki sonuç çıkmayacağını düşünüyordu. Ama New York’taki uluslararası hukuk kurumunun raporunda, BM Uluslararası Jenosit Konvansiyonu 1948 yılında imzalandığı için, hukuki açıdan geriye doğru işlemeyeceği belirtiliyordu. Ama hemen altında 1915 Ermeni olgusunun, Konvansiyonda tanımlanan Jenosit olgusu ile bire bir örtüştüğü söyleniyordu. Zaten Konvansiyonun yazarı ve jenosit kavramının babası olan Prof. Lemkin de, Jenosit örnekleri arasında 1915’i de belirtmekte idi. Öte yandan, “Seyfo”, yani Asuri/Süryani Soykırımı konusunda uzman olan Prof. Gaunt, TTK eski başkanı Halaçoğlu’nun “ortak çalışma” önerisini kabul etmiş, hatta bunun için kaynak da bulmuştu. Olay somutlaşınca, Halaçoğlu’nu ara ki, bul! Ortalıktan kayboluverdi.

Dinçer Demirkent: Yves Ternon’un “Bir Soykırım Tarihi” başlıklı eserine yazdığınız girişte Türkiye solunda Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı ve Yılmaz Güney dışındaki aydınların suskunluğundan bahsettiniz. Türkiye solunun 1915’e ilişkin uzun süren sessizliğinin altında yatan nedir?

Ragıp Zarakolu: Onların bahsetmesi de son derece kısıtlı. Ama hiç olmazsa reddetmiyorlar, kınıyorlar ve acıyı paylaşıyorlar. “Türkiye solunun 1915’e ilişkin uzun süren sessizliğinin altında yatan“, temelde Kemalizmin etkisinden hala kurtulunmamış olması… Hikmet Kıvılcımlı’ya göre, Sovyet Devrimi ile Ermeni sorunu çözülmüştü. Bir Sovyet Ermenistan’ı vardı. Ermeni şair Silva Gabudikyan ise, Nazım’ın “Ermeni sorununun” ancak devrimden sonra çözülebilecek bir sorun olduğunu söylediğini anlatmıştı bir keresinde bana. Yarı şaka yarı ciddi, “bizim topraklar ne olacak” sorusunu yönelttiğinde. Yılmaz Güney ise, 1984 sembolik Paris Tribünalinde, gerçekliği kabul eden bir açıklama yapmıştı. Türkiye solu içinde buna “olan olmuş bir kere” gözüyle bakılmış, olay sadece emperyalist güçlerin kavgasının bir sonucu olarak algılanmıştı. Aslında Sovyetlerin de bakışı bundan pek farklı değildi. Olaya reel sosyalist açıdan bakıyorlardı. Arap milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği ile ittifak daha önemliydi. Örneğin 1920 Bakü Doğu Halkları Konferansı’nda, John Reed Ermeni soykırımına değinmek istediğinde onu bizzat Zinoviev engellemişti. Oysa, Osmanlı toplumunda sosyalist hareketlerin yükselişinde Ermeni devrimcilerin öncü rolü üstlendiği bir gerçeklik. İlk gerilla hareketleri dediğimizde de onların deneyimleri bizim soldan çok önce başlıyor. Rus ve diğer sosyal demokrat hareketlerle doğrudan iletişimleri var. Gerek 1907 İran devriminde gerek bizim 1908 yarım kalmış demokratik devrimimizde önemli katkıları ve güç birlikleri var. Bütün bunlar bir sis perdesine bürünmüş. Gerek TKP, gerek TİP tarihinde Ermeni sosyalistlerin de önemli katılımı söz konusu. Bu daha sonraki devrimci hareketler için de geçerli. Kemalizm ile yüzleşme ve Kürt sorunu konusunda Kaypakkaya geleneği daha erken tavır koymuş. Bu, Ermeni soykırımı konusunda da geçerli… İHD bu alanda önemli bir öncü rol üstlendi, 1995 sonrasında Azınlık Hakları Komisyonu’nun kurulması ile. İlk 24 Nisan anmaları da İHD tarafından başlatıldı. İHD okulundan yetişmiş olan Kürt siyasetçileri de daha fazla duyarlık gösterdiler. Bugün özellikle Hrant Dink suikastinden sonra Türkiye solunun, ulusalcılar dışında büyük çoğunluğunun artık Ermeni soykırımı konusunda duyarlı hale geldiği söylenebilir.

Dinçer Demirkent: Kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımayan ırkçı ve dinci faşist militanlığın dünyanın birçok yerinde yaygınlaştığı bir dönemdeyiz. Türkiye’de Hrant’ın devlet görevlilerinin de içinde olduğu faşist bir çete tarafından katledilmesi, Malatya’da Zirve Yayınevi katliamı daha dün diyebileceğimiz kısa bir zamanda gerçekleşti. Fransa’da Charlie Hedbo, ABD’de üç Müslüman öğrencinin katledilmesi, Avrupa’da göçmenlere karşı yükselen nefret… Böyle bir dünya resminde 1915 ile yüzleşmenin bugün ve geleceğe dair anlamı nedir?

Ragıp Zarakolu: Almanya ve İttihat Cuntasının istemi ile, Osmanlı Padişahı Halife sıfatıyla 11 Kasım 1914’te “Cihad-ı Ekber” ilan etti ve buna ilişkin bir Fetva yayınladı. Bu metinde İngiltere, Fransa, Rusya İslam düşmanı, Almanya ise Halife’nin ve İslam’ın dostu olarak gösterildi.  Aslında 1915 soykırımının Ermeniler dışında Süryani/Asuri toplumuna da sıçramasında bu Fetva’nın da büyük etkisi var. 28 Şubat postmodern darbesi, “misyonerlik”i bir milli tehdit olarak gösterirken, aslında Türkiye’deki tüm Hıristiyan toplumlarını da hedef almıştı. Hrant Dink cinayeti yanında, Katolik rahiplere ve Protestanlara yönelik cinayetlerde, Ermeni ve Rum Ortodoks Kiliselerine yönelik farlı düzeyde saldırılarda, bu “tehdit” saptamasının önemli bir rolü vardı. Bütün bunların kökü ise resmi tarih ve ideolojiye dayanıyor. Bir yandan “laik” olduğunu ilan edeceksin, bir yandan da Hıristiyan toplumları sıfırlamaya çalışacaksın. Bütün bunların arkasında bu zihniyet var. Irak’ın işgalinden ve Suriye içsavaşından sonra, soykırım adeta bölgeye pike bir iniş yaptı, modern cihatçılık ile. Sadece İslam içi, Şii veya Alevi toplumuna yönelik değil, bütün farklı inanç gruplarına, Ezidi’sinden Süryani’sine, Ermeni’sinden Katoliğine, her inanç grubuna yönelik, onların inanç mekanlarına yönelik bir saldırı söz konusu. Bununla da yetinilmeyip insanlığın Sümer’den Asurlara, Babil’den Roma’ya, İskender’den Bizans’a, tüm kültür mirasına yönelik bir saldırı söz konusu. Bu İslam sosuna bulanmış bir Nazizmden başka bir şey değil. Bütün buların arkasında ise, tarihle yüzleşilmemiş olmasının, bir daha insanlığa karşı asla suç işlenmeyeceğine dair köklü bir toplumsal bilincin oluşmamış olmasının rolü var. Soykırımla yüzleşmemek bir yerde, inanç açısından olsun, etnik açıdan olsun, ya da siyasal açıdan olsun farklı kimlikler taşıyan tüm topluluk ve toplumları tehdit altına sokuyor. Sonuçta, 1915 yılında oluşturulan eksterminist, yani yok etmeci devlet geleneği, herkesi farklı düzeyde kurbanlaştırıyor. Her zaman yeni bir “ düşman” yaratıyor. Bu mekanizma kimi zaman milliyetçi kimi zaman dinci sosa bulanıyor, ama hiçbir zaman bu eksterminist, tekçi, otoriter özelliğini yitirmiyor ve gittikçe daha bir Leviathan özelliği kazanıyor. Bunun için 1915 ile yüzleşmek, artık “Ermeni sorunu” olmaktan çıkmış, Türk, Kürt, Çerkes ya da Arap kökenli olsun, tüm TC yurttaşlarının meselesi haline gelmiştir. Bir daha asla diye haykırmadıkça bundan böyle hiç kimse kendini güvende hissetmesin!

 

Söyleşi: Dinçer DEMİRKENT