Devletle Birlikte Değişen Polis

Yakup Kadri’nin Bir Sürgün romanı, henüz 27 yaşındaki Doktor Hikmet’in İzmir Limanı’ndan Marsilya’ya gitmek için kalkmak üzere olan bir yolcu gemisine son anda bir sandalla yaklaşıp, toplanmakta olan merdivene tırmanmasıyla başlar[1]. 1904 yılının temmuz ayıdır ve Kordon’da birasını içerken hürriyet ateşine tutulan Jön Türk Doktor Hikmet, kendisini Abdülhamit’in baskısından hür Paris’e götürecek bu gemiye çıkmaya o anda karar vermiştir. Güvertedeki yolcular bu sürpriz misafirin mahiyeti hakkında konuşurken dönemin Osmanlı devleti hakkındaki güncel tevatürleri de dile getirirler. Güverteye sığınan kişinin bir kaçak olması durumunda, Osmanlı devletinin gemiyi top ateşine tutabileceği yönündeki muzip bir yorumun paniğe yol açması üzerine, geminin üçüncü kaptanı ahaliyi şu sözlerle yatıştırır: “Merak etmeyin, Türklerin topları vardır ama gülleleri yoktur. Attıkları hep kurusıkıdır.” Sonra bu “kurusıkı” alegorisini yakın zamanda başından geçen bir örnekle anlatır. Bir gün önce polis, bir politik mülteciyi almak için gemiye baskın yapmış, ama gemidekilerin direnişiyle birlikte olayın siyasi ve diplomatik bir vakaya dönüşmesi üzerine geri adım atmışlar; üstüne bir de devlet, gemi kumpanyasına tazminat ödemiştir. Devamında başka yolcular, Türkiye’nin Genç Türkler ve Yaşlı Türkler olarak ikiye bölündüğünü, iktidar gücünün Yaşlılarda olduğunu ve onları devirmek isteyen Jön Türklerden polisin eline düşünlerinin “halinin yaman” olduğunu konuşurlar.

Romanın bu hareketli açılış kısmı, 20. yüzyıl başında Abdülhamid rejiminin güvenlik politikalarının ve Osmanlı polisinin niteliği hakkındaki tarihsel bilgiyle uyumludur. Osmanlı’da başlangıçta ve genişleme döneminde neredeyse tamamen dışarıya odaklanan istihbarat işi, imparatorluk geniş sınırlarına ulaştıktan sonra da uzak eyaletlere dönük bir bilgi toplama faaliyeti olarak gerçekleşir. Zaten bu dış eyaletlerdeki nüfuzlu kişiler, Saray’da gerçekleşen politik gerilimin ya doğrudan müdahilleridir ya da etkin olabilecek potansiyel aktörleri. Dolayısıyla merkezi düzeyde örgütlenmiş ‘güvenlik’ faaliyeti, esasen bir ‘iç mesele’ye dönüktür. Halkın asayişi ile ilgili konular ise ya bir isyan ve bastırma dikotomisinde zor [ordu] yoluyla hal edilen bir tehdit olarak görülür ya da merkeze karşı sorumlu yerel yöneticilerin kısmi-özerk inisiyatifine terk edilmiş bir adalet tesisi…

Kentleri ve toplumu da içerecek, daha yaygın ve modern bir iç güvenlik örgütü ihtiyacı ise esasen Tanzimat’la birlikte gündeme gelecektir. Tanzimat’ın Osmanlı idare sisteminde yol açtığı büyük değişimler ve eşlik ettiği (yavaş da olsa kapitalistleşme, uluslararası ticarete açılma gibi..) iktisadi dönüşümlerin ortaya çıkardığı veya tahrip ettiği sınıfsal pozisyonlarda biriken gerilim, reform ihtiyacını ‘devletin güvenliği’ sorununu da içerecek şekilde genişletmiştir. Bu, iki yönlü bir tedbir dizini yaratır. İlki, özellikle vergilendirme sistemindeki değişimle birlikte uzak vilayetlerde ve taşrada görülebilecek olası dirence karşıdır. Eski rejimin nüfuzlu bürokratları ve mültezimler gibi açık maddi kayıplara uğrayan yüksek sınıfların yanında, yeni vergi memuru muhassıllara mal ve emlak beyanında bulunan, yeni devlet ile bir tür pazarlık olan bu esnada pek çok haksızlığa uğrayan köylüler ve diğer küçük halk sınıfları da bu direncin doğal adresleridir. Tanzimat’ın sivil bürokrasisi, burada, artık-değerin paylaşımında mevzi kaybeden geleneksel sınıflar ile bunlarla etkileşime girerek harekete geçebilecek halka karşı, rasyonel bir hukuk sopası kaldırma yoluna gider. Ferman’dan 6 ay sonra çıkan Ceza Kanunu’nun gösterişli ilk uygulamaları bu açıdan dikkat çekicidir. Yeni Ceza Kanunu’nun yürürlüğünü haber veren 3 Mayıs 1840 tarihli Takvim-i Vekâyi gazetesinde iki de önemli azil haberi vardır: Edirne Valisi Nafiz Paşa ve İzmit Valisi Akif Paşa, “yolsuzluk ve rüşvet” suçlamasıyla görevden alınmıştır. Haziran ayında Sadrazam Mehmed Hüsrev Paşa da aynı suçlamalarla azledilir ve bu üç yüksek bürokrat “Tanzimat’a karşı uygunsuz davranışlar” ve “yolsuzluk” suçlarından hüküm giyerler. Yeni rejimin eski güçlere karşı bu harekâtı, 19. yüzyıl asri devletin bir karinesini araçsallaştırmaktadır: Geçim kaynağı yalnızca düzenli maaşı olan devlet görevlileri… Tanzimat’ın sivil bürokrasisi ve yeni ekonomik güçlerince bu davalara, yeni rejim açısından “kurucu bir görev” tevdi edilmiştir[2]. “Yolsuzluğun icadı”, bu yönüyle, yeni devletin inşası ve güç paylaşımında son derece işlevlidir. Sivil ve ‘yasalarla bağlı’ bürokrat hücresi, doğal olarak, ordudan giderek özerkleşen ve bir tür askeri-polis olan klasik Zaptiye’nin yerini alması beklenecek bir polisliğin genlerini de taşımaktadır. Bunu başaracaktır.

Tanzimat değişiminin ikinci tedbir alanı, başta İstanbul olmak üzere siyasi merkezlerdeki ‘iç istihbarat’ faaliyetiydi. Bu doğrudan polisiye bir işti ve gizli polis teşkilatı II. Abdülhamid’den çok önce, Abdülmecid tarafından, İngilizlerin önerisiyle kurulmuştu[3]. Gizli polisi bir hafiye teşkilatı olarak yeniden kuran ve nihayet neredeyse şahsi bir zırha dönüştürecek şekilde yozlaştırarak kullanan Abdülhamid oldu. Ama o şahsilik de artık gücünü tüketmiş bir siyasal iktidarı dolaysızca temsil ediyordu. İstibdat gericiliğinin etrafında toplanmış tüm sosyal ve siyasal gruplar açısından ‘şahsın’ güvenliği rejimin güvenliği olarak benimsenmişti. Yakup Kadri’nin gemiye sıçrayan sürgün yolcusu etrafındaki tevatür dolu konuşmalar, bu atmosferde vücut bulan bir polis/güvenlik örgütüne işaret eder.

Ama Türkiye’deki iktisadi ve siyasi değişim bu polis örgütünü de önce alaşağı edecek sonra ona yeni bir biçim verecektir. Bu rejim zaptiyesinin çöküşüne ilişkin, 1908 Devriminin ilk gününden ilginç bir anekdot aktarmak yararlı olabilir. Meşrutiyet’in ilanı, olayların cereyan ettiği Rumeli’den sansür duvarlarıyla uzak tutulan İstanbul’da ilk anda beklenen coşkuyu yaratmaz. İstanbul halkı, kuşkulu, güvensiz ve kararsızdır[4]. Ahmet Cevdet Bey’in İkdam gazetesi 24 Temmuz’da Hürriyetin ilanına dair bir başyazı yayınlamış ve aynı gün “bir şenlik, bir bayram havası yaratmak için” basımevine bir de bayrak asarlar. Ve beklenen polis ziyaretinin savuşturulmasıyla birlikte hiç değilse Babıali’de tedirginlik azalır, ‘değişim’ hissedilir:

Babıali’de yavaş yavaş -belki de korka korka- başka basımevi ve dükkânlar da bayrak astılar. Bir polis komiseri gelip, basımevinin niçin donandığını sorunca, “- Meşrutiyet ve Kanun-i Esasi ilan olundu da onun için!” karşılığı verildi. İki, gün önce, kişinin zindandan zindana sürüklenmesine yol açabilecek bu söz karşısında, o müthiş istibdat saltanatının temsilcisi komiser, tereddütlü, güçsüz, sessiz, süklüm-püklüm çekilip gitti[5].

Cevdet Kudret’in, İkdam başyazarı Hüseyin Cahit’in anılarından aktardığı bu zafer anını Cahit de şöyle tasvir eder: “Zafer kazandıktan sonra bayrak asmıyorduk. Bayrak asmakla zafer kazanıyorduk!”[6]. En azından İstanbul’daki aydınlarda, “Hürriyet Devrimi”nin, Abdülhamid polisine rağmen bayrak asmak ve onu savunmak ile nesnel bir zafere dönüşmesi ilgi çekicidir. Buna bir ek daha: Aynı gün Babıali’de gazeteleri baskı öncesi sansüre göndermemek kararı verilir. Ancak yoğun baskı ortamının sona erdiğinden emin olamayan gazete sahipleri de birbirine karşı kuşkuludur. Tüm gece nöbet tutmaya karar verilir. Olası polis baskınına karşı buldukları önlem ise mürettiplere, matbaa işçilerine “rakılı mezeli bir akşam ziyafeti çekip” onlara Meşrutiyet’i anlatarak polise karşı desteklerini kazanmaktır[7]. Siyasal özgürlük için kritik bir anda “işçi sınıfı” göreve çağrılmıştır. Polis yeni egemenlerin tam denetimine geçmeden önce oluşmuş ilginç bir geçici koalisyondur bu.

Polis örgütü devletteki ‘değişime’ çok çabuk ilişir. Yakup Kadri’den devam edelim. Bu kez Meşrutiyet’in ilk yıllarını anlatan Hüküm Gecesi romanında da çıkar polis karşımıza. İttihat Terakki muhalifi gazeteci Ahmet Samim’in Haziran 1910’da öldürülmesi ile başlar roman. Yakup Kadri bu gerçek cinayeti romanına taşırken, polisin ‘rolü’nü vurgular:

Hani Bahçekapı’daki şu ünlü Rum poğaçacı yok mu? İşte, vaka, tam onun önünde olmuş… Karşı köşede polis karakolu var. Artık siz bir düşünün. Hiç kimse, hiçbir şey görmemiş; işitmemiş! Bu olur mu?[8]

Roman boyunca pek çok başka yerde de “İttihat ve Terakki polisi” diye anacaktır teşkilatı. İlerleyen bölümlerde, İttihat Terakki muhaliflerinin planlarına ilişkin şöyle bir anlatım vardır:

“Halaskar Zabitler” İttihatçı usulü bir hükümet darbesini maksada ulaşmanın en kısa yolu sayıyorlardı. Tabiatıyla, Sırrı Bey de bunlarla birlikte ve belki bunların başında idi. “Beni polis müdürü yapın; ötesine karışmayın!” diyordu.

İttihat Terakki iktidarı, daha 1910 yılında polis baskısıyla öyle özdeşleşmiştir ki onu devirmek isteyenlerin gözünde kilit pozisyon olarak polis müdürlüğü görünmektedir. İttihatçıların, Abdülhamit döneminin polis pratiklerinden yararlandığını gösteren önemli bir işaret, 1907 Polis Yönetmeliği’nin 1913’e kadar yürürlükte kalmasıdır[9]. İttihat Terakki’nin önemli bir farkı, Osmanlı burjuvazisinin kozmopolit karakterine karşı Türkçü bir ideolojik pelerinle sahaya çıkan “milli burjuvazi” hedefinde somutlaşmış planların devletin politik yönelimi haline gelmesi, dolayısıyla ‘güvenlik’ algısının da bu eksene kaymasıdır. Bu doğrultuda, milli şirketler, milli iktisat gibi sloganlarla çerçevelenen siyasal gerilim, isyanlar, katliamlar ve savaşlarla katmanlaşacak olan çatışmalar, bu seyre uygun bir polis teşkilatı gereksinmektedir. Bunun gerçek yaşamdaki karşılığı, Müslüman esnaf, eşraf ve tüccarlarla meslek sahibi kentlilerin bir koalisyonuna dönüşen İttihat Terakki iktidarıyla sınırlı üretimi ve geniş çaplı ticareti elinde bulunduran gayrimüslim burjuvazi arasındaki gerilimde uygun araç olacak bir polis faaliyetidir. İttihatçılar, Tanzimat’tan beri süren merkezi ve rasyonel bir bürokrasi inşasını sürdürürken, toplam siyasetlerindeki Türkçü-milli karakter doğrultusunda onun harcını da etnik-dinsel gerilimin içinde yoğurdular. Siyasal mücadelenin olduğu kadar polisiye önlemlerin de mühim bir ağırlık noktası oldu bu gerilim. Polisin, özellikle de bir tür ‘siyasi polis’in ordudan görece özerk bir iktidar aygıtı olarak kurumsallaşması açısından önemli bir dönemdir İttihat Terakki dönemi. II. Meşrutiyet için daha erken bir dönem olan 1910’da bile Yakup Kadri’nin romanına yukarıdaki gibi yansıyan “İttihat ve Terakki polisi” etiketi, 1912 ve 1913’ün karmaşık ve karşılıklı darbelerle geçen fırtınasından sonra çok daha katı bir hal aldı. Bu iki dönem arasındaki farkı asıl karakterize eden İTC’nin işçi sınıfı karşısındaki tutumunun da belirginleşmesidir. Hürriyet temmuzunda sansüre ve polise karşı muharip güç olarak gece nöbetine çağırılan işçiler artık ‘kanuni’ önlemlerin de polisiye önlemlerin de hedefindedir. 1908 devriminden sonra imparatorluğun pek çok yanını saran grevlerin 1909 yılında çıkarılan bir kanunla (Tatil-i Eşgal) neredeyse yasaklanması belirgin bir örnektir[10]. Osmanlı’nın yerel güçlerin kolektif inisiyatifine terk edilmiş ‘asayiş’ anlayışının merkezi ve giderek siyasal bir polis lehine dönüşmesi, Mark Neocleous’un yaklaşımıyla örtüşür.

Ticaretin ve sanayinin gelişmesi, işbölümünün, emek hareketliliğinin artması ve para ekonomisinin giderek önem kazanmasıyla birlikte, zümrelere dayanan toplumsal düzen ve ona bağlı olarak da lordun serf üzerinde uyguladığı politik ve ekonomik baskının birlikteliği süreç içerisinde zayıfladı. Sonuç, politik-hukuki zorun merkezileşmiş (ve askerileştirilmiş) bir odağa doğru kayması oldu. Politik ve yasal güç, artan bir seyirle mahalli düzeyde seyreltilip “ulusal” düzeyde yoğunlaştırıldı.[11]

Neocleous’un, Avrupa’da kapitalist devlet aygıtlarının oluşumuyla ilgili sözleri, Türkiye’nin geç kapitalistleşme sürecinde, ancak İTC iktidarında tekâmül etmektedir. Toplumsal kontrolün geleneksel biçimlerinden özgürleşen, ama aynı zamanda da yoksullaşan, proleterleşen kitlelerin kontrolü hem bir sınıf iktidarına eklemlenmekte, hem de o iktidarı oluşturan toplumsal kesimlerin doğrudan katılımını talep etmektedir. İTC’nin, özellikle ‘sokak asayişi’ konusunda esnaf içindeki etkin gücünü kullanması bu açıdan önemlidir: “Merkezi iktidar, esnaftan polislik işinde sonuna kadar yararlanmıştır.”[12]

Ancak aynı dönem, toplumsal örgütlenmenin kapitalist dönüşümüne koşut olarak geleneksel ağların burjuva yurttaşlık lehine çözüldüğü bir dönemdir ve bu, merkezi devletin işlevlerinin toplum yararına bir görüntüye sahip olmasını da gerektirir. Baskıyla birlikte sorumluluk da merkezileşmektedir ve polis, en azından imparatorluğun daha gelişmiş bölgelerinde, oluşum halindeki burjuva toplumun ihtiyaçlarıyla uyumlu davranmak durumunda kalmaktadır. Bu açıdan hem halka ‘yararlı’ görünmek hem de onun desteğini kazanmak durumundadır.

Engels benzer bir duruma Alman birliğinin sağlanması sırasında yaşananlarla dikkat çeker:

Vatanın kitlesel emek gücünü herhangi bir engelle karşılaşmadan kullanabilmek, sınai gelişmenin ilk şartıydı; ama yurtsever fabrikatörün her taraftan işçi çektiği her yerde polis ve yoksullar idaresi yeni gelenlerin yerleşmesine karşı koydu. Alman İmparatorluğu ölçeğindeki bir yurttaşlar hukuku ve tüm imparatorluk yurttaşlarının eksiksiz serbest dolaşımı, tek bir bütün oluşturan ticaret ve meslek yasaları, artık, uçuk öğrencilerin yurtsever fantezileri değil, sanayinin vazgeçilmez varlık koşullarıydı.[13]

İTC polisinin değişen işlevi de, Engels’in “sanayinin vazgeçilmez varlık koşulları” diyerek açıkladığı bir yöndeydi. Emek gücünün serbest dolaşımı konusunda Batı’daki kadar hızlı bir gelişim sağlamasa da 1908 sonrasının kontrol ve denetim sistemi halk nezdinde ‘rıza’ da aramak durumundaydı. Bu, İttihatçı polis baskısı ve Teşkilat-ı Mahsusa’nın siyasal faaliyetleriyle çelişmez. Polis, bir yandan hırsızlıktan fuhuşa dek ‘kamu düzeni’ konularında etkin hale gelmeye başlamış, diğer yandan hem düzen klikleri arasındaki gerilimlere hem de alt sınıfların politikleşmesine odaklı bir kapitalist devlet aygıtına doğru biçimlenmiştir. Zaten ‘kamu düzeni’ adı altında yürütülen faaliyetlerin de ezici oranda toplumun alt sınıflarına yönelik olduğu bilinmektedir. Tüm bu faaliyetlerin bir bileşkesi olarak polisliğin, kabaca bugünkü biçimsel yapının bir kökü olarak Emniyet Umum Müdürlüğü seviyesine getirilmesi İTC döneminde olmuştur. Bu, II. Meşrutiyet ve İTC iktidarının burjuva-bürokrat karakteriyle örtüşür ve Türk polis teşkilatının artık Türkiye kapitalizminin yönü tarafından deruhte edilecek bir şekilde dönüşeceğini gösteren bir işarettir.

***

Devlet, hem sınıf karşıtlıklarını kontrol altında tutma gereksiniminden hem de aynı zamanda bu sınıfların çatışmasının ortasında doğduğundan, genellikle, en güçlü, iktisadi açıdan egemen olan sınıfın devletidir; bu sınıf, devlet aracılığıyla, siyasal açıdan da egemen olan sınıfa dönüşür ve böylece ezilen sınıfı sindirmek ve sömürmek için yeni araçlar elde eder. Eski Çağ’ın devleti, her şeyden önce, köle sahiplerinin, köleleri sindirmeye yönelik devletiydi; aynı şekilde, feodal devlet, soyluların, serfleri ve bağımlı köylüleri sindirmeye yönelik organıydı ve modern temsili devlet, ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aracıdır.[14]

Türkiye’de polis teşkilatında ve genel anlamda polislik faaliyetinde görülen dönüşümün dinamiğinde de, Engels’in ‘modern devlet’ için öne sürdüğü bu formül yer alır. ‘Güvenlik’ ihtiyacı da, hem önlem hem de müdahale yönlü tüm polisiye faaliyet de, son noktada “ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aracı” olan devletin evrimine duyarlıdır.

Cumhuriyetten sonraki önemli ‘değişim’ anlarında polis erkinin geçirdiği dönüşüm bu açıdan anlamlı. Türkiye’de sanayi burjuvazisinin hegemonik iktidarının önünü açan ‘27 Mayıs devleti’ de, onu sınırlayıp budayarak egemen sınıfın güncel ihtiyaçlarına uyumlu şekilde tadil eden 12 Mart faşizmi de kendinden önceki polisi devraldı ve ona yeni görevler tevdi etti, yeni işlevler ve ‘teknikler’ kazandırdı. Üstelik 1950’den sonraki gelişim, doğrudan Soğuk Savaş konseptinin, uluslararası kapitalist kampın ihtiyaç ve taleplerini de içerir. Türkiye’nin ordusu ve istihbarat örgütüyle birlikte polisi de bu temele münasip örgütlenecektir artık. İleri teknik takip, metodik işkence gibi uygulamaların yanı sıra örgüt şeması gibi esaslar da kapitalist kampın polis enternasyonalinden gelir. Özellikle 12 Mart’tan sonraki kurumsallaşma ise bugünkü yapıya da temel oluşturacak şekilde, çok daha karmaşık bir profesyonel aygıt inşa etmiştir. Bu dönemde, işçi, gençlik ve kısmen köylü hareketlerine karşı bir şiddet önlemleri rejimi olarak tesis edilen 12 Mart faşizmi, ‘yeni’ dönemin polisini, Ordu ve MİT’in de mevcutlu bulunduğu dersliklerde yetiştirmiştir. Bu derslikler kâh işkence tekniklerinin öğrenilip uygulandığı köşkler, kâh infaz baskınlarının yapıldığı evler ya da toplu imha için gidilen köylerdir. ‘Yeni’ polis hem bu teknik yanıyla hem de ideolojik doktrinasyonuyla öncekinden daha cüretkâr olacaktır. İşkence, sabotaj, provokasyon gibi konularda çok daha özel eğitime sahip, ayrıca açık şekilde ‘sağcı’ bir polis erkidir hedeflenen. Bu yanıyla 12 Mart sonrası polisliği, kendisinden önceki tüm dönemlerden daha ‘politik’tir. Geleneksel polis örgütünün siyasal ve sosyal anlamda görece çeşitliliğini –tedricen, ama sert tedbirlerle ve hızlıca– sağcılığın güncel varyantlarında eriten bir ideolojik homojenleşme de ortaya çıkar. Bu, ülkücülerin, sonra bir cemaat etrafında organize olmuş dinci bir kliğin, sonra yeniden ülkücülerin geniş lekesine sırayla sahip olabilen bir polis gücü mirası bırakacaktır Türkiye’ye. “Polis kurumu aslen ve kaçınılmaz olarak politiktir, zira devletin işleyişinin tam merkezindedir.”[15]

12 Mart sonrası, bizzat yeni polisliğin işkence, infaz gibi saha pratiklerinde imal edilen polis yöneticilerinin, on yıllar süren ve hemen her noktada politik bağıntılar içeren kudretli varlıkları da şaşırtıcı olmaktan böylelikle çıkmaktadır. Şükrü Balcı-Mehmet Ağar ekolünün, 70’lerin başında ‘Siyasi Şube’de başlayıp 50 yıla ulaşan bir varlık göstermesi, bu kişilerin özel yeteneklerinden daha çok devletteki yapısal devamlılığın bir sonucu olarak görülebilir. Şimdi bu ‘devamlılık’ güncel ihtiyaçlarla dönüşmeye devam ediyor. Türkiye’de 2021 baharından beri, polis örgütünü ve onun bu ‘kadim’ aktörlerini de içerecek şekilde açığa çıkan tartışma ve çatışmalar, böylesi bir dönüşümün bazı sonuçları değil midir?


DİPNOTLAR

[1] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Bir Sürgün, İletişim Yayınları, İstanbul, 1987

[2] Cengiz Kırlı, Yolsuzluğun İcadı, Verita Yayınları, İstanbul, 2015

[3] Emre Gör, II. Abdülhamid’in Hafiye Teşkilatı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015

[4] II. Meşrutiyet’in İlk Yılı, (Kolektif), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2018

[5] Cevdet Kudret, Abdülhamid Devrinde Sansür, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1977

[6] Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2000

[7] Cevdet Kudret, 1977

[8] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Hüküm Gecesi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016

[9] Ferdan Ergut, Modern Devlet ve Polis, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015

[10] Ateş Uslu ve E. Attila Aytekin, Osmanlıdan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat içinde, Yordam Kitap, İstanbul, 2015

[11] Mark Neocleous, Toplumsal Düzenin İnşası – Polis Erkinin Eleştirel Teorisi, Çev.: Ahmet Bekmen, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2007

[12] Ferdan Ergut, 2015

[13] Friedrich Engels, Tarihte Zorun Rolü, Yordam Kitap, Çev. Erkin Özalp, İstanbul, 2020

[14] Friedrich Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev. Erkin Özalp, Yordam Kitap, İstanbul, 2019

[15] Mark Neocleous, 2007