Alain Badiou’nun 21. yüzyılda komünizmi yeniden düşünmenin zorunluluğuna dair başlatmış olduğu tartışma, bu konuda ileri sürdüğü fikirler ve gerekçeleri dünyanın pek çok yerinde devrimci düşünürlerce ele alınmaya, yorumlanmaya, eleştirilmeye devam ediliyor.[1] Elbette Badiou’nun çabasını bu derece etkili kılan birkaç neden var. Her şeyden önce Badiou çağdaş dünyamızda yaşayan ve rüştünü ispatlamış bir filozof olarak kabul görüyor. Bu da akademikler arasında önemli bir ilgi yoğunlaşmasına neden oluyor. Slavoj Zizek ile birlikte kapitalizm karşıtı alternatif hareketler üzerinde de belirli bir etkileri olduğu kesin, zaten kendisi bireysel geçmişi itibariyle bu hareketlere uzak değil. Dolayısıyla komünizm tartışmasına muhalif kitlelerin ilgisi ideolojik bir bakışımlılıkla gelişiyor. Ayrıca Badiou’nun felsefi ve kültürel tutumuyla “komünizm fikri” arasında olağanüstü geçişliliğin/tamamlayıcılığın varlığı ortada. Bütün bunlarla birlikte Badiou’nun başlattığı tartışmanın o ya da bu çevrelerden katılımcılarının motivasyonunu belirlemek, bu tartışmanın aynı zamanda neden kalıcılaştığını açıklamaya yetmiyor.
Açıkçası uzun bir süredir geleneksel sol söylemlerin yinelemekten bıkmadıkları kriz söyleminin böyle bir tartışmaya yeterli ölçüde kaynaklık edebileceği kabul edilemez. Kapitalizm ve şeyleşme, demokrasi, insan hakları, küresel eşitlik, ekolojik yaşam, kimlik siyaseti, toplumsal uzlaşılar, barış gibi birçok tartışma başlığı da en az kriz söylemleri gibi toplumları mobilize etmekten çok tepkisel tutum almaya itiyor. En nihayetinde bu tartışmayı canlandıran şey(ler) yukarıda sıralanan gerçekler de dâhil başka bir şey(ler) olmalı.
Benim bu konudaki tutumumu belirleyen şey, bir bütün olarak toplumsal hareketliliklerin yeni yüzlere ve deneyimlere sahip olmaya başladığı ya da bu eğilimlerle geliştiği konusunda ortaya çıkan kanaatlerin doğruluğu yönündeki tespittir. Toplumsal hareketliliklerdeki her yenilenme kendisini “ölçülemez bir ölçü” olarak bir imge ya da ütopya fikri ile örgütlemeye çalışması doğaldır. Aynı şekilde siyasal ve toplumsal yenilenme gerçekliğinin de komünizme ihtiyaç duyması doğaldır. Bir başka ifade ile Badiou’nun başlattığı bu tartışma konjonktürel bir gerekliliğin sonucu olmaktan çok, siyasetin varoluşsal yenilenme tutkusunun ve arayışının bir sonucu gibi görünmektedir. O halde her siyasal ve toplumsal yenilenme en nihayetinde fikri düzeyde bir açılıma ihtiyaç duyduğu için bu tartışma yenilenme gerçekleşinceye kadar devam edecektir.
Tekrar etmekte fayda var: tartışmanın kaynağı Badiou’nun komünizmi İdea olarak belirlemesiydi. Badiou’ya göre İdea hem yenilenmeye hem de fikri olarak gerçekleşmeye olanak tanıyan üç temel öğeye sahiptir: i) “hakikat prosedürü”, ii) “tarihsel aidiyet”, iii) “bireysel bir öznelleştirme”. Komünizm de böyle bir İdea olarak bu üç temel öğeye sahiptir. Eğer bunlardan (sırasıyla) herhangi biri eksik kalırsa, komünizm İdeası i) “yanılsama”, ii) “eksiklik”, iii) “dogmatiklik” olarak zuhur edebilir. Bir başka ifade ile komünizm tartışması yaşanılan zamanın yenilenmesinde neyin yanılsama ya da hakikat, neyin eksiklik ya da fazlalık, neyin öznelleşme ya da nesnelleşme olduğunu göstermektedir. Fakat Badiou’nun komünizm tartışması artık onun kimi yazılarının çerçevesini geride bırakmış gibi görünmektedir. İşte bu yazıda söz konusu tartışma bağlamında hem Antonio Negri’nin “Komünizm: Kavram ve Pratik Üzerine Bazı Düşünceler”ini hem de Felix Guattari ile birlikte kaleme aldığı Bizim Gibi Komünistler kitabını değerlendirmeye çalışacağız.[2]
Negri, Badiou’nun tutumunu şu ifadelerle sorgulamaya başlar: “Tarihte, üretken güçler genellikle kendilerini kuşatan ve kendilerine hükmeden sosyal ilişkileri ve kurumları da üretir: Bütün tarihsel belirlenimlerde bu aşikârdır. Peki, bu durumdan çıkma ve üretken güçleri (sınıf mücadelesinin işleyiş halindeki anlamını gizleyerek) kapitalist üretim ilişkilerinin sultasından kurtarma olasılığı neden tarihsel bir yanılsama, siyasal ideoloji ya da metafizik saçmalık olarak görülsün?” (2011: 181, italikler bana ait). Negri bu sorgulamasını üç önerme ve bir soru ile açıklığa kavuşturmaya çalışır. i) “Komünistler, tarihin her zaman sınıf mücadelesinin tarihi olduğunu varsayar.” ii) “Komünist olmak, devlete karşı olmak demektir.” iii) “Komünist olmak, sermayenin sömürüsünün, devlete tabiiyetin bertaraf edildiği yeni bir dünya inşa etmek demektir.” iv) “Komünist etik nedir?” Sırasıyla bu önermelere ve soruya getirilen açıklamayı anlamaya çalışalım fakat ondan önce dikkat etmek gerekir ki Negri, Badiou’nun komünizm İdeası’na ait üç temel öğesine dosdoğru cepheden karşı çıkmaktadır.
Negri, Marx’ın Komünist Manifesto’da ifade ettiği ve sonraları da defaatle kullandığı üzere “tarih ve sınıf mücadelesi” arasındaki ilişkiyi hatırlatma gereği hisseder. Çünkü asıl amacı tarihsel bir yanılsama sorunu olarak hakikat prosedürüne biçilen gizemli yapıyı deşifre etmektir. Bir başka ifade ile “Felsefi hayal gücü gerçek olanı renklendirebilir; ama tarih yapımının çabasının yerini alamaz; Olay her zaman bir sonuçtur; asla bir başlangıç noktası değildir” (2011: 184). O halde eğer tarihsel bir yanılsamadan söz açılacaksa orada ilk konuşulması gereken sınıf mücadelesi ve o mücadeledeki özneler olarak sınıfların ve ilişkisel yapıların gelişmişlik düzeyinin geldiği nokta olmalıdır. Niyetlerden, olması gerekenlerden, idealitelerden elbette bağımsız olmamakla birlikte, kapitalizm söz konusu olduğunda, tarihsel yanılsamanın ilk faslını değerin, aslolarak değişim değerinin veya paranın yarattığı illüzyondan başlatmak gerekir. Bu başlangıç ancak sınıf mücadelesinin tutkularını özgürlüğün siyasal yapılanmasını kurmaya yönelerek yıkıcılaşır, yeniden kurucu iradeyi devreye sokabilir. Bu yüzden komünist olmak zorunlu olarak kapitalist ilişkilerin billurlaşmış somut ifadeleri olan tüm sömürü yapılarına saldırmaktır, devlet de bunların başında gelir. “Kapital’e karşı devrim” komünist olmanın zorunluluğudur. Bu zorunluluğun içinde “tarihsel aidiyet”i inşa edecek olan şey ise “direnişin çekirdeği”dir. Yani söz konusu çekirdek, iktidar ilişkilerinin tam ortasında tekil olarak varlığı boyunduruk altında tutulanın kendi potansiyellerini ya da varoluşsal kaygılarını harekete geçirdiğinde yaşama belirtisi göstermeye başlar. Tekilliklerin “öfke, reddetme ve isyan konusundaki ısrarları” dayanışma denilen arzuyla birleştiğinde kurucu iktidara karşı gerçek bir aidiyet belirir. Negri tam da bu tekillikler ve farklılıkların birliği olarak başka bir devrimci kavrama ihtiyaç olduğunu işaret eder. Çünkü kapitalist hi-tech/enformatik/internet/uzay çağının getirdiği ulus-ötesi yapılanmalar klasik proletarya vurgusunu yetersizleştirmiştir. Dolayısıyla direnişin çekirdeği Negri’ye göre artık “çokluk”tur.
Çokluk’un hedefi yalnızca değişim değerini yıkmak ya da özgürlük tutkusunun peşinden koşmak değildir, aynı zamanda kapitalist-biyo-iktidarı ortadan kaldıracak olan direniş, mücadele ve kurucu iktidar arzularının koşulu olan komünizm’le birlikte kendi tekilliğini “gerilim, eğilim ve metamorfoz” içinde inşa etmesidir. “Bireysel öznelleşme” denilen şey, zaten bundan başka bir gerçekleşme değildir. Negri “komünist etik”i de bu bağlamda “devlete karşı mücadele”, “tabiiyete isyan”, “sömürünün reddedilmesi” olarak tanımlar: “Bu etikten ortaya çıkan insan, çok renkli Orfeus’tur; tarihin bize kökenden ziyade zenginlik, sefaletten ziyade gerçekleşme-arzu olarak iade ettiği yoksulluktur. Bu, yeni kullanım değeridir: ortak varlık” (2011: 191).
Negri’nin Badiou’nun komünizm İdeası’na getirdiği eleştiri, gerçekte Negri okurlarının yakından bildiği, kendi siyasal mücadelesinin temel dayanaklarının/referanslarının doğal bir sonucu gibi görünmektedir. Burada can alıcı nokta yaştaş/kuşaktaş/çağdaş iki Avrupalı yoldaşın nasıl olup da ayrı düştüklerinin anlaşılmasının gerekliliğinde gizli. Negri, Guattari ile birlikte çeyrek yüzyıl önce (1983-84’te yazılmış, 1990’da yayımlanmış) kaleme aldığı Bizim Gibi Komünistler’de bu ayrışmanın yapı taşlarını tarihsel bir bağlam içinde ortaya koyuyor. Mayıs 1968 olayları, 1970’ler ve 1980’ler boyunca gelişen anti-sınıf siyaseti söz konusu farklılığın temelindeki pratik bağlar.
Öncelikle Bizim Gibi Komünistler’in hedefinde 20. yüzyıl büyük devrimci hareketinin tıkanıklığına işaret eden Jakobenizm, mistikleşme, Stalinist parti, proleterleştirme, kitleselleşme, ekonomik kalkınma gibi gerçekliklerin de kapitalist sömürüye karşı verilecek mücadeleyle birlikte hallaç pamuğu gibi kaldırıp atılması vardır. Bizim Gibi Komünistler’e göre Mayıs 1968, “ortodoks sosyalist geleneğin” dünyayı kavrama biçiminin geçersizliğini göstermektedir. Bunun nedeni açıktır: üretimin niteliğinin, boyutlarının ve biçiminin tamamen değişmiş olması. Bu gerekçeyle hem kapitalizme hem de “ortodoks sosyalist geleneğe” karşı verilecek tekillik, otonomi ve özgürlük mücadelesi kendisini demokratik bir aks ile ilerletir. Söz gelimi işçi hareketini korporatizm, kadın hareketini itaatin kişilikleşmesi, gençlik hareketini lümpenlik, “başka, yeni veya farklı” olduğunu iddia eden her hareketi düş kırıklığı ve paranoya hezeyanları ile karşılama Bizim Gibi Komünistler’in yaklaşımı değildir. Bizim Gibi Komünistler için ekoloji hareketlerinin, nükleer karşıtı yapıların, bilim eleştirisi yapan çevrelerin, alternatif enerji politikaları arayışlarının, barış mücadelesini örgütleyenlerin ve bütün özgürlükçü potansiyellerin açığa çıkarılmasına dair katkı sağlayan her hareketin moleküler bir birleşmeye ihtiyacı vardır. Bu da doğal olarak yeni bir devrimci politikanın gerekliliğine işaret etmektedir. Sonuçta salt “kapalı” ideolojilere dayalı toplumsal hareketler ancak görünüşte kitleleri birbirine bağlar. Oysa her toplumsal mücadele, isyan ve reddiye hareketinin geri dönülmez hak ve kazanımları küresel ölçekte diğer toplumsal hareketlere katkı sağlayabilir, birbirine eklemlenebilir, hareketlerin varoluşuna derinlik kazandırabilir. Bu yüzden sahte ve soyut bir evrensellik adına hiyerarşik bir mücadele yerine, hemen şimdiden başlayan, sınırlı veya sınırsız oranda, başka tekilliklerle eklemlenen mücadele hattını benimsemek gerekir. Bizim Gibi Komünistler bu harekete “çoklu değer taşıyan bir özgürleşme mücadelesi projesi” demektedirler.
Çoklu değer taşıyan özgürleşme mücadelesi için geleneksel işçi sınıfı mücadelesinin ezilen tüm kesimlerle; gençlerle, kadınlarla, göçmenlerle, üçüncü dünyanın alt-proletaryasıyla, azınlıklarla, lgbti bireylerle, güvencesizlerle, marjinallerle birlikte özgürleşme hareketlerini ve komünist projeleri birleştirmesi gerekir. Bir başka ifade ile “Toplumsal imgelem, kendisini sadece radikal değişimler doğrultusunda yeniden oluşturabilir. Bu göz önüne alındığında, marjinal fenomenlerin, onları sınırda tanımlamayan, aksine kapitalist stratejide onlara merkezi bir mevki veren bir bağlamın parçası olduğu göz önüne alınmalıdır. Marjinal öznellikler, komuta eğilimlerinin en iyi ‘analizcileri’ ve ürünleri oldukları kadar, buna en iyi şekilde karşı koyacak olanlardır” (2006: 74). Dolayısıyla Mayıs 1968 sadece ortodoks gelenekle değil, aynı zamanda yeni devrimci mücadele geleneğinin oluşturulmasında da etkili olmuştur. Fakat 70’ler “geleceğin yokluğu” propagandasının, 80’ler ise zayıf da olsa mücadelenin yeniden direniş çekirdeklerinden çıkmasının yılları olmuştur. Bu yüzden Bizim Gibi Komünistler’in üretimin niteliğinin, biçiminin ve boyutunun değişmesine odaklanarak komünistlerin mücadele perspektifini moleküler bir birleşme içeren ittifaklar yaklaşımı ile revize etme ihtiyacı duyar. Bu ihtiyaç aynı zamanda sürekli kendini yeniden üreten komünizmi kurmanın bir projesidir.
Bizim Gibi Komünistler’e göre sözü edilen projenin gerçekleşmesi için atılması gereken birkaç adım vardır: 1) Kapitalist devletle ya da ondan türetilmiş her tür hegemonyayla, yine onu taklit ederek muhalif bir kuruculuk biçimi geliştiren yapılarla tamamen bağları koparmak; 2) Entegre Dünya Kapitalizmi ile uyumlu devletlerin karşısında “yurt tutma”yı becerebilmek; 3) Devlet ve hegemonik yapılarını eklemlerinden ayırmak ve parçalamak; 4) Devletin meşruiyetini sorgulayacak kopuş hareketlerini yeniden üretmek. Elbette bu adımlar atılırken yapılması gerekenler de Bizim Gibi Komünistler’in hareketinin tutarlı ve derinlikli gelişimini sağlayacaktır: “Sonuç olarak gelecekteki hareketleri beş görev beklemektedir: emek gücünü somut olarak tanımlamak; iş günü zamanını kontrol altına alınıp özgürleştirmek; devletin baskıcı işlevlerine karşı sürekli mücadele etmek; barışı kurmak; bu görevleri üstlenebilecek mücadele araçlarını örgütlemek” (2006: 83).
Buraya kadar yaptığımız serimleme ile yetinerek tekrar başa dönecek olursak Badiou’nun komünizm İdeası ile Negri ve Bizim Gibi Komünistler’in arasındaki çatışma ya da ayrılık Negri’nin sandığı kadar radikal değil. Badiou’nun felsefi söylemi Negri’de daha pratik bir hal alıyor. Böyle olunca komünizmin ne olmadığına dair tutumlarda ortaklık gelişiyor, nasıl gerçekleştirileceğine gelince ise ayrışıyor.[3] Burada sorun ne Badiou’nun dediği gibi “hakikat prosedürü”nde ortaya çıkan yanılsama; “tarihsel aidiyet”in eksikliği; “bireysel bir öznelleştirme” dogmatikliği ne de Negri’nin dediği gibi “çokluk”un ıskalanması; “ortodoks gelenek”in tekrarı, burada sorun hem Badiou’nun hem de Negri’nin yaklaşımlarını köklü olarak tartışabilecek mücadele sürecinin köklenememiş olması. Bir başka ifade ile Gezi ya da Haziran Direnişi’nin kitlesel ve dayanışmacı özünün periyod ve yoğunluğunun kalıcı içselliğinin yenilenemiyor olmasıdır.
DİPNOTLAR
[1] Bu yazı Ayrıntı Dergi’de daha önce yayımlanan ve bir süre daha benzer bir izlek üzerinden takip etmeye çalışacağım “komünizm fikri nedir?” ile ilgili görüşlerin takibini içermektedir. Bu yüzden tekrarları azaltmak adına kimi noktalarda sadece değinilerle yetinilmektedir. İlgili okurlar dergimizin önceki sayılarına bakarak bu eksikliği giderebilirler.
[2] Antonio Negri, “Komünizm: Kavram ve Pratik Üzerine Bazı Düşünceler”, Bir İdea Olarak Komünizm içinde, (haz.) Alain Badiou & Slavoj Zizek, çev. Ahmet Ergenç & Ebru Kılıç, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2011, ss. 180-191; Felix Guattari & Antonio Negri, Bizim Gibi Komünistler, çev. İlkay Sümer vd., İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2006.
[3] “Komünizm, baskıya dayalı kör indirgemeci bir kolektivizm değildir. Kesinlikle birbirine indirgenemez birey ve grupların (kolektivitilerin) birleşik üretkenliğinin tekil ifadesidir… [K]omünizm hiçbir şekilde ideolojik inanç sistemine, basit bir yasal sözleşmeye, hatta soyut bir eşitçiliğe indirgenemez. Komünizm, işin kendisinin kolektif amaçlarının sorgulanmasını gerektiren ve tarih boyunca devam eden aralıksız bir sürecin parçasıdır” (2006: 15, italikler bana ait). Alıntıya, özellikle italik ifadelere dikkat edilecek olunursa ortaklık vurgusu daha da netleşir.