Bu bölüm günümüz siyasetçileri, siyaset bilimcileri ve siyaset felsefecilerinin demokrasi hakkındaki üç yaygın iddiasına odaklanacak. Bence bu iddiaların tamamı yanlış. Her biri demokrasinin doğasını ve cazibesini yanlış kavrıyor. Bu yanlışları ele alırken de demokrasinin kolayca dikkatlerden kaçan boyutlarını da konuşacağız. Yazının başlığını böylece açıklamış olduk.
Yanlış iddiaları, onları öne süren, bilinmiş düşünürlerin adıyla anıyorum. Berlin’in yanlışı dediğim yanlış, İngiliz-Rus kökenli düşünür Isiah Berlin’in çalışmalarında bulunabilir. Schumpeter’in yanlışı ise Avusturya-Amerika kökenli bankacı, ekonomist ve siyaset düşünürü Joseph Schumpeter’den ismini alıyor. Sonuncu ise, liberalizm ve popülizm arasındaki meşhur farklılaştırması ile bilinen Amerikalı siyaset bilimci William Riker’den adını alan Riker’in yanlışı. Her üç düşünürde bahsi geçen yanlışların yayılmasında önemli rolleri oldu. Belki Riker’in diğer ikisine göre daha az iz bıraktığını söyleyebiliriz.
Bu düşünürlere dair eleştirimi yaparken aldığımı pozisyonu klasik Roma devrinde ortaya çıkan sonrasında Orta Çağ İtalyan şehir devletleri zamanında yeniden canlanan, 17. yüzyılda Hollanda’da ve İngiltere’de devrimlere şeklini veren, 18. yüzyılda ise Amerikan, Fransız ve hatta İrlanda devrimleri pek çok devrimde görünür olan cumhuriyetçi bakış açısıdır.[1] Bu gelenek, metin içinde daha sonra ele alacağım gibi özgürlüğün, tahakkümsüzlük olarak anlaşılması üzerine kurulur ve ayrıca demokrasiye burada altını çizeceğimiz yanlış kavrayışların önemsemediği bir zengin anlayışa sahiptir. (Pettit, 2012).
- Berlin’in Yanlışı
Isiah Berlin özgürlüğe dair görüşleri ile tanınır. Özellikle 1958 senesinde Oxford’da yaptığı “İki Özgürlük Kavramı Üzerine” konuşması çok bilinir. Berlin bu konuşmada bireysel özgürlüğü oluşturanın müdahale olmaması olduğunu söyler. Özgürlük için, bir tercihin önünde hiç bir bilinçli engelleme ya da cezalandırma ya da gerçeğe aykırı temsil olmamalıdır. Müdahalenin bir birey ya da gruptan gelmesi veya açık ya da kapalı olması önemli değildir. Bu bakış açısına göre cezalandırmaya dayanması nedeniyle her yasa, özgürlüğün ihlali anlamına gelir. Yasa kendisi tarafından yapılan müdahaleden daha fazlasını engellemeyi başarıyor olsa bile bu böyledir. ‘Yasa her zaman bir prangadır’ der Berlin, ‘bizi baskıcı bir başka yasa ya da gelenek, keyfi yönetim ya da kaosun daha sıkı zincirlerinden koruyor olsa bile bir prangadır’.(Berlin, 1969:123)
Eğer her yasa bir tür müdahale ise ve sizin özgürlüğünüz ya da tercihlerinizin önünde bir engel ise bu yasaların demokratik bir şekilde oluşturulmuş olması veya bir tiran tarafından yapılmış olması arasında bir fark yoktur. Berlin, özgürlüğün nedeni ile demokrasinin nedeni arasında bir ilişki olmadığını söyler. Onun bakış açısından demokrasiyi istememiz için bir gereklilik yoktur. ‘Bireysel özgürlük ile demokratik yönetim arasında zorunlu bir ilişki yoktur’ der. (Berlin, 1969:130) Hatta bazen demokratik bir yönetimin, demokratik olmayan ya da otokratik bir yönetime göre özgürlükler açısında daha tehlikeli olabileceğini söyler. ‘Nasıl ki demokratik bir yönetim altındaki bireyler başka türlü yönetilseler sahip olacakları özgürlüklerden mahrum kalmış olabilirse; özgürlükçü düşünceye sahip bir tiranın tebaasına daha geniş bir özgürlük alanı sunması olasıdır.’ Bu noktayı desteklemek için ise şöyle der; ‘Yaratıcı ve hayal gücü sahibi insanlar olan Büyük Friedrich’in Prusya’sında ya da II. Joseph’in Avusturya’sında her tür azınlığın, geçmiş veya eşzamanlı demokratik rejimlere göre daha az baskıya uğradığı ve hem kurumlar karşısında hem de gelenekler karşısında daha özgür hissettiği söylenebilir’. (Berlin, 1969:129-30)
Berlin, bu iddialarının Jeremy Bentham’ın düşüncelerini takip ettiğini kabul eder. Bentham da 18. yüzyılın sonlarında ‘özgürlüğün baskının yokluğu olarak tanımlanabileceğini keşfettim’ derken benzer bir etki oluşturmuştur.(Bentham, Long’un içinde, 1977:54) Böyle diyerek Bentham’da özgürlüğü müdahalesizlik olarak tanımlar ve yasanın içkin olarak özgürlüğe karşı olduğunu söyler. (Bentham, 1843:503) ‘Tüm baskıcı yasalar …, özgürlüğü ilga ederler’. Bu durumda yine özgürlük ile demokrasi arasında bir ilişki yok diye düşünülür. Bentham’ın yakın arkadaşı William Paley 1785 yılında Berlin’e benzer şekilde ‘mutlakiyetçi bir yönetim, en saf demokrasiden daha az özgür olmayabilir’ der. (Paley, 2002:314)
Berlin’in düşüncelerinin kökenlerini Bentham ve Paley gibi klasik liberalizm ya da liberteryanizmin kurucusu olarak görülebilecek faydacı düşünürlerde ararken göze çarpan, bu iki düşünürün özgürlük ile demokrasi arasındaki ilişkiyi koparırken çok özgün ve bilinçli olduklarıdır. Bentham özgürlüğü baskının yokluğu olarak tanımlamayı keşfettim derken, özgürlüğe dair iki bin yıl geçmişi olan geleneksel cumhuriyetçi bakış açısını reddettiğinin farkındadır. Bu geleneksel bakış açısına, Polybius ve Cicero gibi isimlerin ve Roma Cumhuriyeti’nden Livy’nin yazılarından olduğu kadar Rönesans dönemi Kuzey İtalya’sından Machiavelli’nin Livy Üzerine Söylevler gibi eserleri ve Amerikan bağımsızlığı destekçilerinden aşinadırlar.
Bu geleneksel bakış açısında özgürlük müdahale olmaması olarak anlaşılmaz. Özgürlüğü, Romalıların dominatio dedikleri; bir başkasının, özel olarak da dominus yani efendinin, iradesine tabi olmama olarak anlarlar. (Pettir, 1997; Skinner, 1998) Buna göre, bir başkasına tabi olduğunuzda, müdahale olmasa bile özgür değilsinizdir. Birinin müdahale edebilecek olması, fiili olarak müdahale olmasa bile onların iradesine tabi olduğunuz anlamına gelir. Ayrıca bir başkası, örneğin yasa, tarafından müdahale olsa bile, bu müdahale sizi tabi kılmıyorsa, özgürlüğünüz zedelenmez. Bu olasılık, keyfi olmayan müdahale olarak adlandırılır ve sizin kontrolünüz altında olan bir müdahale demektir. Yani bir yabancının hükmü ile gerçekleşmez. Örneğin Ulysses denizciler tarafından direğe bağlandığında onların müdahalesi ile boyunduruk altına alınmamıştır çünkü bu müdahalenin şartları bizzat kendi tarafından belirlenir. Yabancı bir irade ile gerçekleşen bir müdahale değil bizzat kendi iradesinin yönlendirdiği ve tarif ettiği bir müdahale yapılmıştır.
Bu metnin sınırları içerinden ayrıntılarını veremeyeceğim nedenlerle, özgürlük konusunda böyle düşünmeye devam etmemiz gerektiğini öneriyorum. (Pettit, 2014) Özgürlüğü müdahale olmaması değil tabi olmama olarak düşündüğümüzde, berlin ve Bentham tarafından ne yazık ki reddedilen ilişkiyi, özgürlük ile demokrasi arasındaki ilişkiyi tekrar canlandırabiliriz.
Demokrasi, kelimenin etimolojik kökeninden de anlaşılabileceği gibi bir demos yani halk’a ve bu halkın kratosuna yani iktidarına ihtiyaç duyar. Bu iktidar, halkın, baskıcı yasaları yapan ve hayatlarına müdahale eden hükümetler üzerindeki iktidarı anlamına gelir. Halk hükümetler üzerinde iktidar sahibi olursa, ki demokratik toplumlarda böyle olması gerekir, tabi oldukların yasaların en azından genel çerçevesini belirliyor olacaktır. Böylelikle yasalardan gelecek müdahale yabancı bir iradeyi ya da bir keyfiliği temsil etmiyor olur. Ulysses örneğindeki gibi müdahale bizzat müdahale edilen kişinin iradesinden kaynaklı olur. Bu yüzden özgürlük düşüncesi ile demokrasi arasından derin ve yakın bir ilişki vardır. Eğer iyi bir şekilde işlerse, demokrasinin özelliği ve değeri bizi özel bir iradeye tabi olmaktan koruyan ve kamusal olarak tabi kılmayan bir zorlayıcı bir yönetim sunmasıdır.
O zaman demokrasiye dair vurgulamak istediğim ilk boyut, özgürlük boyutudur. Demokrasi, insanların zorlayıcı yasalar altında fakat bu yasalara tabi olmadan ve onlar nedeniyle özgürlükleri elinden alınmadan yaşamasını sağlar. Bağlı oldukları yasaların kendilerinin de eşit bir şekilde dahil olduğu koşullarda yapılmasını, yönetilmesini ve uygulanmasını ve böylelikle ortak bir iradenin ifadesi olarak görülmesini mümkün kılar. (Pettit, 2012)
Bu ilk boyutu geride bırakmadan önce vurgulanması gereken bir nokta daha var. Demokrasi ile özgürlük arasındaki ilişkiyi açıklamak için verilebilecek bir örnek sömürgeci ya da yarı-sömürgeci yabancı hükümetlerdir. Bağımsızlık mücadelelerinde Amerikan devletlerinin yanında olanların söyledikleri bu minvalde ilginçtir. Herhangi bir sömürge yönetiminin, iyi bir yönetim olsa bile, üzerine yasa ve vergiler koyduklarını tabi kılacağını söylerler. Bu insanlar yasalar ve vergiler konusunda hiç bir kontrole sahip değildir. Hatta yasa koyucuları kendi koydukları yasaya uymaya bile zorlayamazlar. Ünlü kimyacı Joseph Priestly, Amerikadaki sömürgecilerin bahanelerini tartışırken bu noktaya değinir. “Soru: İnsanların şikayeti nereden kaynaklanmaktadır? Cevap: Kendilerine uzakta yer alan ve yaptıkları düzenlemeler kendileri için geçerli olmayan Büyük Britanya parlamentosu tarafından vergilendirilmekten”. (Priestly, 1993: 140)
Sömürgecilik karşıtlığının ve demokrasi taraftarlığının Priestly ve diğerleri tarafından kabul edilen cumhuriyetçi kavrayışının aksine, Amerikalıların mücadelesine karşı çıkanlar sömürgeciliği savunmak için Bentham’ın yeni kavramsallaştırmasını ve Berlin’in 1950’lerde yapmakla suçlandığı akıl yürütmeyi kullanıyorlardı. Bu gözlem özellikle uluslar arası ilişkiler ile ilgilenenler için ilgi çekicidir.
Bentham’ın bir arkadaşı olan John Lind, açıkca sömürgeciliğe destek vermekteydi. Amerikalıların özgürlük mücadelesinin destekçisi olan bir başka Britanyalı olan Richard Price’a hitap eden bir broşürde, özgürlüğün tabi olmamak değil müdahale edilmemek olduğunu savundu. Ona göre özgürlük zorlamanın olmaması demekti, vücudun ya da zihnin zorlanmaması. (Lind, 1776:16) Britanya’da yapılan yasaların itaate zorlayarak ve vergi koyarak Amerikalıların hayatına müdahale olduğunu kabul eder. Ne de olsa tüm yasalar zorlayıcıdır. Fakat bu yasalar Britanyalıların da hayatına müdahale etmektedir. Bu nedenle Amerikalıların özel olarak şikayet etmesini gerektirecek bir durum yoktur. (Lind, 1776:24) Yani der Lind, bu kadar gürültüye ne gerek var?
Ünlü matematikçi Richard Price gürültünün nedeni konusunda oldukça açıktı. Özgürlüğün cumhuriyetçi bakış açısından tabi olmamak olarak anlıyor ve bir efendiye tabi olmanın özgür olmamak anlamına geleceğini söylüyordu. Bu efendi sert davranmasa ve hatta 1765 sayılı Damga Kanunu’nda olduğu gibi ılımlı olsa bile. Bireyler bazı kibar efendiler bulacak kadar şanslı olabilirler fakat her ne kadar eşitlikçi ve kibarca davranılsa da onlar özgür değildir der. Ve bu akıl yürütmenin toplumlar arasındaki ilişkilere de uygulanacağını, bireyler için ne kadar geçerliyse toplumlar için de o kadar geçerli olduğunu söyler. (Price, 1991:77-8)
- Schumpeter’in Yanlışı
Berlin’in yanlışı üzerine yaptığımız tartışma bize gösteriyor ki özgürlüğü eğer tahakkümün olmaması olarak anlarsak, özgürlük ile demokrasi arasında güçlü bir ilişki varsayabiliyoruz. En azından demokrasi insanlara, halk iktidarı ve hükümet üzerinde kontrol sahibi olmasına izin verdiği sürece bunu varsaymak yanlış olmayacaktır. Şimdi ise çağdaş düşünürlerin demokrasiye dair yanlışlarından bir başkasına bakacağız. Bu yanlış demokrasiyi halkın iktidarı ve hükümeti kontrol etmesinden daha azı ile var olabilir bir sistem olarak anlamaktır. Joseph Schumpeter, 1942 tarihli kitabı Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi kapsamında geliştirdiği fikirler ile bu düşünme tarzını demokrasi modelleri içine dahil etmesinden dolayı bu yanlışın sorumlusudur. Onun sayesinde demokrasiye dair bu kavrayış o kadar meşhur olmuştur ki hala ana akım siyaset bilimcilerin pek çoğu için demokrasinin standart tanımı budur. Bu modele göre Schumpeter, demokrasinin insanlara ‘siyasal liderleri kontrol etme hakkını vermediğini’, sahip oldukları hakkın yalnızca değişken bir etki etme hakkı olduğunu söyler. (Schumpeter, 1984:272)
Bu iddiayı anlamak için kontrol ve etki etme arasındaki farkı anlamak gereklidir. Bir kavşakta çalışan trafik polisinin yerine geçtiğinizi ve yaptığınız el işaretleri ile sürücülere trafik ışıklarına aldırmadan geçmelerini söylerken sahip olduğunu etkiyi düşünün. Bazı sürücüler sizin işaretlerinize uyarken bazıları ise trafik ışıklarına uyacaktır. Size uymayanlar arasında sessizce geçip gidenler olacağı gibi korna çalarak sizi protesto edenler de olacaktır. Böyle bir durumda araçların nasıl hareket edeceğini değiştiren açık bir etkiye sahipsiniz ve muhtemel ki büyük bir kaos yaratacaksınız. Peki, bu durum kontrol sahibi olduğunuz anlamına gelir mi? İnsanların sizin işaretlerinize uymalarını beklediğinizi düşünürsek, tam olarak bir kontrol sahibi olduğunuz söylenemez. Sürücülerin nasıl davranacağı konusunda bir fark yarattınız fakat bu fark arzu edilen bir doğrultu veya şablona göre gerçekleşmedi. Bu fark ile görünür olan bir amaç veya beklenti yoktu.
Sizin etkinizin trafik akışına yön vermesi için gerekli olan nedir? Etkinizin tespit edilebilir bir örüntü yaratması ve bu örüntünün sizin istediğiniz biçimde olması gerekir. Yani etkinizin arzu edilen bir örüntü ortaya çıkarması için, kontrol edici olmanız gerekir. Farklı el işaretleri ile sürece farklı girdiler sokma şansınız var ve her girdinin ona uygun bir çıktısı olacaktır. Trafik akışı sizden gelen sinyallere göre değişecektir. Fakat kavşaktaki polis memurunun durumu farklıdır. Sizin işaretleriniz rastlantısal sonuçlar yaratırken, trafik polisinin işaretleri onun trafik akışı üzerinde kontrol sahibi olmasına neden olacaktır.
Eğer demos ya da halk, hükümet üzerinde, kratos ya da iktidar sahibi olacaksa ve bu iktidar hükümetin baskıcı yasalarının rastlantısal ve tahakküm edici olmasına engel olmak içinse, yalnızca etki etmek yeterli olmayacaktır. Gerekli olan kontrol sahibi olmaktır. Halk, hükümet üzerinde etki sahibi olsa bile bu etki hükümetin eylemlerini belirgin bir biçimde dönüştürmeye yeterli olmayabilir. Etki tutarsız veya rastlantısal olabilir. Halkın etki sahibi olması hükümet tarafından yapılan ya da uygulanan yasaların halkın istediği doğrultuda olduğu anlamına gelmez. Ulysses’in denizcileri tarafından yapılanlar etki sahibi olsa, bu davranışlar üzerinden kontrol sahibi olan kendisidir.
Schumpeter, kendisinden sonraki kuşakları da etkileyen kitabında, demokrasiden beklentimizin, yasaları yapan ve uygulayan hükümet üzerinde belirli bir doğrultusu olmayan bir etki sahibi olmaktan fazlası olmaması gerektiğini söyledi. Mantıklı bir şekilde her makul demokratik sistemin açık, düzenli seçimler ile farklı partilerin hükümet olmak için yarışacağı şekilde düzenlenmesi gerektiğini söyledi. Böyle bir sistemin, hükümetin monarşik ya da kaotik yollarla belirlenmesinden daha iyi olduğunu düşünüyordu. Fakat bu tür bir demokratik yöntemin kendi içinde bir anlam taşıdığını düşünmüyordu. Halkın, parti propagandası ortamında liderlere empoze edecekleri sistematik görüşler oluşturamayacağını inanıyordu. Halk yalnızca “belirli sloganlar ve hatalı algılar etrafında oluşmuş muğlak dürtülere” sahip olabilirdi. (Schumpeter, 1984:253) Sistematik görüşler oluştursa bile halkın bunu empoze etmesi mümkün değildi. “Bireysel istençlerden oluşan ham madde” den çıkarılan siyasal kararlar, parti lideri ve parti teşkilatının iradesine bağlı olarak pek çok farklı biçim alabilirdi. Ona göre,partiler ve liderlerin öncelikli işi hükümette kalmaktır, bazı ilkeleri temsil etmek değil. Seçmenden gelen girdiler ne olursa olsun “parti yönetimi ve propagandasının mantığı”, “hükümet eden parti olmak için yaşanan rekabet ortamında” işe yarar ne ise onu üretecektir. (Schumpeter, 1984: 254, 83)
Demokratik bir halkın hükümet üzerinde bir şablon ya da hedef doğrultusunda etkide bulunmasının nasıl olacağı, hükümete sözlerini nasıl dinletecekleri konusunda ayrıntıya giremem. Fakat önermelerimden bazılarını basitçe anlatabilirim. (Pettit, 2012) Halk etkisinin demokratik kurumlar tarafından kurulması herkesin dahil olabileceği bir süreç olmalıdır. Halk tarafından hükümet üzerine kurulacak kontrolün doğrultusu, hükümetin eylemleri tarafından etkilenen herkes tarafından kabul edilebilir olmalıdır. Bu sonuçlara ulaşmak için demokratik bir sistemin yapması gereken, seçim aracılığıyla ya da başka kısıtlamalarla, yetki sahiplerinin hangi kararları verecekleri ve nasıl karar alacakları konusunda toplum tarafından kabul görmüş standartlara uymaya zorlanmasıdır. Bu standartlar dışında kalan siyasal kararlar yürürlüğe girmemelidir. Eğer belirli pozisyonlara aday olmuş kişiler arasında yapılacak olan tercihlerde bu standartlara uymuyorsa yine geçersiz olacaktır. Tarif etmeye alıştığım süreç halk oyu ya da meclis oylaması biçiminde olacağı gibi, bir mahkemeye, bağımsız bir komisyona veya bir yurttaş meclisine başvurma biçimini de alabilir.
Eğer bu dediğim geçerli ise iyi düzenlenmiş bir demokraside, bahsettiğim koşulları sağlamayan sayısız karar ya da süreç en baştan düşünülemez olacaktır. Hükümet üzerinde kratos sahibi olacak demos, bu gücünü yapılacak olanları ya da nasıl yapılacaklarını belirleyerek değil, yapılmayacak olanların ve geçersiz olan yöntemlerin en baştan düşünülemez olmasını sağlayarak yapacaktır. Klasik kovboy filmlerinde, sürüyü kontrol eden kişinin nasıl sürünün en arkasından gittiğini ve inisiyatif almadığını düşünün. Tek yaptığı yanlış bir yöne gitmeye yeltenen bir sürü üyesi olduğunda onu engellemektir. Bunu, işleyen bir demokrasi de halkın hükümeti nasıl kontrol edebileceğine dair bir model olarak görebiliriz. Seçtikleri kişilerin öneri ve kararlarını bir sürüyü kontrol eder gibi kontrol edebilirler. Eğer yanlış bir yönelim olursa ıslık çalmaya – demokratik olarak tepkilerini göstermeye – hazır beklerler. 18. yy İrlandasının ünlü avukatlarından John Philpott Curran’ın sözlerinde özetlendiği gibi, klasik cumhuriyetçilerin aklındaki yöntem budur; özgürlüğün bedeli ebedi bir nöbetçiliktir, demokratik nöbet.
- Riker’in Yanlışı
Demokrasiye dair oluşturmaya çalıştığım perspektif, halkın hükümeti kontrol etmesi ve hükümetin kanunları yapımı ve uygulaması süreçlerine dair topluluk tarafından kabul edilmiş standartlarca sınırlanmasını içeriyor. Bu bakış açısının demokrasiye dair odağında, hükümetin kanunlar, yönetmelikler ve vergiler ile halkı tahakküm altına almaması yatıyor. Hükümet tarafından yapılan tüm uygulamalara halkın tümü tarafından eşit bir biçimde onay verilmesi ve bu uygulamaların işleyişine eşit bir biçimde dahil olması gerekiyor. Böylece otoriteler halk iradesi ya da Rousseau’nun deyişiyle ‘genel irade’ üzerinde hareket ediyor olacaklardır, yabancı bir irade değil. Bu durumda otoriteler, Ulysses’in denizcileri gibi hizmetkarlara dönüşür, efendi olmazlar.
Demokrasiye dair bu bakış açısından, halkın kontrol sahibi olması ve bu kontrolün sağlanması için hangi yöntemlerin kullanılabileceğine dair sorgulamanın açık uçlu olması önemlidir. Bu sorgulama kurumların nasıl tasarlanacağına dairdir. Demokrasiye dair üçüncü yanlış bu sorgulamanın açık uçlu bırakılmaması ve demokrasi içinde etki ve kontrol olarak kullanılacak tek yolun seçimler olarak belirlenmesidir. Bu bakış açısından seçimler dışındaki diğer yolların ise demokratik olmadığı varsayılır. Açık, düzenli ve rekabetçi seçimlerin olduğu her yerde demokrasinin olduğunu, seçimlerin yapılmadığı yerlerde demokrasinin olmadığını düşünen pek çok yazar bu bakış açısını taşır. Demokrasi için seçimlerin gerekli olduğuna inanıyorum. Özellikle sadece seçimlerin yapıldığı yerlerde canlı kamusal tartışmaların ve müzakerelerin olduğu, ifade özgürlüğünün sağlandığı ve topluluk tarafından kabul edilmiş standartların oluştuğu bir dünyada yaşadığımızdan dolayı buna inanmaktayım. Fakat bir seçim sisteminin demokrasi için yeterli olduğunu düşünmenin ve diğer araçların ilgisiz kaldığı, halkın demokratik kontrolü için uygunsuz araçlar olduğu fikrinin büyük bir yanlış olduğunu düşünüyorum.
Bu yanlışı, etki alanı çok geniş olan bir formülün üreticisi olan William Riker ile ilişkilendiriyorum (Riker, 1982) Ona göre seçimler aracılığıyla halka hükümetler üzerinde sahip olabilecekleri tüm kontrol verilmektedir. Diğer araçlar, özellikle de anayasal engellemeler olarak adlandırdığımız araçlar, bu tür bir kontrol ile ilgili değildir. Hatta aksine, bu tür araçların halk iradesini uygulamaya değil onu engellemeye yaradığını söyler. Riker, hükümetler üzerine seçimler aracılığıyla getirilen kısıtlamaları olumsuz bir çağrışım yapmadan popülist olarak adlandırır. Anayasal kısıtlamalara ise liberal der. Buradan hareketle ileri demokrasilerin popülist oldukları ölçüde demokratik, liberal oldukları ölçüde demokrasi dışı olduklarını belirtir.
Benim burada çizmeye çalıştığım çerçeveye göre bir toplum, hükümetlerin karar alma süreçlerinde ve aldığı kararlarda tüm toplum tarafından kabul edilmiş standartlar tarafından kısıtlanabildiği ölçüde demokratik olacaktır. Bu kontrolün sadece seçimler aracılığıyla kimin hükümet olacağı ve nasıl davranacağı konusunun belirlenmesiyle uygulanacağını düşünmek için hiç bir neden yoktur. Halkın hükümetleri üzerindeki kontrolünün uygulanması için pek çok farklı yol kullanılabilir. Örneğin, toplumun sahip olduğu anayasa tarafından getirilen kurallar bu işlevi üstlenebilir. Toplumsal standartlar tarafından kısıtlanmış ve seçilmemiş olan kişiler, misal halk denetçileri, hesap denetçileri, istatistikçiler, merkez bankası çalışanları, seçim kurullarındakiler ve mahkeme görevlilerinin eylemleri bu işlev için düşünülebilir. Ve belki de en önemlisi anayasa tarafından belirlenmiş yollardan bireysel ya da kolektif olarak, resmi ya da gayriresmi bir biçimde halkın itiraz etmesi ve karşı çıkması bunu sağlayacaktır.
Söylemeye bile gerek olmadığı bir biçimde, seçim sistemini düzenleyen ve bu açıdan gerekli olan (Ely, 1981) anayasal ilkelerin kendileri demokratik olmalıdır. Demokratik itiraza ve anayasaların genelde izin vermekten kaçındığının aksine, yenilenmeye açık olmalıdırlar. Bu söylediğim, yurttaşların temel hakları hakkındaki düzenlemeler için de geçerlidir. Bu konudaki yasal düzenlemelerin tümü halk kontrolü altında olmalıdır ve demokratik itiraz ve yenilemeye açık kalmalıdırlar.
Makul bir anayasa ve yasal çerçeve içinde, topluluğa dair işlerin idaresi için gerekli olan bazı roller üstlenecek olan seçilmemiş kişiler için ne diyebiliriz? Onların eylemleri halk için yabancı bir iradenin eylemleri olarak mı kabul edilmelidir. Bence, hayır.
Bir komiteye dahil olmak üzere birini aday gösterdiğimi düşünün. Seçeceğim kişi bana danışacak ve oy vereceği zaman benim görüşümü alacak bir kişi olacaktır. Bu tür bir atamayla gelen kişiye duyarlı temsilci diyelim. Fakat, aynen benim gibi düşünen ve benim gibi oy vereceğine inandığım için her aşamada bana danışacak ve benim görüşümü almayacak birini de seçebilirim. Komitede yapılacak işlerde aynı benim gibi tepki göstereceği için bu kişiye de gösterici temsilci diyelim.
Bir halk denetçisi, istatistikçi, hesap denetçisi, merkez bankası üyesi, seçim komisyonu üyesi veya yasaların yorumlayıcısı ve uygulayıcısı olan yargıçları seçerken onlara o kadar sıkı kısıtlamalar ve açık yönergeler sunabiliriz ki, bizimle aynı tepkileri gösterecek olan birer gösterici temsilciye dönüşebilirler. Seçilen yetkililerin aksine bu otorite sahipleri halktan gelen taleplere dair bir duyarlılık göstermezler. Fakat eğer onlara koyulan kısıtlamalar ve verilen açık yönergeler ile hareket ederlerse, ki halkın gözlemi ve denetimi ile böyle olmalarını sağlayabiliriz, alacakları kararlar atanmalarına ve bulundukları makama dair protokoller ile uyumlu olacaktır. Böylelikle de bizim yani halkın gösterdiği şekilde hareket ediyor olacaklardır. Seçilmiş görevliler gibi onlarda topluluğun üzerinde anlaşmış olduğu standartlara uygun davranıyor olacaklardır.
Demokrasiye dair talebimiz yalnızca halkın hükümet üzerinde kontrol sahibi olduğu ve hükümetlerin yurttaşlar üzerinde tahakküm kurmadığından ve özgürlüklerine el koymadığından emin olduğumuz bir sistem ile sınırlanmamalıdır. Bu son gözlemlerin bize gösterdiği biçimde seçimli demokrasiye ek olarak anayasal bir demokrasi talep etmeliyiz. Halk iradesini seçim dışı yollardan getirilen kısıtlamalar ve anayasal olarak atanmış görevliler aracılığıyla da uygulayan bir sistem. Anayasal demokrasi kurmak, bir demokrasi kurmak ve sonrasında ona ilaveten bir anayasa yapmak demek değildir. Zaten, seçim sistemine eşlik eden bir biçimde, yazılı ya da yazılı olmayan anayasal sınırlara sahip olmayan bir demokrasi olabileceğini hayal etmek bile zordur.
4 Sonuç
Bu makale genel olarak eleştirel olsa da sonucunun temel de olumlu olduğunu düşünüyorum. Berlin’in hatası şuydu ki, özgürlüğü tahakküm altında olmamak olarak anlayan gelenekten baktığımızda, demokratik kontrol sayesinde hükümetlerin müdahaleleri tahakküm kurucu olmaktan uzaklaşıyordu. Schumpeter’in hatası demokrasinin yalnızca etki etmek hakkı vereceği, kontrol hakkı vermeyeceğini düşünmesiydi. Ve Riker’in hatası, halkın kontrolü olarak anladığımızda demokrasinin anayasal ve itirazı mümkün kılan kurumlara gereksinin duyduğu, yalnızca bir seçim sistemi ile yetinemeyeceğiydi.
Vardığım sonuç, her eleştiri ile birlikte biçimlenerek gelişen, cumhuriyetçi ya da neo-cumhuriyetçi olarak adlandırılabilir bir demokrasi anlayışıdır. Bu kavrayıştan baktığımızda, demokrasinin oynaması gereken rol, hükümetlerin halkı özel tahakkümden korurken kamusal bir tahakküm yaratmamalarının sağlanması için halkın koyduğu kurallar içinde hareket etmesi, onlar tarafından koyulan kısıtlamalara uyması. Benim aklımdaki demokrasi yalnızca halkın etki etmesi ya da bir fark yaratması ile yetinmez. Halkın sahip olacağı etki, sistematik bir fark yaratmalarına izin veren ve hükümetin, topluluk tarafından üzerinde uzlaşılmış olan kısıtlamalara uymasını sağlayacak bir etki olmalıdır. Bunu yapmak için de farklı kurumlar ve görevlileri içerecek ve kendisini yalnızca seçim araçlarına mahkum etmeyecektir. Bu fikirlerin arka planında yatan neo-cumhuriyetçi bakış açısı bize bir rehber sunmuyor. Fakat bizi, cumhuriyetçi fikirlerin daha ileriye taşınması için gerekli olan kurumları geliştirme ve siyasal iktidarın özel çıkarlar hizipçi gündemlere sahip kişiler tarafından ele geçirilmesine mani olma konusunda bir şeyler yapmaya davet ediyor.
ÇEVİRİ: ONUR YILDIZ
DİPNOTLAR
[1] Cumhuriyetçi bakış açısının daha ayrıntılı bir açıklaması için bkz. Pettit (1997, 2012, 2014). Özgürlük hakkında cumhuriyetçi düşünme geleneği için bkz. Skinner (1998), Honohan (2002), Viroli (2002), Laborde ve Maynor (2007), Love and Pettit (2009).
KAYNAKÇA
Bentham, J. (1843). Anarchical Fallacies. The Works of Jeremy Bentham, Vol 2.
J. Bowring. Edinburgh, W.Tait.
Berlin, I. (1969). Four Essays on Liberty. Oxford, Oxford University Press.
Ely, J. H. (1981). Democracy and Distrust: A Theory of Judicial Review.
Cambridge, Mass., Harvard University Press.
Honohan, I. (2002). Civic Republicanism. London, Routledge.
Laborde, C. and J. Maynor, Eds. (2007). Republicanism and Political Theory.
Oxford, Blackwell.
Lind, J. (1776). Three Letters to Dr Price. London, T. Payne.
Long, D. C. (1977). Bentham on Liberty. Toronto, University of Toronto Press.
Lovett, F. and P. Pettit (2009). “Neo-Republicanism: A Normative and Institutional
Research Program.” Annual Review of Political Science 12: 18-29.
Paley, W. (2002). The Principles of Moral and Political Philosophy. Indianapolis,
Liberty Fund.
Pettit, P. (1997). Republicanism: A Theory of Freedom and Government. Oxford,
Oxford University Press.
Pettit, P. (2012). On the People’s Terms: A Republican Theory and Model of
Democracy. Cambridge, Cambridge University Press.
Pettit, P. (2014). Just Freedom: A Moral Compass for a Complex World. New
York, W.W.Norton and Co.
Price, R. (1991). Political Writings. Cambridge, Cambridge University Press.
Priestley, J. (1993). Political Writings. Cambridge, Cambridge University Press.
Riker, W. (1982). Liberalism against Populism. San Francisco, W.H. Freeman and
Co.
Schumpeter, J. A. (1984). Capitalism, Socialism and Democracy (Harper
Torchbooks). New York, Harper Torchbooks.
Skinner, Q. (1998). Liberty Before Liberalism. Cambridge, Cambridge University
Press.
Viroli, M. (2002). Republicanism. New York, Hill and Wang