Biyomedikal Mülkiyet Rejimi: Bir Öznellik İmalâthanesi

Günümüzde devletin aslî görevi, kendi varlığını gerekçelendirmek ve haklı çıkarmaktır; bu yüzden toplumun kendi başına ayakta kalma kapasitesini dumura uğratmak zorundadır. Kendiliğinden yapılmış bütün düzenlemeleri temelinden yıkar, maddelerin ve karşıt maddelerin geleneksel mekanizmalarını bozar, bir-aradalıklarını engeller, kırar, onun yerine kendi yapay mekanizmalarını koyar: Toplumla keskin bir mücadele sürdüren devletin stratejisi budur. Tıpkı, geçimini, doğal savunma kuvvetlerinin yıkımından ve bunların yapay olanlarla ikâme edilmesinden sağlayan ve varlığını buna borçlu olan tıp kurumu gibi.

Jean Baudrillard, 1985.[1]

Ahvâl

Biyopolitikanın, daha doğrusu, Thomas Lemke’nin[2] “makro biyopolitika” olarak tasnif ettiği düşünsel hattın “birey” [disiplin] ve “nüfus” [denetim] kutupları saklıdır ve geçerlidir. Öte yandan gündelik pratikler, biyoteknolojik yenilikler, genomik/moleküler ve dijital teknikler ile, tüp bebekler, kök hücreler ve organ nakilleriyle giden ve belki de fazlasıyla gecikilen bir yeni antropoloji var: Bir organik tözden ziyade okunabilir ve yeniden yazılabilir moleküler bir yazılım olarak canlı beden… “Organik bütün olarak yaşam” yerine Paul Rabinow’un sözünü ettiği “enformasyon olarak yaşam” var, “biyotoplumsallık” gerçeği var. Özetle “makro” olanın yanında ve bundan böyle, Nikolas Rose’un yakıştırmasıyla bir “aşağıdan biyopolitika” sivrilmekte. Dahası, David Le Breton’un dönüştürülebilen bir medya olarak ele aldığı “müsvedde beden”in tıbbî ve tıbbî-olmayan çağdaş dönüştürme tekniklerini sıraladığı eserinin [Bedene Veda, 1999/2013] yardımıyla derlenirse: Dövmeler, piercing/branding/stretchingler, estetik cerrahi, kozmetolojik müdahâleler, cinsiyet geçişi, protezler ve implantlar, body-building ve anabolizanlar/suplemanlar, hormonal modifikasyonlar, “kimyasal protezler” olarak psikotrop ilaçlar ve plastik benlikler, siber-kültür ve sanal cinsellikler, genetik manipülasyon, genom sekanslama, genetik tadilat, biyolojik ıslah ve tıbbî imalât, mutant gıdalar ve canlılar, biyo-bankalar eliyle biyolojik kapasitenin yükseltilmesi, biyo-baskı teknikleri ve üç boyutlu yazıcılar, siborglar, yapay zekâ ve robotik, enformasyon/bilişim…[3] Nihayet, epistemik değişim ve yenilik furyâsının yanında bir de biyoteknoloji firmalarının Ar-Ge, üretim, tedarik ve pazarlama etkinliklerinde somutlaşan bir “biyokapital” [K. S. Rajan] gerçekliği yükselmiştir.[4]

Biyokapital ve Biyoekonomi

Kaushik Sunder Rajan, çağdaş biyolojik-bilimsel alanlara dair ABD ve Hindistan’da yürüttüğü etnografik çalışmasında [Biyokapital, 2006],[5] genom araştırmaları ve ilaç geliştirme piyasaları üzerinden, yaşam bilimlerinin [life sciences] nasıl da hem epistemolojik hem de ekonomik değer üreten bir alana dönüşmüş olduğunu inceliyordu. Biyokapital kavramıyla, gelecekte sağlıklı yaşam vaat eden tedavi edici moleküller, genom dizisi ve tıbbî ürünler gibi yeni yaşam bilimi metalarına dikkat çekerken, kapitalist uygulamaların ve de bu uygulamalarla ilişkili olarak maddeselleşen bilimsel, tüzel ve yurttaş öznelliklerin yeniden analizinin gerektiğini belirtiyordu. İşte, Rajan, biyoteknoloji ve piyasa güçlerinin, yani “bilim ve teknoloji kapitalizminin” [teknobilimsel kapitalizm] çağdaş dünyayı nasıl şekillendirdiğine dair teorik bir açılımda bulunduğu söz konusu kitabında, biyoteknolojik ürünler olarak yeni ilaç molekülleri keşfedilmesinde, sermayenin “irade gösterme ve ayak direme” nedenlerini ekonomi-politik açıdan süzüyordu nitekim. Bu, en basit karşılığıyla, sağlığın o kamusal ve kolektif özniteliğinin erozyona uğratılarak piyasanın inisiyatifine terk edilmesi ise, sermaye dinamikleri açısından bir diğer açı da şudur: Gerçekten de sermayenin, alelâde bir finansal desteğin ve de politik karar süreçlerini yönlendirme gücünün ötesinde, bilgi üretim süreçleriyle olan ilişkisine dair olarak, Aaron Diamond Vakfı’nın 1991’de kurduğu ve bugün, hâlihazırda 1988’den bu yana yayınlanan Journal of Acquired Immune Deficiency Syndromes [JAIDS] dergisinin editörleri arasında da yer alan Dr. David Ho tarafından yönetilen AIDS Araştırma Merkezi’ni zikretmek gerekir. Yine, haddizatında bir “küresel bilirkişi” olarak, Gates Vakfı’nın finanse ettiği Pangaea Global AIDS Vakfı’ndaki ve dahası Clinton Vakfı’ndaki yönetsel çalışmalarıyla, Obama zamanında PEPFAR’daki öncülüğüyle de bilinen ve nihayet Birleşik Devletler Global AIDS program koordinatörü olarak da çalışmış olan Dr. Eric Goosby’yi [d. 1952] de anabiliriz. AIDS özelinde bu gibi çok sayıda detay yakalanabilir. Bu ödevi gazetecilere havale ederek K. S. Rajan’ın desteğini alalım ve şuraya varalım: Bir terim olarak biyoteknoloji, hem biyolojinin bilgisinin kullanıldığını ifade eder, hem de bu bilgiyi pazarlanabilen bir ürüne dönüştürme işinin becerisini, yani teknolojisini, tekmil teknik-mühendislik faaliyetini içinde taşır. En temel özelliği ise, inovasyon kültürü denilen şeye içkin olarak, temel bilim buluşlarını kısa sürede yararlı ticarî ürünlere dönüştürebilmesinde yatar. “Değer”, mübadele sürecinde gerçekliğini bulan “piyasa [veya değişim] değeri” karşılığıyla, piyasa-dışındaki değer alanını kendisi uhdesinde tutan “etik” alanına sızar ve bu da onun epistemik muhtevasını oluşturur. Günün sonunda “etik”, döne dolaşa piyasaya ait değer sistemlerinin tahakkümü altına girer, hatta giderek asimile olur ve piyasa değerinin kendisine dönüşür; yani böylelikle sermaye kendisini etik bir formda sunarak algımızı, benliğimizi, günlük yaşamımızı kapsar hâle gelmiş olur. Biyoloji, bir enformasyonel bilim olarak işlevselleşirken, laboratuvarın dışına taşar; akademik mecralarda, dergi ciltlerinde, kongrelerde, kitaplarda, Ar-Ge ve patent süreçlerinde, reklam-pazarlama stratejilerinde dolaşır. Enformasyonel bilim olarak biyolojik bilginin dolaşımı, haddizatında “türev” bir “sermaye dolaşımı”dır. Zira bu bilginin mülkiyeti farklı dinamik saiklerle piyasa değeri oluşturan şirketlerin faaliyetlerine konu olmaktadır. Öyleyse, sözgelimi genom araştırmalarının oluşturduğu bilgi havuzundan, farklı kanallara yönelen bilgi akışı ve dolaşımı bir son hedef olarak, piyasa değeri oluşturan özel mülkiyete, yani firmalara erişmektedir. İşte bu yeni “değer” alanını biyokapital olarak nitelemek mümkün hâle gelmektedir.[6] Yaşam bilimleri ve kapitalizm arasında gerilen küresel mübadele sistemi, sermayenin ve mateların, daha özelde ise biyolojik malzeme, tedavi amaçlı ürünler ve giderek [özellikle genom araştırmaları sonrasında] bizatihi “bilgi”nin çeşitli türlerinin dolaşımını kapsar. Bunların tümü, birbiriyle ilintili ancak başka başka suretlerdeki mübadele birimleri olmanın yanısıra, hem maddî hem de simgesel birer değer, artı-değer, ahlâkî ve etik değer kaynağıdır. Dolayısıyla biyokapital, biri ekonomik diğeri de epistemik olmak üzere, yeni şekillenen iki rejimin çakışmasıyla vücut bulmuştur.

Sunder Rajan’ın yürütücüsü olduğu “biyokapital” soruşturması, Foucault ile Marx’ı sentezler. Eserinde, biyopolitik alan ile küresel sermaye akışlarının birbirini nasıl biçimlendirdiğini ele aldığı alır; küresel sermaye ilişkilerinin bizatihi borç ilişkilerine dayandığını, “değer” sorunsalıyla bağlantılı olan mübadele süreçlerini koşullayarak bilim ve tekniğe dayalı çağdaş küresel kapitalizmin yerel/tikel tezahürlerine yol açtığını, aynı zamanda da mübadeleye [Marx] ve Foucaultcu yönetimselliğe ilişkin soruları gündeme taşıdığını somut verilerle ortaya koyar. Küreselleşen mübadele rejimlerinin, gerek teknobilimsel alanda gerekse piyasa ortamında eklemlenme ve ifade edilme biçimlerini söylemsel alanlar üzerinden ortaya koyarken, biyokapitalin halkla ilişkiler faaliyetleri [şirket beyanları] ile bilimsel açıklamalarda [olgular] devreye giren “vaade dayalı” gramer yapısını da irdeler. Söz konusu gramer yapısı, birtakım bireysel ve toplumsal öznellik biçimlerini tanımlar. Biyoteknoloji ve onun genom araştırmalarında yol açtığı “devrimler” birtakım tekno-kapitalist kurumsal yapılar meydana getirirken, söz konusu kurumsal yapıların mümkün kıldığı analizler ve bilgi türleri “yaşam”ın kendisine ilişkin tanımları, kavrayışları ve hatta yaşamın kendi özgün gramerini yeniden biçimlendirmektedir… Ne olursa olsun, önemi açısından şunu saptamak hayatîdir: Biyoteknoloji, ekonominin biyopolitik olmasının nedeni değildir; ekonomi ta başından itibaren tam da biyopolitik bir kurumsallaşma olduğu için biyoteknoloji kapitalizme ve gündelik hayata kolaylıkla eklemlenebilmiştir. Hâsılı kapitalizm, yeni bilim-tekniğin ortaya çıkışında üst-belirlenimsel bir yer tutar; biyoteknolojiyi de “kapitalizmin yeni bir yüzü ve aşamasının temsili” olarak tartmak gerekir. Zira tersini iddia etmek, zımnî bir teknolojik determinizm sözcülüğünü imâ edecektir. Not edelim ki, Donna Haraway da eşdeğer bir pozisyonun taşıyıcısıdır. 1970’lerden 1990’ların sonuna dek oluşturduğu muhtelif metinlerinde, biyolojik müteşebbislik ve “teşebbüsleştirilmiş doğa” [enterprised-up nature] üzerine yazar. Onun okumasıyla biyoloji, nevzuhur gelişmelerle ticarîleşmesi ve metalaşmasıyla, kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden-üretiminin bir suretinden ibarettir.[7]

Açımlanırsa, Haraway, genetik ve moleküler biyolojinin etrafında kümelenmiş kültürel ve ticarî ekolojiyi, paradigmatik örneğini “patentli deney hayvanları” [OncoMouse, OnkoFare] olarak gösterdiği teşebbüsleştirilmiş doğa üzerinden okuyordu. Bunu da benzeri görülmemiş bir şirketleşme furyâsının [dolayısıyla ‘teknobiyopolitika’nın] başlangıcı olarak saydığı 1970’lere tarihlendiriyordu. Bu bağlamda, modernist semantikte değişmezlik ve el değmemişlik anlamlarıyla çerçevelenen doğa, artık tasarlanabilir ve bir “marka” değeri üzerinden işlenerek piyasaya sürülebilir hâlde çıkmaktadır. Bütün o telifler, ticarî kayıtlar ile marka tescilleri sağanağında doğal yaşam alanları da, bir mühendislik ve yeniden-tasarım disiplini olarak biyoteknolojinin laboratuvarlarına dönüşmüştür.  Biyoteknolojinin yaşam bilimlerindeki paradigmatik temsili ise “biyoinformatik” üzerinden kurulur ve yaşam, moleküler-genetik bir ölçekte metalaştırılır. Bunun esaslı bir semptomatik nişanesi ise, genlerin “kendinde şeyler” hâline gelerek parçası oldukları organizmaların hem nedeni hem de ereği hâlini almaları ile karakterize edilebilecek “gen fetişizmi” yahut “genetik meta fetişizmi”dir. Artık beden enformasyonu değil, “enformasyon bedeni taşır” hâldedir.[8]

Eugene Thacker’ın [esasında ekonomi-politik içerimleri olan] biyomedya kavramsallaştırması da bedensel cevherin enformatikleşmesini açığa çıkarır. Kavram, merkezinde bulunan “kod” ve “yaşam” ile, biyolojik bileşenlerin ve süreçlerin bir yeniden-bağlamsallaştırılmasının peşindedir. Bununla, biyolojiye, biyolojik olanı [maddeselliğini] koruyarak kendisinin ötesine taşınabileceği yeni ifâ ve performans yolları temin eden bir teknolojik çerçeveleme öngörülür. Bilgisayarların bilgisayımsal [kompütasyonel] mantığı ile biyolojiyi entegre eder. Biyolojinin, DNA’da içerilmiş teknik ilkesinin kompütasyonel kapasitesini anlama çabasıdır. Enformasyon [veritabanları, test sonuçları, yazılım dizaynı, pazarlama, infotıp, medya kampanyaları, vd.], burada, bizim yaşamı moleküler seviyede kavramak için kullandığımız dışsal bir metafor değil, DNA’nın kurucusu olarak enformasyonun epistemolojik açıdan temellük edilmesi ve teknik açıdan özerkleştirilmesidir. Thacker, DNA’nın yaşam veya biyoloji ile özdeş kılınmasına karşı çıkar. Bunu yaparken doğa ile yapıntı, yaşam ile kod arasına bir ayrım koymaz. Aynı zamanda o verili nitel-nicel dikotomisinin de dışına çıkmaya niyetlenir. Kolektif olarak operasyonel matriksi oluşturan heterojen birimler çokluğunun yalnızca bir parçasıdır DNA. Süregiden sermaye yatırımının ve teknobilimsel söylemlerin bedenin moleküler seviyesinde buluştuğu yer, enformatikleşmiş bir bedendir; enformatik olduğu ölçüde maddeseldir de. Şunu yazar: “Biyomedya, salt enformatik olarak biyolojik yaşama değil, ilaveten [tam da] enformatik olduğu için yaşamlaşan bir biyolojik yaşama ilişkin bir vizyon sunar.” Kavram, biyolojinin aynı anda hem üretimi yönlendirmesi, hem de kaynak materyal oluşunu beraber kucaklama niyetiyle ortaya atılmıştır; hem üretim sürecinin kendisiyken, hem de bir teknolojidir beden. Ekonomi-politiğin altyapısını teşkil eder.[9]

S. Rajan ile E. Thacker gibi isimler, bizi akademik alandaki eleştirel bir literatüre taşır: Bilim, Teknoloji ve Toplum Çalışmaları [STS], sosyal ve beşerî bilimler bünyesinde yer alan disipliner-ötesi, heterojen ve dinamik bir literatürdür. 1960’lardan itibaren özellikle Kuzey Amerika ve Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Bilim ve teknoloji ikilisinin “toplum” ile birlikte düşünülmesi gerektiğini savunan söylemsel pratikler, belli bir siyasî-entelektüel art-alandan neşet etmiş ve STS ile diyaloga giren üç ana eksen ile, yani bilim-pozitivizm eleştirisi, mimarlık ve mühendislik çalışmaları ile kapitalizm eleştirisi bağlamında yürütülen tartışmalar ile örtüşmüştür. Bilimin kendisi politik karar süreçlerinden ve toplumsal kullanım biçimlerinden bağımsız değildir. Bu kavrayış istikâmetinde, bilim politikası [policy] denilen şey de, salt yönetilen [polity] bir şey olmaktan çıkar:

“[B]ilim politikaları tartışmalarında basit şekilde birisi teknoloji tarafında, diğeri ise karşısında iki taraf yoktur. Daha çok bilim ve teknolojiyi, dolayısıyla da politikaları, yeniden şekillendirme amaçlı süregiden çabalar görürüz. Bu noktayı biraz daha açmak gerekirse, bir bilimsel veya teknolojik tartışmadan önce ‘tarafların’ hâlihazırda oluşmuş olduğunu farz edemeyiz. Büyük ihtimal bilimin kendisi kadar taraflar da birer inşa olacaktır. Çıkarların, özellikle de siyasal çıkarların, a priori olduklarını, bilimsel-teknolojik gelişmeler ile politika uygulamalarını belirlediklerini farz edemeyiz. […] Bilimsel-teknolojik bir ağın kuruluşu, aktörlerin çıkarlarının ve kimliklerinin/neliklerin inşasını da içermektedir.

Buradaki temel nokta bilim politikalarının şekillenmesinin dinamik bir mesele olduğudur: Politikaların hedeflerini doğrudan çıkarlarla anlamlandıramayız. Mesela, ‘kansere karşı savaş’ bilimsel araştırma çevrelerinin dışında ortaya çıkmış bir fikirdi ve başlangıçta pek çok biliminsanı bu düşünceye karşı çıkmıştı. Gelgelelim, bu inisiyatifi destekleyen baskı grupları bu tür projeleri fonlamaya otoriteleri ikna edip, çok sayıda biliminsanını bu bakış açısının saflarına katmıştı. Yine aynı şekilde eşcinsel gruplar da biliminsanlarını dikkatlerini AIDS’e yöneltmeleri için saflarına katmışlardı. Alzheimer hastalığı araştırmaları için ABD’deki Yaşlanma Enstitüsü [lnstitute on Aging] ilk başta temel araştırmaları desteklemiş, nihayetinde ise uygulamaya yönelik araştırmaları gündemine dâhil etmişti.”[10]

Bilimsel düşünceler insanların ilgi ve çıkarlarına seslendiği zaman, bu insanların kendilerine ulaşan enformasyonu algılama ve kullanışlı buldukları biçimlere tercüme etme konusunda gösterebildikleri söz konusu çarpıcı yetenek, AIDS’le büsbütün umut verici biçimde ayyuka çıkmıştır. Gerçekten de AIDS deneyimi, bilimsel bilginin akademik zarflardan arındırılarak kamuoyu tarafından özümsenmesinin esaslı bir örneğini sunar. Bu minvalde, yıllık tertiplenen AIDS konferanslarını düşünebiliriz:

“Bu konferanslar, araştırmalarının gidişatının tartışıldığı birer toplantı görüntüsü verse de, HIV-pozitif olan ya da AIDS mağdurlarıyla ilgilenen birçok insanı bir araya getirmektedir. Bu insanlar biliminsanı değil, ama konuların onlar açısından çok acil bir önem taşımasından ötürü, bilimsel disiplinlerin en zorlarından ikisi olan viroloji ve immünoloji alanlarında yapılmış son araştırmaları hızla kavramaktadırlar. Hatta, zaman zaman daha hızlı yol alınması yönünde ortaya koydukları taleplerle AIDS eylemcileri hayatı biliminsanları açısından oldukça zorlaştırmaktadırlar. Ama [neticede] bu eylemciler, aynı zamanda bütün bir alanı daha kışkırtıcı kılmakta ve araştırmaların gerçek sorunlar üzerinde odaklanmalarının sağlanmasına katkıda bulunmaktadırlar.”[11]

Nitekim biyolojik vatandaşlık kavramı da ilk kez HIV/AIDS bağlamında ortaya çıkacaktır. Kavramı ilk kez İngiltere’deki HIV/AIDS hasta ve hasta yakınları grupları özelinde kullanan Nikolas Rose, aynı zamanda bu kavrama teorik bir derinlik de kazandırmıştı. Buna göre, belli ortak sağlık, hastalık ve bedensel durumlar ile tabanda örgütlenen [grassroots organization] vatandaşlar kendilerine yeni bir bireysel ve kolektif kimlik atfederek, bu kimlikle devletten ve toplumdan somut taleplerde bulundular. İngiltere’deki HIV/AIDS hastaları ve bu hastaların yakınları da bir araya gelerek tıp uzmanlarıyla işbirliğinin, özellikle bilgi ve deneyim paylaşımı ve dayanışma sorumluluğunun artırılmasını istediler. Bu talepleri, aynı zamanda devlet yetkililerinden bu hastalığın araştırılması için fon yaratmalarını ve topluma bu hastalığın hangi yollarla bulaşıp bulaşmadığı konusunda eğitim verme konusunda çok daha fazla çaba göstermelerini de içeriyordu. Bu taleplerin yanısıra bu gruplar sıklıkla bir araya gelip paylaştıkları “hastalık anlatıları”nda ortaklaşan örüntüler bularak, kendilerine özgü, keskin çizgilerle ayrılan “hastalık öncesi ve sonrası” gibi farklı zaman ve “hastane ve hastane-dışı” gibi farklı mekân algıları ile yeni sosyalleşme biçimleri oluşturuyorlardı.[12]

Diğer taraftan ıska geçilmemeli ki, 1970’li yıllardan itibaren yaşam bilimleri ile kapitalizm arasında hızlanan trafiğin akışı, biyoekonomiyi [belki bir analitik kavram veya araştırma nesnesi olarak] eleştirel bir bakış açısıyla gündeme getirmeyi zorunlu kılıyor. Zira bu sektör, OECD, Avrupa Komisyonu ve Beyaz Saray’ın rapor ve belgeleri aracılığıyla kavramsal ve edimsel düzeyde, çeşitli ekonomi-politik ve teknobilimsel alanlara nüfuz ediyor. Biyoekonomi, biyolojik olan ile ekonomik olanın karşılıklı üretimlerinin ötesinde, üst üste bindiği bir tasavvura yaslandığı ölçüde, “yaşam”ı ve eşzamanlı olarak “ekonomi”yi tahayyül edişimizi şekillendiriyor. Biyoekonomi, ekolojik sürdürülebilirliğe ve uç noktadaki eşitsizliklere dair artan endişelere karşı yükselen muhalefete bir müdahâle biçimi olarak da karşımıza çıkıyor. Böylesi bir müdahâle, yalnızca alternatifleri görünmez kılmaz yahut bastırmaz; aynı meyanda, neoliberal-kapitalist birikim rejimini korur ve hatta genişletir. Biyoekonomi literatürünü ele alarak kavramın kendisini bir araştırma nesnesine dönüştüren ve oradan hareketle eleştirel bir tartışmayı başlatan ise, STS yaklaşımları olmuştur.

Genom, kök hücre gibi biyolojik materyallerin giderek artan bir biçimde kâr odaklı üretim süreçlerinin parçası hâline geldiği “biyoteknoloji çağı”nda,[13] yaşam ve sermaye ilişkisini ele alan analitik çabalar da, üretilen yeni kavramlar eşliğinde yoğunlaşmaktadır: Biyokapital, biyodeğer, biyoservet, biyoemek, klinik emek, üretim fazlası [artı/k, surplus] yaşam [veya sağlık], mavi-yeşil kapitalizm, vd. Biyoteknolojik yeniliklerin kapitalizm bağlamında irdelenmesi yeni bir şey olmasa da, STS çalışmalarına özgün bir yenilik olarak, teknobilimsel olanla ekonomi-politik olanın birbirini karşılıklı olarak nasıl ürettiğini sorunsallaştırmanın görece yeni bir girişim olduğu söylenebilir. Bir diğer deyişle, STS, biyoteknoloji incelemelerini salt kapitalist bağlama oturtmaz; bilimin ticarîleşmesi, biyolojik materyallerin metalaşması gibi süreçlerin analizini de üstlenir ve böylelikle biyolojik ve sosyal yaşamı düşünüş yordamımızdaki dönüşümlere de işaret etmiş olur. Başlıca referans kaynakları Karl Marx ile Michel Foucault olan bu kuramsallaştırma ediminde, belli yenilikçi nüanslara sahip bu türden araştırmalar, dikkatimizi temel bir noktaya çekmektedir: Yaşamın moleküler düzeyde tahayyülü, üretimi ve yönetimi. Bu çabaya matuf her bir kavramsallaştırma ise, biyoteknoloji çağında sermaye, emek, değer ve yaşam gibi olguları yeniden düşünmeyi teklif eder. Özellikle ‘değer’in nasıl üretildiği ve temellük edildiği, bu incelemelerin başlıca sorunsallarından biridir. Bu da, şu soruları formüle etmeye yarar: Biyoekonomiyi mümkün kılan koşullar nelerdir? Yaşam bilimlerinde gerçekleşen dönüşümler nasıl ve ne dereceye kadar sermaye birikim süreçleriyle ilişkili gerçekleşiyor? Bu dönüşümlerin epistemolojik kurgusu hangi değerleri [ve nasıl] yeniden-üretiyor? Yaşam bilimlerindeki belirli uygulamalarla sermaye nasıl yeniden-üretiliyor; farklı biçimler alıyor mu, alıyorsa nasıl alıyor? Bu gibi sorulara yanıt arayışına giren STS araştırmacıları ise, yaygınlıkla “karşılıklı-üretim” [Sheila Jasanoff] veya “maddesel semiyoloji” [Donna Haraway] gibi kavramlarla ifade bulan, mikro ölçekteki teknobilimsel [epistemolojik, teknik-teknolojik] süreçlerle görece makro ölçekteki ekonomi-politik [üretim ilişkileri ve biçimleri] süreçlerin birbiri içine geçtiğini vurgulayan yaklaşımı benimserler.[14]

Melinda Cooper, yakın zamanlara tarihlenen meşhur eserinde[15] biyoekonomiyi, kapitalist sistemin 1970’lerden itibaren tanık olunan amansız dönüşümünde belirli bir zaman dilimine referansla okur. Neoliberalizm olarak adlandırılan bu zaman diliminde biyolojik [yeniden] üretim ve sermaye birikim süreçleri birbirine daha da yaklaşmaktadır. Biyoekonominin ortaya çıkışı, Cooper’a göre, zamansal olduğu kadar uzamsaldır da: ABD’nin ekonomik ve emperyalist bir güç olarak kendisini yeniden icat etme [self-reinvention] stratejilerinde yaşam bilimleri muazzam bir rol oynamıştır. Yeni yaşam bilimleri teknolojilerinin gelişmesiyle, neoliberal büyüme, kriz ve sınır teorileri ile spekülatif büyüme stratejilerinin kesişimi yaygınlaşmıştır. Diğer bir ifadeyle, Cooper’a göre, neoliberal ekonomi ile biyoteknoloji pratiklerinin ortak hevesi, sanayi bazlı üretimin sonuna gelindiğini işaret eden ekolojik ve ekonomik “büyümenin sınırları”nı, geleceğin spekülatif olarak yeniden-icadıyla aşmaktır. Sınırların ötesinde büyümeyi sağlama hevesi 1970’lere kadar uzanır ve Cooper biyoekonominin OECD politikaları öncesine giden tarihini, politik iktisat ve biyoloji disiplinlerinin değişen hâkim teorilerini birbiriyle ilişkilendirerek ve takip ederek gözler önüne serer. Bu minvalde o, biyoloji, çevre bilimleri ve evrim teorilerindeki teknik ve kuramsal gelişimleri mercek altına alır ve yaşam bilimleri alanındaki yeni fikirler ile ekonomik büyümenin neoliberal retorikleri arasındaki bağlantıları gösterir. Cooper’a göre, neoliberal ekonomik büyüme teorileri ve biyoteknoloji vizyonunun büyümeye yaklaşımı benzerdir: 1972 yılında Roma Kulübü’nün yayınladığı Büyümenin Sınırları başlıklı rapora referansla, büyümenin sınırlarının ötesine geçme arzusunu belirten bir yaklaşımdır bu. İşte tam da bu noktada, biyoekonominin ortaya çıkış ve palazlanma hikâyesi başlar.[16] Paralel şekilde, Herbert Boyer ve Stanley Cohen’in 1973’te yayımladıkları, 20. yüzyıl biyolojisinin o başat Weismann-Mendel paradigmasının ayağını kaydıran bilimsel makalesinin önayak olduğu rekombinant DNA teknolojisi [yani, DNA moleküllerinin laboratuvar ortamında parçalanıp yeniden birleştirilmesine olanak tanıyan teknoloji], biyoteknoloji endüstrisinin palazlanmasında tayin edici bir rol oynamıştır.

Cooper, yaşam bilimleri ile kapitalizm arasındaki geçişimli trafiğin hızlanmasında ABD’nin baskın rolü olduğu, bu nedenle de bu ülkedeki teknobilimsel ve ekonomi-politik gelişmeleri iyi okumamız gerektiğini söyler. Bir diğer deyişle, söz konusu olan sadece yaşam bilimlerinin diğer bilimsel faaliyetler gibi ticarîleşmesi değil, yaşam bilimlerindeki gelişmelerin artı-değer üretiminin genetik, hücresel, mikroskobik düzeyde mümkün olabileceğini desteklemesi ve edimselleştirmesidir. Bu noktada Cooper, yaşam bilimleri ile sermaye birikimi arasında daha da dolaşık hâle gelen ilişkiyi anlamak için Reagan dönemi bilim politikalarına yakından bakmak gerektiğini söyler. Zira ona göre biyoekonomi, tam da bu dönemde bugünkü biçime kavuşmuştur. Nitekim Kaushik Sunder Rajan da, özellikle de 1980 Bayh-Dole Yasası adı verilen ve akademi ile sanayi arasında teknoloji aktarımına önayak olan yasal düzenlemeye atıfla, ABD’deki mevcut yasal ve ekonomik iklimin biyoteknoloji endüstrisinin 1980’lerden itibaren büyük bir ivme kazanmasını mümkün kıldığını belirtiyordu.

Cooper, ABD’nin Reagan dönemindeki bilim politikalarına dair önemli bir saptamada bulunur: Federal hükümetin yani yaşam bilimleri teknolojilerine ve onların ticarîleşmesine yaptığı devasa yatırım, kamu sağlık harcamalarındaki kesintiler ve kuvvetli bir çevrecilik-karşıtlığı ile eşzamanlı olarak ilerlemiştir. Biyoekonomi, işte tam da böylesi bir iktisadî politikanın göbeğinde biçim kazanmaya başlar. Bir diğer deyişle, ABD federal hükümeti kamu sağlığı ve çevre politikalarında “iyileşme”ye gitmek yerine, bu alanlardaki problemlere çözüm bulma sorumluluğunu bir bakıma biyoteknoloji alannında çalışan biliminsanları ile şirketlere devrederek, söz konusu sorunları teknolojik bir ayarlamaya tâbi tutmuş olur ve biyoekonomi de, böylesi bir politik manevra ile şekillenmeye başlar.[17]

Cooper, biyoekonominin Reagan döneminde ortaya çıkış hikâyesini ABD’nin borç ekonomisi bağlamına yerleştirerek tartışmaya devam eder. Buna göre, spekülatif anlamda borcun yenilenmesi, dünyadaki [ve ötesindeki] yaşamın yeniden-üretimi ile örtüşür. Cooper bu noktada odağını biyo-ekolojik yaşama çevirir: Ekonomik büyümeyi sürdürmek, biyoekonomi savunucularına göre, artık biyolojik yaşamın kendi kendini var etme ve örgütleme [autopoiesis] kapasitesine bağlı hâle gelmiştir. Daha da önemlisi, böylesine bir kapasitenin teknobilimsel müdahâleler ile “doğal sınırlar”ın ötesinde geliştirilebileceğini savunur. Kısacası yaşamın kendi kendini var etme kapasitesi, doğal, kendinden menkûl, gizil bir iktisadî değeri imler hâle bürünür. Cooper, bunu [ve günümüze varan uzantılarını], yaşam bilimlerinin askerîleşmesinden HIV/AIDS politikalarına, küretaj-karşıtı hareketlere, biyobankalara, kök hücre ve yapay doku mühendisliğine dek muhtelif örnekler üzerinden yürüttüğü tartışmayla destekliyordu.[18]

Bununla birlikte, ABD’li araştırmacılarla Fransız Pasteur Enstitüsü arasında bilgi ve telif hakları üzerine vakt-i zamanında yapılan meşhur anlaşmanın açıkça ifade ettiği gibi, AIDS virüsünün panzehirini ilk bulan, hiç kuşkusuz büyük kârlar elde edecekti. Richard Sennett de, bir tarihsel tip olarak zanaatkâr [craftsman] üzerinden, iş yapma biçemi, beceriyi tutkuyla [ve mahareti de teknikle] donatmak ile yaşama ustalığı gibi izleklerde gezinirken, sözü bilimsel alana dair çağcıl çürümüşlüğe taşıyordu ve verdiği örneklerden biri de, AIDS’e yol açan virüsün 1980’lerdeki keşif süreciydi. Oradan hız ve yavaşlık, çekişme ve yarışma, nitelik ve gösteriş, ödül ve hırs, mülkiyet ve değer, girişkenlik ve tutku bağlamında verimli ipuçları devşirecekti:

Saatle yarışmak, yani sonuçları ilk önce açıklamak, bilimsel laboratuvarlarda işin kendisini dahi önemsizleştirecek ölçüde hüküm sürer.

Bu durum için berbat bir örnek, AIDS’e yol açabilen retrovirüs gibi, bağışıklık mekanizmasını güçsüzleştiren bir virüs olan HIV’i ilk kez kimin keşfettiği konusundaki tartışmadır. Bu virüsün bulunması 1980’lerde birbirinden farklı iki laboratuvarda gerçekleşmişti; bunlardan birisi Fransa’daki Pasteur Enstitüsü’nde Luc Montagnier tarafından yönetiliyordu, diğeri de ABD’de Robert Gallo tarafından yönetiliyordu. Bu iki laboratuvar arasında acımasız bir tartışma patlak verdi [sonuçta, Fransız Cumhurbaşkanı François Mitterand ile ABD Başkanı Ronald Reagan arasındaki bir anlaşmayla çözüme ulaşıldı].

Tartışma, bu virüsü ilk kez kimin bulduğu konusunda yoğunlaştı. Montagnier’in laboratuvarı bulgularını 1983 yılında Gallo’nun laboratuvarı da 1984 yılında yayımladı; ancak Gallo grubu, daha önce 1974 yılında retrovirüsler konusunda yaptıkları çalışmayı dayanak göstererek kendilerinin önde olduğunu ileri sürdü. Montagnier’in grubu da Gallo’nun ilk kez Pasteur Enstitüsü’nün ürettiği HIV örneğini uygunsuzca kullanmış olduğunu ileri sürdü. Gallo da kendi laboratuvarının, HIV için gerekli kan testlerini mümkün kılarak ilk kez ‘ölümsüzleştirilmiş’ bir hücre dizisinde büyüttüğünü ileri sürdü; dahası, T-hücrelerinin laboratuvar koşullarında büyüme tekniklerini de ilk kez kendisinin geliştirdiğini ileri sürdü. İki laboratuvar bu buluşa hangi ismin verileceği konusunda da tartıştılar: Montagnier LAV, Gallo da HTLV-III kısaltmasını kullanmaktaydı; iki ülke başkanı ise ‘HIV’ adında uzlaştılar. Bu bıktırıcı tartışma biliminsanlarının kariyeri bakımından hayatî önemdeydi; gelecekteki patentlere göz dikilmiş olması, biliminsanlarının bu virüse kimin ‘sahip’ olduğu tartışmasında etkiliydi.

Bu tarihler ve isimlendirmelerle ilgili sorunların altında yatan şey, hangi laboratuvarın daha iyi iş çıkardığına dair acı verici bir tartışmaydı…”[19]

Biyomedikal Rejimin Prototipik Öznesi: Berlin Hastası

HIV/AIDS’in [bu defa keşfi değil ama] ortadan kaldırılması çabası da, günümüzde amansız bir endüstriyel rekabetin konusudur. Gilead, Merck, GSK, Sanofi-Pasteur, Bristol-Myers, InnaVirVax, Mologen, Sangamo, Abivax, Zion Medical, Bionor, Basilea, AiCuris, yahut [Bill ve Melinda Gates Vakfı’nın desteklediği] Immunocore gibi muazzam ölçekteki firmalar, dahası NIH veya CDC gibi kurumların, orta ölçekli ilaç veya biyomedikal cihaz firmalarının, birtakım vakıfların, enstitülerin, üniversitelerin sübvanse ettiği sayısız araştırma grubu o ‘kurtarıcı iksir’i bulabilmek adına, milyonlarca dolar aktardıkları projeleri telaşla sürdürmektedir: Uzun etkili durdurucu [long-term nonprogressor] ajanlar, önleyici veya terapötik aşılar, lokal mikrop öldürücüler [microbicide], gizil [latent] HIV rezervuarını hedefleyen kök hücre [gen terapi, transplantasyon] deneyleri, LRA’lar [latency-reversing agents] ve immünoterapi [CAR T-hücresi tedavisi, vd.] çalışmaları, gen-editleme ve CRISPR teknolojileri…[20] Nitekim “Bilim Kazanı” ismiyle bilinen dijital popüler bilim platformundaki[21] işitsel yayınlardan [podcast] on dokuzuncusunda [Temmuz 2014], ekibin kurucu üyelerinden HIV/AIDS uzmanı virolog Dr. İlker Öztop ile söyleşiliyordu. Orada Öztop, Harvard Üniversitesi’nde 8 yıl süren doktora çalışmalarının muhasebesini yapıyordu. Bu alandaki rekabetin ne denli çetin ve yoğun olduğundan, bu yüzden de makale/yayın yapmanın güçlüğünden söz ediyordu. Spesifik olarak aynı konuyu çalışan laboratuvarlar arasındaki amansız çatışmalara içtenlikle değiniyordu. Dahası, aynı konuya yoğunlaşan araştırmacıların aynı laboratuvar ortamında bile daha hızlı neticeler alınması ve verimliliğin artırılması için [sürat yarışını kızıştıracak bir idarî strateji olarak] rekabete sürüklendiklerine ilişkin detaylar veriyordu. Öte yandan bu, elbette ki sadece HIV/AIDS araştırmalarına özgü bir durum değildir. Anımsanırsa, James Watson’ın DNA molekülünün çifte sarmal yapısını Francis Crick’le beraber nasıl keşfettiklerinin[22] öyküsünü paylaştığı o meşhur İkili Sarmal [1968] kitabı dedikodular, kibirli ögeler, rekabet unsurları açısından bereketlidir. Keşif sürecinde biyokimyager Erwin Chargaff’ın bir moleküler gözleminden ipucu olarak yararlanmışlardır. Chargaff’a ilişkin şu satırlar, bilimsel alanın mümessillerinin [Gaston Bachelard’ın da üzerinde ısrarla durduğu] kültürel-psikolojik normlarına dair zengindir:

“[T]emmuz başlarında John Kendrew yeni ofisimize gelerek Chargaff’ın yakında bir akşam için Cambridge’e geleceğini söyle[di]. Chargaff’la akşam yemeği için John, Peterhouse’ı ayarlamıştı. Francis [Crick] ve ben daha sonra Johhn’un odasında içki için çağrılmıştık. John, yemek sırasında ciddi konulara girmeyerek sadece Francis ile benim DNA’nın yapısını model inşa ederek çözme olasılığımızdan söz etmiş. DNA konusunda dünya çapında bir uzman olan Chargaff, önce, adı hiç duyulmamış insanların yarışı kazanmaya çalışmasından hiç hoşlanmamış. Ancak John ona benim tipik bir Amerikalı olmadığım güvencesini verince bir kaçıkla konuşacağını anlamış. Beni görmek sezgilerini daha da güçlendirmişti. Hemen saçım ve şivemle alay etmeye başladı. […] Amerikan Hava Kuvvetleri personeli ile karıştırılmamak için saçlarımı uzattığımı açıkça söylemem ise zihinsel dengesizliğimi kanıtlıyordu.”[23]

İşte tam da bu noktada, sırası gelmişken, biyomedikal-farmasötik rejimin biyokapitalist ve özneleştirici unsurlarıyla büsbütün ayyuka çıktığı bir örneğe uğramak zorunludur: Berlin hastası olarak da bilinen Timothy Ray Brown [d. 1966], liseden bu yana kişisel hayatında görünürlüğü olan bir eşcinseldi. Öyle ki, 1989-90 yıllarında, ABD’den ayrılmadan evvel, ACT UP Seattle buluşmalarına gitmekte olduğunu anlatıyordu. Sonra Barcelona’ya taşınır. Muhtemelen orada HIV’le enfekte olduğu kanaatindedir. Almanca öğrenir ve Berlin’e taşınmaya karar verir. 1995’te orada HIV tanısı alır ve ilgili ilaçlarını kullanmaya başlar. Bir vesileyle New York’ta iken, 2006 yılında oldukça bitkin düştüğünü fark eder. Sonrasında yapılan muayeneler ve kemik iliği biyopsisi sonucunda, HIV-pozitif olmasına ek olarak, bir lösemi türü olan AML tanısı da alır. Tedavi sürecinde, CCR5 reseptör geninin delta-32 bölgesi bir bakıma HIV’in tutunup da beyaz kan hücrelerine yerleştiği tutamak olduğu için, buranın mutasyonunun da bir tür doğal bağışıklık direnci anlamına geldiği [ki bu 1996’da keşfedilmişti], ve söz konusu mutant kök hücre naklinin tedavide işe yarayacağı[24] hipoteziyle tasarlanan bir çalışmanın, daha doğrusu onkolog Dr. Gero Hütter öncülüğündeki bir ekip tarafından üstlenilen bir yeni tedavi protokolünün [kendi tabiriyle] “kobay”ı olmayı kabul edecektir. Lösemisi nedeniyle kemik iliği nakli olacaktır ve her iki allelinde CCR5 moleküler kompleksini sentezleyen gen bölgesinin mutasyonu olan bir kemik iliği donörü [CCR5-delta-32 donörü] bulunabilmiştir. Daha sade deyişle, HIV’in hücre içerisine girmesini sağlayan CCR5 molekülünün işlevini yitirdiği ender sıklıktaki bir bağışçıdan [Stephen Crohn, 1946-2013] 2007’nin Şubat ayında kendisine yapılan nakille birlikte hastanın HIV tedavisi için aldığı antiretroviral ilaçlar kesilmişti. Bundan 13 ay sonra, hastanın lösemisi nüksedince, tekrar kontrol altına alınan hastaya ikinci kez aynı donörden kök hücre nakli yapılmıştı. Ağır bir komplikasyon olarak nakil [greft] reddi gelişmişti ve üstesinden gelindi. Neticede bu son derece riskli ve agresif tedaviyi[25] alan Brown’ın bedeni HIV virüsünden arındırabilmişti ve tedavi sonrası 5 yıldan uzunca bir süre kanında/dokularında virüsün izine rastlanmamıştı. 2011 yılı itibarıyla artık “şifa ile HIV’den kurtulan” hasta olarak kesinkes kayıtlara geçmişti. Brown, 2012’de kendi ismiyle anılan ve HIV/AIDS mücadelesine adanan bir vakıf kuracaktı.

Merak edilirse, Brown, ilk HIV-pozitif tanısı aldığında, pek tabii ki şok olduğunu, korktuğunu ve kendisini yalnız hissettiğini, buna mukabil toplumsal açıdan damgalanmış hissetmediğinin altını çiziyordu ve bunu da Berlin’in özgürlükçü ortamına yoruyordu. HIV statüsünü patronuyla, mesai arkadaşlarıyla rahatça paylaşabilmiş ve destekleyici bir muamele görmüştü.[26] 2008’in sonbahar aylarından başlayarak, peyderpey bir şöhretli ünlüye [celebrity], bir popüler ikona dönüşmüştü. Röportajlar, konuşma teklifleri, sansasyonel spotlar, dergi kapakları birbiri ardına sıralanıyordu. Bir zafer hikâyesinin ana aktörüydü ve tarihlere “AIDS’i yenen insan” olarak geçecekti.[27] Ne olursa olsun, Brown’ın tedavisi, hem maliyeti, hem uygun donör bulma güçlüğü, hem de yaşamboyu sürebilecek muhtemel komplikasyonları nedeniyle riski oldukça ağır bir protokoldü. Şuraya varılmalı: Yenilikçi retoriklerdense, sözgelimi “AIDS’le mücadelede sevindiren haber, umut verici gelişme, AIDS’e karşı yeni umut, AIDS tarihe karışıyor, AIDS’in sonu, HIV’in yenilgisi, AIDS tedavisinde flaş gelişme, çığır açan yeni madde, yeni teknik, yeni aşı” gibi sansasyonel ve sismik yaygaracılıktansa, en sıradan sağlık nosyonu bakımından, tedavi maliyetleri ve mevcut tedavilere kaç kişinin erişebildiği sorunsalı çok daha fazla önem arz eder. Yeni ilaç ajanlarına dair araştırma-geliştirme faaliyetini desteklemek önemli olsa da, mevcut ilaçların ucuza üretilip düşük kârla pazarlanabilmesinin önünü açabilmek daha büyük önemi haizdir. Değil mi ki günümüzde dünya genelinde yaklaşık 37 milyon HIV taşıyıcısı bulunuyor, bu kişilerin büyük çoğunluğu Afrika ülkelerinde yaşıyor ve tüm HIV taşıyıcılarının yaklaşık yarısı tedaviye erişemiyor.

Şu hâlde bugüne bugün, Timothy Ray Brown’ın aktüel söylemleri, artık büsbütün medikalize bir öznelliğe çıkar. Mikrofon başındaki kamusal söylemleri daima serolojik, virolojik, immünolojik malûmatla donanmış ve aktivizm içeriği, eleştirel rezervleriyle birlikte sırra kadem basmış gibidir. Biyokapital kuvvetlerince nasıl da sarmalanmış olduğunu ve bir tür “endüstriyel enstrüman”a dönüştürüldüğünü görebildiğine dair pek bir emare yok gibidir.[28] Hastalığın o “muzdarip” fenomenolojisi de tıraşlanmış, büsbütün fizikalist bir serinkanlılıkla bezenmiş gibidir. Tıbbî-biyolojik meselelere dair bolca okuduğu anlaşılmaktadır ve o da zaten bunu arzuluyor gibidir. Popülaritesi ve onu çepeçevre saran bilimsel-yenilikçi hale, HIV/AIDS bahsinde hâlen sürmekte olan ayrımcılıkları [kanıksama veya yadsıma değil ama] ona unutturmuş gibidir. Bütün bu “gibidir”ler ise, onu, artık emekliye ayrılmış bir queer veteran olarak düşünmemizi mümkün kılar. O arada çağdaş biyopolitik öznelliklere ilişkin yeni sorularla benliğimizi dürter, kafamızı karıştırır.

Sona Doğru

Postmodern süreçte beden mefhumunun sorunsallaştırılması ve bunun gözetim yahut sürveyans dinamikleri ile ilişkilendirilmesindeki kritik aşamalardan belki de en önemlisi, bedenin modern epistemoloji çerçevesindeki bağlamından çıkarılarak parçalanması, bölümlenmesidir. Öznelliğin kurulumu, modernite evresinde, panoptik aygıt tarafından beden ile iradenin köprülenmesiyle iktidarın içselleştirilmesinden geçiyordu bir bakıma. Beden, özneleşme sürecinin, yani iktidar ilişkilerinin bireyi kuşatmasının tam merkezinde yer alıyordu. Bu açıdan bir nesnellik kipine dönüştürülmüş durumdaydı. Beden, panoptikon ile fiziksel bir uzamla sınırlandırılabilmişti ve bu, takibat ve gözetime olanak tanıyan özgül bir zemindi. Hâlbuki günümüzde, bedenin ele alınışındaki sorunsallaştırma ekseninde gerçekleşen bir dönüşümden söz edilebilir. Gerçekten de bugüne bugün, özneleşme tertibatları ile beden arasında varsayılan doğrusal bağın geçerliliği sorgulanmaya değerdir.  Özneleşme, bundan böyle, bir dizi dışsal pratiğin sonsuz ve ucu açık eklemlenmesinin ürünü olarak, bitimsiz bir sürece tekabül etmektedir. Anlamlan[dır]ma dünyası içinde, açık uçlu ve sonsuz bir çoğullaşmaya göndermede bulunur. Bu da ikili karşıtlıklara ve hiyerarşik düşünmeye müdâhil olabilmenin imkânını yaratır. Merleau-Ponty ile Deleuze fikriyâtı imdada çağrılırsa, öznenin mutlak bir koşul olarak nesneyi beraberinde getirmek zorunda olmadığı, özneleşmenin de ancak nesneyi zapteden bir öznenin fâilleşmesi yoluyla anlam kazanması gerekmediği ifade edilebilir. İşte bu, özneleşme olanaklarını, özneyi görülebilir ve dahi görüntülenebilir kılan, ifade edilen dilin alanına yerleştiren panoptik adlandırma rejiminin dışına taşımaya hamle yapmanın düşünsel fırsatıdır. Böylelikle beden-özne örtüşmesi, artık sekteye uğratılmıştır.

Öyle ki çağdaş anlamda bilgi, zaman ve mekân düzlemindeki örtüşme çizgilerinin saptanması olarak ele alınamaz; olumsaldır. Artık bilginin konusu görülebilir fenomenler ile bunların adlandırılması problemi olmaktan çıkmıştır. Zamansal sabitlenme imkânlarının geriye itildiği bir ahvâlde bilgi, ezelî bir momente değil, yalnızca diğer unsurlarla ilişkiye sokulacak ve tekrar değişime uğrayacak bir fragmana tekabül eder. Nesnenin bilgisi, onun potansiyel oluş biçimlerini gösteren bir temsile dönüşmüştür. Böylece bilgiye dayalı sabitleyici yönetsel tekniklerin yerini, akışkanlığın ve olumsallığın idaresi almıştır. Bunun canlı biyolojisi özelindeki karşılığı, gen bilimlerinin yükselişidir. Bedenin konturları çizilerek onu zaman-mekân düzleminde sabitlemenin artık pek mümkün olmadığı bu yeni bilgi rejimi, bedeni fizyolojik açıdan problemsiz bir yapı olarak önvarsaymaz. Ampirik görünürlüğün ötesine geçen bir derinlikle, onu maruz kalmaya ve muhtelif müdâhale biçimlerine açık hâle getirir. Bedenin hastalığa yakalanma olasılıklarından söz ederken, onun gerçekte ne olduğuna değil, ne olabileceğine yatırım yapmış olur. Mevcut şimdi yerine, olabilecek bir belirsiz gelecek zamana zar atar. Dahası, türsel canlı kavrayışının tür-içi farklılıklara doğru dallanarak çoğullaşması, Robert Castel’in tarifiyle “farklılıkların teknokratik yönetimi”ne karşılık gelir. Bu da hastalıkların ortaya çıkarılması ve bir neden-sonuç güzergâhında keşfedilmesinden, ucu açık bir pozitiflik olarak sağlıklı olma durumunun koşullarının anlaşılması ile bizatihi sağlığın moleküler-genomik açıdan serimlenmesi çabasına, kısacası beden-altı düzleme doğru kaymanın bir neticesidir. Anımsanırsa ‘immünoloji’den çıkan genel sonuç, bedenin tekilliğine dairdir; bedenin benlikten veya kendilikten ayrıldığı evrenin araştırılmasına dayanan bir bilim dalıdır o. İmmünoloji ile birlikte beden, soyut-evrensel bir kategoriye denk düşen bir kendilik varlığı içinde anlam kazanan bir modern antite olmaktan çıkar. O arada tekil varoluşu tümel bir kategori tarafından yapılandırılan ve nesnesini dönüştürme kudreti taşıyan modern özne de iptal edilir; özerkliği de artık beden üzerinden anlaşılamaz ve beden de, özerkliğe davet edilen öznenin bedenlendiği [embodiment] uzamı temsil edemez. Bunun adı, tikelliğin ontolojisidir. Böylece hastalıklara ait tanımlama şablonu içerisindeki kavramlar dönüşüme uğramıştır: Hastalık artık duyumsamanın, fizyolojik olarak hastalık sürecine ait emarelerin özne tarafından hissedilmesinin ötesinde, olabilirliği bir ihtimal dâhilinde olduğu varsayılan bir şeye dönüşmüştür. Bedeni incelemek ve gözetlemek, benliği kurgulayan söylemlerden farklı yöntemleri, yeni bir klinik bakış rejimini gerektirmektedir. Bu da, bedenin mekânsallıktan, klinikten koparılmasını ilan eder ve uzaktan, sürekli, görünmeksizin ve [en önemlisi] bizzat bireyin kendisi tarafından gözetim altında tutulmasını işaret ederek, tedaviyi dışsal bir müdahâle pratiği olmaktan çıkarır ve nihayet onu bir yaşam prensibi hâline getiren “kendilik pratiği”ne dönüştürür. Artık karşımızdaki şey, “kendilik yatırımlarının belirli bir normallik düzlemine uyarlanması için yapılandırılan bir beden yerine, kendiliğin uyarlanamaz bir biçime sokulmasının olanaklı evrenini temsil eden bir beden düşüncesi”dir.[29] Dolayısıyla bedenlerin tekilleşmesinden tikelleşmesine doğru açılan bu yolda, karşımızda artık uyarlayıcı pratikler yerine, beden teknolojilerinin kurucu aygıtlarının tekelleştiği bir iktidar şebekesi, yani “tikelliğin mizacına uygun bir biçimde örgütlenen montajlayıcı [assemblage] iktidar aygıtları” olacaktır. O da en temel olarak “biyokapital”dir. Unutmayalım ki biyokapital, bir tür “gösterge değeri” üzerinden bedensel hastalık süreçlerine anlam yüklediği ve yükleyerek bedenleri dışsallaştırdığı ölçüde semiyotik kapitalizme içkin bir şeydir.[30]

Altını kalınca çizmek gerekir ki, egemen anlamlandırmaya normatif bir karakter kazandıran “semiyotikleştirme süreçleri”ni üretim/mülkiyet ilişkilerinden ayırmayı reddeden isimlerin başlıcası Deleuze ve Guattari ikilisi idi. Öznellik üretimi, hem makinesel düzenlemelere [insan ile insan-olmayanların kümelendirilme tarzlarına] hem de sözcelem düzenlemelerine [gösterge rejimlerine] içkin biçimde tâbi olan bir muktedir faaliyetidir. Diğer deyişle, öznelliğin üretimi denilen şey, tam da bu iki düzenlemenin gerçek koşullarının zemininde zuhur eder.[31] İşte, Paula A. Treichler’ın yakıştırmasıyla bir “anlamlandırma salgını” olarak HIV/AIDS, iktidar öbeklerinin mikro-ilişkisel düzlemde, “soyut makineler”i eliyle türettiği bir şeydir ve Foucaultcu “iktidarın mikrofiziği” kavramsallaştırmasını teyit eder şekilde “gerçek”tir. Öznellik ve değer/gösterge üretiminden ayrı düşünülemez.

 

DİPNOTLAR

[1] Cool Anılar I-II [1980-1990], çev. A. Sönmezay, İstanbul: Ayrıntı, 2014; s. 185.

[2] Biyopolitika, çev. U. Özmakas, İstanbul: İletişim, 2013.

[3] Günümüze gelinceye kadar, gerçekten de, bedenin taşıdığı anlamların tek bir kategorik okumaya yer bırakmayacak kadar sonsuz bir sığası vardır: Hıristiyanlığın “tanrısal” ile “ölümlü”nün bileşimine dayanan bedenselliği; gündelik hayatta bedenin ait olduğu toplumsal katmanın bir parçası olmaktan kurtulamayışıyla tanımlanan yüzyıllar; fuhuş ve mastürbasyonun tarihi; egzersizlerin ve savaş oyunlarının dönüşümü; kadavralar üzerindeki çalışmalar ve anatominin gelişimi; bedenin tıbbî yapısına dair varsayımların geçmişi; canavarlara ve hermafroditlere ilişkin yargılar; kralın anonim ve olağanüstü bedenine ilişkin pratikler ve nihayet, bedenin yüceltilmesi ve bakışın erotikleşmesiyle güncel dönemecine erişene kadar gider bu. Buna dair Türkçedeki esaslı tercüme kaynak; Alain Corbin, Georges Vigarello ve Jean-Jacques Courtine’in derlediği Bedenin Tarihi ciltleridir [İstanbul: Yapı Kredi Yayınları].

[4] Bkz. Beden, Tıp ve Felsefe, İstanbul: NotaBene, 2018; s. 28-29. Ayrıca bkz. Hekim ve Heybesi: Tıp, Bilim, İdeoloji, İstanbul: NotaBene, 2017; s. 68-72.

[5] Türkçede bkz. Biyokapital: Genom-Sonrası Hayatın Kuruluşu, çev. A. D. Temiz, İstanbul: Metis, 2012.

[6] Demek ki bilginin kendisinin, hem metaya hem de yeniden bilgiye çevrilebilen bir mübadele birimi hâline gelmesi demek, biyolojik bilginin, akademik soyutluğunun dışında, toplumsal yaşamda ete-kemiğe bürünmesi, bunun da ancak onun herhangi bir biyomedikal-farmasötik ürün ya da malzeme hâline gelmesiyle mümkün olması demektir. Söz konusu biyolojik ürün bir “ilaç” olarak eczane raflarına çıktığında, hem hastanın ihtiyacını karşılayacak bir kullanım değerine kavuşur ve hem de değişim için üretilmiş bir meta olduğundan “mübadele-değişim” değeri kazanmış olur. Kuşkusuz kullanım değeri aynı zamanda bir “etik değer” olarak da onu üreten bilimcisine, insan hayatına yarar katma onuru bahşederken, piyasa değerini kendi hanesinde toplayan firma ya da özel sermayeye “kâr” sağlayacaktır. Gereksinimsel/yaşamsal kullanım değerinin vazgeçilemezliği ise, bu dinamiğin sigortasını teşkil edecektir. O hâlde biyomedikal-farmasötik bir materyal olarak ambalajlanan enformatik bilgi, bir mübadele birimi, bir değişim ürünüdür.

[7] Simians, Cyborgs, and Women: The Reinvention of Nature, New York: Routledge, 1991; s. 7-68, özellikle, s. 43, vd.

[8] Bkz. Umut Y. Kara, ‘Donna Haraway: Biyopolitik Bir Giriş’, Biyopolitika [Cilt-II]: Foucault’dan Günümüze Biyopolitikanın İzdüşümleri içinde, ed. O. Kartal, Ankara: NotaBene, 2016; s. 241-247, özellikle, s. 243-245.

[9] Bkz. Biomedia, University of Minnesota Press, 2004; s. 14-15 ve 40. Kısaca, şuraya da başvurulabilir: ‘Biomedia’, Critical Terms for Media Studies içinde, ed. W. J. T. Mitchell ve M. B. N. Hansen, University of Chicago Press, 2010, 117-130; s. 126, vd.

[10] G. Kendall ve G. Wickham, Foucault’nun Yöntemlerini Kullanmak, çev. U. Y. Kara ve T. Sivrikaya, İstanbul: Islık, 2016; s. 237-238.

[11] F. Mayor, ‘Bugün ve Yarın: Bilim ve İktidar’, Bilim ve İktidar içinde, ed. F. Mayor ve A. Forti, çev. M. Küçük, Ankara: TÜBİTAK, 2008; s. 153-192, özellikle, s. 171-172.

[12] Bkz. A. Terzioğlu, ‘Vatandaşlığı Biyoiktidar ve Sağlık Eşitsizlikleri ile Tartışmak’, Cogito, 90. sayı, Bahar 2018; s. 231-240.

[13] Açımlanması bu metnin konusu olmayan bir dipnot düşelim: Bu bağlamda bir “şarlatan” olarak nitelendirmekten çekinmeyeceğimiz Jeremy Rifkin’i ne kadar az anımsarsak, o kadar yerinde olacaktır. Kasıt şudur: Biyoteknoloji Yüzyılı: Genlerden Yararlanma ve Dünyayı Yeniden Kurma, çev. C. Kapkın, İstanbul: Evrim, 1998.

[14] Bkz. Duygu Kaşdoğan, ‘Biyoekonomi: ‘Yaşamın Ekonomi-Politiği’ Üzerine Bir Düşünce Deneyi’, Toplum ve Bilim, 144. sayı [‘Bilim, Teknoloji, Toplum’], 2018; s. 194-217.

[15] Life as Surplus: Biotechnology and Capitalism in the Neoliberal Era, University of Washington Press, 2008.

[16] D. Kaşdoğan, aynı yer, 2018; s. 206-207.

[17] Kilometre taşlarına ilişkin maddî bir özet geçelim: Birleşik Devletler’de, 1980 yılında Diamond v. Chakrabarty’ye ilişkin temyiz mahkemesi kararıyla, hem insan yapımı canlı organizmaların hem de genetik materyalin kendisinin patentlenmesinin önü açılmış oldu. Bundan sadece sekiz sene sonra, Birleşik Devletler Patent ve Marka Dairesi [USPTO], Harvard Üniversitesi’ne laboratuvarda kanser araştırması için kullanılan “oncomouse” adlı genetiği değiştirilmiş bir canlı hayvan için ilk kez patent hakkı verdi ve bu, yeni bir dönemin başlangıcı sayıldı. Teknobilimsel füzyonun ortaya çıkıp gelişmesi, temyiz mahkemesi kararı, patentlemede ve ekonomi politikasında gözlenen müteakip gelişmelerin hepsi, küreselleşme olgusuyla ve yetmişlerin ortalarında başlayan “bilgi ekonomileri”nin kurulmasıyla aynı periyoda denk düştü. Esas imzayı atan ise, elbette ki Reagan devri politikaları olmuştu. 1980’e tarihlenen Bayh-Dole Yasası, yine ona ek olarak üniversite ile endüstri ilişkilerini geliştirmek için düzenlenen bir dizi yasal altyapı düşünülebilir: 1980 Stevenson-Wydler Teknolojik Yenilik Yasası, 1981 Ekonomik Düzelme için Vergi Yasası, 1984 Ticarî Marka İzah Yasası, 1986 Federal Teknoloji Transfer Yasası gibi çok sayıda yasal düzenlemenin ardında yatan mantık tamamen ticarîydi. – Detay için bkz. Gürol Irzık, ‘Neoliberal Dünyada Bilimin Ticarîleşmesi’, 21. Yüzyılda Karl Polanyi’yi Okumak: Bir Siyasî Proje Olarak Piyasa Ekonomisi içinde, der. A. Buğra ve K. Ağartan, çev. A. Kılıç, İstanbul: İletişim, 2009; s. 187-210, özellikle, s. 193-195, vd.

[18] D. Kaşdoğan, aynı yer, 2018; s. 208-209, 211.

[19] Zanaatkâr, çev. M. Pekdemir, İstanbul: Ayrıntı, 2013; s. 326-327. Merak edilirse, söz konusu çalışmalarından ötürü 2008 yılında Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’ne layık görülecek olan isim, Luc Montagnier ile onun Pasteur Enstitüsü’nden mesai arkadaşı Françoise Barré-Sinoussi olacaktı. Robert Gallo ise, konuyla ilgili hüsranını açıklayacaktı.

[20] HIV alt-tiplerinin genotipi, insandan insana %35’e varıncaya dek farklılaşmaktadır. Esasında HIV’in minör anlamda yaklaşık 100 alt-tipi [subtype] mevcuttur. Üzerinde en çok çalışılan, en fazla araştırma yürütülen ise, tüm vakaların kabaca %12’sini oluşturan “B alt-tipi”dir. Çok sayıda alt-tipi bulunan HIV’in çoklu mutasyon kabiliyeti ve genetik heterojenitesi, araştırmacıları, ‘şifa iksiri’ni konakçıda bulmaya yönlendirmiş gibi gözüküyor. Dolayısıyla tedaviye yönelik çabalar, artık edinilmiş değil, doğal [natural, innate] bağışıklığa odaklanmış durumda. Aşılama çalışmaları da, modifiye edilmiş ve zayıflatılmış patojenik antijenleri enjekte etmeye değil, özgül antikorların takviye edilmesine dayanıyor [retro-vaccinology]. Kısacası organizmanın mevcut bağışıklık yetisi, kabaca birtakım serum takviyeleriyle güçlendirilmeye çalışılıyor.

[21] Bkz. bilimkazani.org.

[22] Watson ve Crick, DNA’nın ikili sarmal biçimindeki helezonik yapısını ve üzerindeki dört kimyasal bazın birbirine bağlanma düzenlerini açığa çıkarmakla “yaşamın şifresi”ni 1953 yılında ortaya koydular. İkili, X-ışını kırınım çalışmalarıyla bu keşifte önem taşıyan İngiliz biyofizikçi Maurice Wilkins ile birlikte 1962 yılında fizyoloji/tıp alanında Nobel’e layık görüldü.

[23]Aktaran: E. B. Bolles [der.], Galileo’nun Buyruğu: Bilim Yazılarından Bir Derleme, çev. N. Arık, Ankara: TÜBİTAK, 2008; s. 236-240.

[24] Nitekim CCR5 reseptör baskılayıcıları [antagonist] tedavide kullanılmaktadır. 2007 yılında ilk kez ruhsatlanan maraviroc etken maddesini anımsatalım.

[25] Nitekim Brown, aldığı kemoterapi nedeniyle beyninin bir “kızartma”ya döndüğünü hissettiğini ve büsbütün “sefil düştüğünü” söylüyordu.

[26] M. M. Lederman ve E. Pike, ‘Ten Years HIV Free: An Interview with The Berlin Patient, Timothy Ray Brown’, Pathogens and Immunity, 2/3, 2017; s. 422-430.

[27] Söz konusu tedavi çalışmasının bir akademik neticesi olarak, 400’ün üzerinde bilimsel atıf alan meşhur makalenin künyesi şudur: K. Allers, G. Hütter ve diğerleri, ‘Evidence for the Cure of HIV Infection by CCR5-Δ32/Δ32 Stem Cell Transplantation’, Blood, 117 /10, 2011; s. 2791-2799.

[28] Tedavisinin en güzel yanını, “günlük ilaç almasının gerekmemesi ve hayatta kalmak için doktorlarına sürekli bağımlı kalmak zorunda olmayışı” olarak sıralayan Brown, 2017’de, yeniden HIV kapmamak için PrEP preparatı olarak Truvada kullandığını rahatlıkla açıklayabilmişti. Merak edilirse, bugün AIDS yönetiminde, Gilead firmasının Truvada preparatı özelinde bir tekelleşme trendi olduğu ampirik olarak kolaylıkla saptanabilir.

[29] E. Baştürk, Gözetimin Soykütüğü: Foucault’dan Deleuze’e Postmodern Bir Arkeoloji, İstanbul: Kalkedon, 2016; s. 162-172.

[30] Anımsanırsa, az evvel bir tür “medikalize öznellik” ve de “liberal kişilik” olarak Timothy Ray Brown üzerinden bu ahvâle işaret edilmişti.

[31] Burada, Oğuz Karayemiş’in 2014 yılında kişisel blogunda [Şizoanaliz Günlükleri: Notlar, Teorik Müdahâleler, Terapik Çabalar] yayınladığı bir metninden ilham alıyorum [schizoklinik.blogspot.com].