AKP’liler çatışmaların arttığı dönemlerde Cemaat ile aralarındaki ilişkiyi “gönül bağı” biçiminde tarif etseler de, çıkar birliği ilkesine dayalı ittifakın çatırdayacağı an yıllardır merakla bekleniyordu. Ayrışmanın dershaneler üzerinden olabileceği ihtimali ise pek de umulan bir durum değildi. Dershaneyle başlayan ve daha sonra vitrine çıkan 17 Aralık Operasyonu üzerinden devam eden kavganın çıkarttığı patırtı, perde arkasında neler olduğuna yönelik soruları hâlâ bastırıyor. İktidarın yeniden bölüşümüyle sınırlı olmayan bu asimetrik savaşla ilgili değerlendirmelerinde Başbakan Erdoğan ve kurmayları çoğunlukla “dış mihrakları” adres gösteriyorlar. Aslında Erdoğan ve AKP’lilerin haklılık payı yok değil ancak yıllardan beri karşılaştıkları irili ufaklı krizleri “Türkiye’nin kalkınmasına ve lider ülke olmasına karşı çıkanlar” spinleri yoluyla söylem düzeyinde aşma girişimlerinde bulunduklarından, kaçınılmaz olarak yalancı çoban muamelesi görüyorlar. Erdoğan dış mihrak tezinde haklı olmasına haklı fakat bu defaki mihrak Gezi Eylemleri sırasında ortaya atılan Otpor gibi basit bir organizasyon değil. Tam tersine, ismini zikretmeye çekindikleri (Öfkelerine yenik düşüp bir defalığına ağızlarından kaçırdıkları sefer hariç), zahiri olmayan bir blokla karşı karşıyalar. Türkiye tarihinin en büyük siyasi krizlerinden biri, yani dershane savaşı ve takip eden 17 Aralık yolsuzluk, rüşvet, çevre ve inşaat rantı operasyonu, Suriye’de uluslararası bir savaş başlatmayı başaramayan AKP’nin Orta Doğu’da kendi enerji stratejisini kurma çabası sırasında oluşturduğu ittifaklarla ABD’nin yoluna çıkmasıyla başladı.
Rusya’yla Zoraki Esad Barışı
Erdoğan hükümetinin 2011’den bu yana Suriye’de silahlı çözümü savunduğu sır değil. İnsani yardım koridorlarının kurulup, çatışma bölgelerinde istikrar oluşturulması biçiminde özetlenebilecek savaş senaryolarını destekleyen Erdoğan ve Davutoğlu, karşılarında Rusya Başkanı Putin ve Dışişleri Bakanı Lavrov’u bulunca istedikleri savaşı başlatamadılar. Beşar Esad diktatörlüğü üzerinden kurgulanan savaş, Lavrov’un “Esad’lı ya da Esad’sız barış” siyasetini aşamadı. 14 Eylül’de ABD ile Rusya arasında Suriye’deki kimyasal silahların imhası doğrultusunda Cenevre’de varılan anlaşma, Suriye’de uluslararası bir savaş ihtimalini şimdilik ortadan kaldırırken, barışın mimarı olarak öne çıkartılan Lavrov, Rusya’nın pozisyonun ABD’ninkinden çok da farklı olmadığını belirtiyordu. Orta Doğu’daki fiziksel varlığını azaltmak isteyen ABD ile Rusya’nın Suriye konusunda uzlaşmasının ardından Türkiye, ters düştüğü Rusya ile yeniden baş başa kaldı. Bir süredir pazarlık kozu olarak masada tutulan Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS) de bu noktada yeniden devreye girdi.
Nükleer Pazarlık Kozuna Dönüşünce
1960’lardan beri gündemde olan, hatta yer lisansı 1976’da çıkartılan Akkuyu projesi, 2010’da Rusya devletinin nükleer enerji kuruluşu ROSATOM’la görüşmelerin başlamasıyla yeniden karşımıza dikildi. Santralin kurulup enerji üretimine geçilmesine ilişkin uluslararası anlaşma aynı yıl imzalandıysa da, yasal sürecin tamamlanması günümüze kadar sarktı. Hükümet Türkiye’deki ilk nükleer santrali üretime sokmakta son derece hevesliyken, ÇED (Çevresel etki değerlendirmesi) sürecinden ötürü yaşanan gecikmeyi Ağustos ayında görüştüğümüz çevre hukukçusu Avukat Fevzi Özlüer şöyle anlatıyordu: “Rusya ile Suriye üzerinden gerilen ilişkilerde, bir iç hukuk kuralıyla Rusya’ya ders verme niyeti ortada. Rusya ile gerilim yaşandığı bir gerçek; bu gerilim Akkuyu NGS örneğinde somutlaştı.” ROSATOM’un Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunduğu ÇED Raporu’nun iade edilmesinin ardından Ekim başında gerçekleştirilen ÇED İnceleme Değerlendirme Komisyonu toplantısı da bu değerlendirmeyle örtüşüyordu. Şirketin revize ettiği rapor hâlâ pek çok konuda yetersiz olsa da, baştan savma ÇED raporlarını kabul eden, HES’leri, maden ocaklarını kolaylıkla ÇED’den muaf tutan hükümet ROSATOM’un raporunu beğenmedi.
Suriye konusunda 14 Eylül’de yaşanan çözülmenin ardından yapılan ÇED İnceleme Değerlendirme Komisyonu toplantısı ROSATOM için olumlu geçmese de, Rusya ile siyasi bir pazarlık malzemesi haline gelen santral için bu tarihten itibaren lehte gelişmeler yaşanmaya başlandı. AB Dışişleri Bakanı Catherine Ashton’ın devreye girişi, Lavrov-Kerry anlaşması, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) dünya basınında itibarsızlaşması (Binlerce ÖSO aleyhine yorumdan biri: İngiliz Telegraph’ta 30 Kasım tarihli bir yazıda ÖSO unsurlarının üç yıl içinde köylülerden savaş beylerine dönüştüğü ifade ediliyor. ÖSO’yla ilgili olumsuz değerlendirmelere tüm batı basınında rastlamak mümkün) ve bölgenin seyyar mücahitler için bir çekim merkezine dönüşmesiyle AKP savaştan vazgeçmek zorunda kaldı. Bu kadar gelişme üst üste yaşanınca, Rusya ve ROSATOM için de çarklar yeniden dönmeye başladı.
Akkuyu’ya Putin Ayarı
Hükümet önce, itirazlar üzerine iptal edilen Mersin-Karaman 1/100.000 ölçekli çevre planı yerine, Akkuyu NGS için özel olarak hazırlanan ve yedekte bekletilen Mersin-Adana çevre planını devreye soktu. Mersin-Karaman’dan çıkartılıp Mersin-Adana planına sokulan santral, hükümete gözünde yeniden meşruiyet kazandı. Meslek örgütleri ve yaşam hakkı savunucuları tarafından pek çok defa dile getirilen “ÇED olmamasına karşın inşaat sürüyor” iddialarına kulak tıkandı (Odalar ve hukukçulara ek olarak, aynı iddiayı CHP Mersin milletvekili Aytuğ Atıcı da dillendirdi ama çabaları sonuçsuz kaldı). Ortada ÇED Olumlu Raporu olmamasına karşın Akkuyu NGS CEO’su Alexander Superfin, Ekim ayı sonunda ajanslara yaptığı açıklamada, 2020 itibarıyla enerji üretimine başlanacağını ilan etti. Ancak ROSATOM ve Akkuyu NGS için en olumlu gelişme, Erdoğan’ın Türkiye’ye yapılacak Rus yatırımlarını görüşmek üzere Putin’i ziyaretiydi. Barzani’nin Diyarbakır’a gelişinin hemen ardından Rusya’da yapılan zirveden hem Akkuyu NGS sürecinin daha hızlı ilerleyeceğine, hem de Türkiye’deki Rus nükleer enerji yatırımlarının derinleştirileceğine ilişkin kararlar çıktı. Suriye meselesinde anlaşamayan Erdoğan-Putin ikilisinin yeniden uzlaşması, iç enerji piyasasındaki bazı gelişmelere de açıklık getirdi.
Geçici HES Şaşkınlığı
Ağustos 2013 sonu itibarıyla, yaklaşık 5 bin megavatlık kurulu güce sahip olan akarsular üzerine kurulu hidrolik enerji kaynakları, Türkiye’de üretilen enerjinin yalnızca yüzde 9,12’lik kısmını karşılıyor. Dolayısıyla ürettiği enerjinin nispi değerine bakıldığında, enerji ve ekoloji gündeminde çok büyük bir yer kaplayan HES’lerin temelde siyasi bir tercih olduğu, daha doğru bir ifadeyle, HES yatırımı yapılırken ilk kriterin enerji üretimi olmadığı anlaşılıyor. Su kullanım hakkı anlaşmalarıyla tarım, hayvancılık ve günlük ihtiyaçlar için kullanılan suyun metalaştırılmasıyla birlikte, günlük harcaması 2 doları bulmayan 15 milyon yurttaşın mavi yakalılara dönüştürülmesi, boşalan köylerin daha “ekonomik” üreticilere verilmesine yönelik stratejik planın önemli ayaklarından biri akarsular üzerine kurulmuş HES’lerdi. Ancak her nedense, AKP piyasa mekanizmasının HES’ler üzerinden yerellere uzanmasına yönelik baskıyı son aylarda bir nebze olsun gevşetti. İktisadi anlamda bir şey ifade etmediği, enerjide yerel yerine merkezi çözümler arandığından ötürü iletim sırasındaki enerji kayıplarının küçük ölçekli HES projelerini iyice anlamsızlaştırdığı eleştirileri ilk defa dikkate alındı. Ya da dikkate alınıyormuş gibi gözüktü. Erdoğan’ın memleketi Rize’ye yaptığı bir ziyarette Şimşirli Köyü sakinleri, Başbakan’a hukuk süreci şirket lehine süren HES’ten dert yandı. Erdoğan söz konusu HES’in kurulu gücünün 3,65 megavat olduğunu öğrenince küçük çaplı bir af ilan etti ve HES’in yapılmaması için girişimde bulunacağını söyledi. 2014’teki yerel seçimlere yorulan bu gelişmeyi, sabık Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın 10 megavatın altındaki HES’lere izin vermeyeceklerini belirten açıklaması izledi. Bayraktar’ın, “HES’lerle bu iş olmaz. Haklısınız, HES’lerle ufak dereleri mahvediyoruz. Artık 10 megavattan daha aşağı enerji üretecek HES’lere izin vermeyeceğiz” sözleri akarsular üzerine kurulan tünel tipi HES’lerle yaşam alanlarından olanlar tarafından bile kuşkuyla karşılandı.
Enerji Üssü İçin Pilot Bölge Adana-Yumurtalık
HES’lerden vazgeçilebileceğine ilişkin kuşkuların nükleer sebepli olabileceği düşünülürken, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle, yani Irak Kürdistanı’yla yapılan petrol boru hattı görüşmelerinde ilerleme kaydedilmesi, resmi tamamen değiştirdi. AKP hükümetinin sırtını dayadığı inşaat modelli büyüme stratejisinde termik santrallerin yeri zaten hazırdı; termik santrallerin yan ürünü olan kül beton santrallerinde kullanılacak, kurulu gücü yüksek termik santrallerde enerji üretilirken inşaatlar için de çimento ve beton sağlanacaktı. 2007’de Bakanlar Kurulu’nun ilan ettiği Adana Yumurtalık’taki enerji ihtisas bölgesi, bu tümleşik enerji-sanayi alanı için pilot uygulama olmak için en iyi adaydı. İnşa edilecek 28 termik güç santrali ve beton santrallerinin yanı sıra, Akkuyu NGS’nin bölgeye 150 kilometrelik mesafede oluşu, uluslararası enerji ağının kıymetini artıran bir unsur olarak öne çıkıyordu. Böylelikle Rusya’nın enerji ihtisas bölgesiyle organik bir bağlantısı da kuruluyordu.
AKP’nin bölgesel enerji bağlantı noktası kurmak gibi bir hedefi olabileceğini fark etmem, Kasım ayında kömür kırma-eleme tesislerinin yarattığı tozdan yaşamları darmaduman olmuş Kurtpınarı köylüleriyle tanışmam sayesinde oldu. Denize yaklaşık 4 kilometre uzaklıktaki köyün etrafını birkaç yılda 4 farklı kömür kırma-eleme tesisi kuşatıvermiş, köy yaşanmaz hale gelmişti. Her gün temizlik yapmak bir yana, yaşını almamış çocukların astım ve bronşitle mücadele etmesi, hayvanlarınsa sigara tiryakileri gibi öksürmeye başlaması köylüleri çileden çıkartmıştı. İleride kurulacak termik santrallere kömür sağlayacak tesisler hukuki yollarla köyden gönderilmek istendiğinde ilginç ilişkiler ağıyla karşılaşılmış, köylü nereye elini atmışsa birilerinin akrabalarıyla veya yakınlarıyla burun buruna gelmişti. Köyün tesislerle mücadelesinde savunuculuk görevini üstlenen Avukat İsmail Atal’dan şimdiye dek karşılaştıkları sorunları dinlediğim sırada, bugün yaşanmakta olanlarla Kurtpınarı sakinlerinin çektiği eziyeti ilişkilendiremiyordum.
Irak Petrolünde Irak’sız Çözüm
Irak Kürdistanı ile Türkiye arasındaki petrol pazarlığının, Irak merkezi hükümeti ve ABD’ye rağmen, birkaç yıldır sürmekte olduğunu söylemek mümkün. Merkezi hükümeti baypas eden anlaşmanın yarattığı rahatsızlığın emareleri 2012’de, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun davetsiz Kerkük ziyaretiyle ve Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın petrol pazarlığı için uçakla gittiği Erbil’e merkezi hükümetten iniş izni alamayışıyla ortaya çıkmıştı. Merkezi yönetimin Türkiye’ye karşı elini kolunu bağlayan coğrafi dezavantaj (Irak Kürdistanı’ndaki petrol, merkezi hükümetin kontrolü altındaki sınırlardan geçmeden doğruca Türkiye’ye ulaşabiliyor), Rusya söz konusu olduğunda da ortaya çıkıyor. Hatta Rusya ile Irak’ın arasının Gazprom’un Barzani yönetimiyle yaptığı anlaşmalar yüzünden açık olduğu, varlığının görmezden gelindiği anlaşmalar yüzünden Irak’ın Gazprom’u Kürdistan’da istemediği biliniyor. Türkiye ve Rusya’nın ortak sorunu, Barzani’nin de oluruyla ortak bir çözüme kavuşuyor: Günlük 250 ila 300 bin varil ham petrol taşımaya imkân veren bir hattın Ceyhan’a uzanması ve işlendikten sonra buradan dağıtılması Irak merkezi yönetimini, dolaylı olarak ABD’yi resmin dışına itiyor. İşte, dershane krizinin damga vurduğu Kasım 2013, daha sonra Rusya’nın da dâhil olabileceği konuşulan, Türkiye-Irak Kürdistanı arasındaki petrol hattı görüşmelerinde sona gelindiği haberleriyle başladı.
‘Öcalan’ı Sustur, Petrolü Al’ Planı
Rusya, Irak Kürdistanı ve Türkiye arasındaki petrol anlaşmasındaki iş bölümünden Türkiye’ye düşen, ÖSO ve diğer El Kaide unsurlarına giden silah sevkiyatının sürmesinden anlaşılıyor ki, PYD’yi ve Rojava’yı, böylece Öcalan ve PKK’yi baskı altında tutup bölgenin istikrarsızlaşmasını önlemekti. Suriye rejimiyle savaşını her geçen gün kaybeden silahlı grupların desteklenmesiyle, her an Rojava’ya dönebilecek bir namlu hazırda tutulacak, BDP’nin Rojava’yı destekleyen kanadı da baskılanmış olacaktı. Bir anlamda, petrol sevkiyat bölgesinin güvenliği karşılığında Rojava rehin tutulacaktı.
BDP içindeki Öcalancı/Rojavacılar ile Barzaniciler arasındaki ayrım, en saf haliyle Barzani’nin Diyarbakır ziyaretinde ortaya çıktı. BDP’lilerin bir kısmı Barzani’yi karşılarken, birkaç gün sonra bir etkinlikte konuşan BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Celal Talabani’nin Irak’ın başında olmasına ihtiyaç duyduklarını belirterek ayrımı derinleştirdi. Aynı günlerde Erdoğan’ın Kürdistan kelimesini ilk defa kendi ağzıyla telaffuz ederek Barzani’yi Öcalan’a alternatif bir lider olarak ileri sürmesi de Öcalan’a karşı Barzanici Kürtlerin destekleneceğini gösteren bir başka işaretti.
Enerji Troykasına ABD Freni
Rusya, Kürdistan Bölgesel yönetimi ve Türkiye arasındaki petrol pazarlığı, kaçınılmaz olarak ABD engeline takıldı. Görüşmelere ABD’den ilk uyarı Mart ayında gelmişti. İddiaya göre ABD Dışişleri Bakanı John Kerry Bağdat’a yaptığı ziyaret sırasında Kürdistan bölgesel yönetimi yetkililerini, Irak merkezi yönetiminin onayı olmadan Türkiye’yle petrol boru hattı anlaşması yapılmaması yönünde uyardı. İkinci uyarı krizli Kasım ayının sonunda geldi. 27 Kasım’daki bir basın toplantısında ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki’ye bölgedeki petrol pazarlıkları soruldu. Psaki şöyle yanıtladı: “Irak federal hükümetinin onayı olmadan Irak’ın herhangi bir kesiminden petrol ihracını desteklemiyoruz. Irak federal hükümeti ve Kürt bölgesel yönetimini anayasal bir çözüme varmaya çağırmayı sürdürüyoruz.” Ancak bu uyarı yapıldığında ABD “farklı” önleyici mekanizmaları çoktan uygulamaya sokmuştu bile.
Bölgedeki gelişmeleri takip eden tüm ülkeler gibi, ÖSO ve El Kaide’ye Türkiye üzerinden silah ve mühimmat gittiğini ABD de biliyordu. Sevkiyatın ortaya çıkartılması hem AKP’yi terörist organizasyonlara yardım yapar pozisyona itecekti, hem de Rojava üzerinden BDP ve Öcalan’a yapılan baskıyı zayıflatacaktı. Suriye’ye deniz yoluyla giden 20 bin kalaşnikofun Ege Denizi’nde Yunanistan Sahil Güvenliği tarafından yakalanması benzeri bir operasyondan daha etkili bir mesaj olması için, Türkiye’deki bir sevkiyat ortaya çıkartılmalıydı. Bu iş için kullanılabilecek en doğru kişi, ABD’nin elindeki bir rehine, yani Fethullah Gülen’di.
Uyuşturucu Görünümlü Silah Baskını
Gülen cemaatine bağlı kişilerin polis içerisinde önemli derecede kadrolaştığı biliniyordu (17 Aralık sonrası Emniyet’teki depremle bunun bir kuşku olmadığı iyice anlaşıldı) ancak Suriye’deki terörist gruplara giden silahların Cemaate bağlı polislerce ele geçirileceğinden emin olunması lazımdı zira Emniyet’in AKP egemenliğindeki kadrolarının hiçbiri, Erdoğan’a rağmen bu operasyonu yapmaya cesaret edemezdi. Terörle Mücadele Şubelerindeki Cemaatçi polisler, AKP tarafından çoktan tasfiye edilmişlerdi, dolayısıyla sevkiyatın ortaya çıkarılması için tek seçenek hâlâ Cemaatin elindeki Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Şube’ydi (17 Aralık sonrasında Emniyet’teki AKP kırımından en büyük darbeyi Cemaat egemenliğindeki KOM aldı). Hatay Emniyeti’nden gelen uyuşturucu ihbarı doğrudan Adana Emniyeti KOM Şube’ye gitti. İhbarı değerlendiren KOM Şube mensupları 7 Kasım tarihinde, beraberindeki basın mensuplarıyla birlikte Adana Metal Sanayi Sitesi’ne gittiler fakat baskında beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar. Buldukları uyuşturucu değil, bir havan topu başlığı imalathanesi ve 935 havan topu başlığını Suriye’ye götürmek üzere bekleyen bir TIR’dı. Baskının üzerinden bir hafta geçmeden Cemaat ile AKP arasındaki dershane krizi patlak verdi. AKP, ABD’nin iradesini Türkiye’de tecelli ettiren Cemaate haddini bildirmek istiyordu.
Dershaneye MGK Yanıtı
Erdoğan’ın başlattığı dershane-okul ikiliği tartışmasında asıl hedef Cemaatin örgütlenme kapasitesiydi. Özellikle taşrada, neredeyse tüm örgün eğitime etki edebilme olanağıyla Cemaat kadrolarının temelini oluşturan dershanelere iktidar kanadından gelen açık tehdit, çokları tarafından küresel bir anlaşmazlığın uzantısı olarak değil, yerel güç paylaşımın savaşının bir parçası olarak değerlendirildi. Ancak Adana’da yakalatılan sevkiyata karşın enerji koridoru planının değişmemesi, ABD’yi yeni bir adım atmaya zorladı. 16 Kasım’da, yani dershane krizinin başladığı günün ertesinde, Erdoğan Diyarbakır’da Barzani ile bir araya geldi. Bu görüşmenin üzerinden bir hafta geçmeden, Erdoğan bu defa soluğu Rusya’da aldı Barzani’yle yaptığı görüşmeyi Rus lidere iletti. Erdoğan’ın Putin’le Kürt petrolleri konusunu görüşüp, yeni nükleer enerji yatırımları için söz aldığı gün, Bayraktar HES’lerden vazgeçilebileceğine ilişkin açıklamasını yaptı.
Kılıçla Yaşayan Kılıçla Ölüyor
Dershane savaşıyla birlikte, Suriye’deki ateşkes görüşmelerinin ÖSO’ya gönderilen silah ve mühimmat yoluyla AKP tarafından sabote edilmesi konuşulmaksızın, AKP aksiyoner, yani eğilim belirler pozisyona yeniden oturdu. AKP’nin hesap edemediği ise zamanında askeri vesayetin tasfiyesi için başvurduğu yöntemin kendisine karşı uygulanabileceğiydi. “Kılıçla yaşayan kılıçla ölür.” Şiirsel adalet AKP’nin karşısına bir bavul, misyonunu tamamladığı iddia edilen bir gazete ve tasfiye edilen askerlerle ortaklaşa imzalanmış belgeler şeklinde çıktı. Mehmet Baransu imzasıyla haberleştirilip yayınlanan Milli Güvenlik Kurulu’nun 2004 tarihli Gülen’i bitirme planı kararının ortaya çıkışıyla birlikte, 17 Aralık Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu’na giden yol da açılmış oldu. AKP üzerindeki baskı, kent ve ekoloji rantından beslenen Cemaat dışı bir unsur olan, Erdoğan’ın yakın çevresindeki Karadenizli inşaat lobisi üzerinden genişledi. Birkaç yıldır ABD-AKP ilişkilerini geren İran ticareti de operasyona dâhil edildi. Ruhani yönetiminin Batı yanlısı ve dünya kapitalist ekonomisine katılımcı tavrıyla seleflerinden ayrılması, ABD’yi operasyonun bir ayağını da İran’a uzatmak konusunda cesaretlendirdi. Entegrasyon sürecine gireceğinin sinyallerini veren İran yönetimi de, altın ve kara para trafiğinin engellenip İran ekonomisinin kayıt dışı unsurlarının kurutulmasına, trafiğin Türkiye şefi Reza Zerrab’ın İran’daki ortağı Babek Zencani’yi gözaltına alarak destek verdi.
AKP’nin ÖSO Karakutusu Suriye’nin Elinde mi?
Bu belgeler savaşında AKP’nin elini zayıflatan unsurlardan biri de (ABD’yle mücadele ediyor oluşu yeterli bir unsur değilse), AKP-ÖSO işbirliğinin yaşayan kanıtı Heysem Topalca’nın (Arapça isminin Latinleştirilmiş hali yabancı kaynaklarda Haisam Toubaljeh biçiminde geçiyor) ortadan kaybolması oldu. Mayıs ayında Adana’da 2 kilo sarin gazının ele geçirilmesinde de, 12 Mayıs Reyhanlı Katliamı’nda da, Adana KOM Şube’nin yakaladığı silah ve mühimmat sevkiyatında da ortak isim Suriyeli Türkmen Heysem Topalca’ydı. Suriye’deki savaşın yarattığı göç trajedisinin ardından Yayladağı Mülteci Kampı’na yerleştiği bilinen Topalca, Hataylıların iddiasına göre yerel yöneticilerle ve Emniyet birimleriyle sık sık görüşen bir kişiydi. 7 Kasım’da Adana’da yakalanan silahların ardından Emniyet’in verdiği ilk bilgilere göre, gözaltına alınan kişiler arasında Topalca da vardı. Silah ve mühimmatı taşıyan TIR’ın şoförü, nakliyat işini kendisine verenin Topalca olduğunu, Adana Metal Sanayi Sitesi’nden alacağı yükü Hatay’da Topalca’ya teslim edeceği bilgisini verdi. Ancak her nasılsa Topalca kısa süre içinde serbest kaldı; üstelik ne Adana ne de Hatay Emniyeti’nde Topalca’nın gözaltına alındığına ilişkin bir bilgi bulunmuyordu.
Topalca’nın bir sonraki ortaya çıkışı Aralık ayında oldu. Orta Doğu kaynaklı haber siteleri Topalca’nın Suriye’de yakalandığını ve bir örgüt tarafından gözaltında tutulup sorgulandığını yazdılar. Türkiye’nin bıraktığı Topalca’nın kim tarafından alıkonulduğu ise bir türlü anlaşılamıyordu; bazı kaynaklar El Kaide bağlantılı Irak Şam İslam Devleti’ni (IŞİD), bazıları Esad yanlısı Mukaveme Suriyyi grubunu, bazılarıysa Suriye gizli servisi El-Muhaberat ya da doğrudan Suriye ordusunu işaret ediyordu. Kimse Topalca’yı elinde bulunduran organizasyonu kesin olarak açıklayamazken, bilinmezliğe noktayı koyma iddiasıyla Yeni Şafak Gazetesi ortaya çıkıverdi. Suriye’deki kaynaklara dayandırılan haberde Topalca’nın IŞİD tarafından 20 gün alıkonulup serbest bırakıldığı, Türkmen bölgesine ulaşan Topalca’nın güvende olduğunu duyuruldu. Yeni Şafak bu bilgiyi kimden aldığını bilmiyoruz ancak pek çok Suriyeli haber kaynağı (Bizzat ulaştıklarım da dâhil olmak üzere) Topalca’nın yerinin hâlâ belli olmadığını söylüyor. Kuşkular ise El-Muhaberat üzerinde yoğunlaşıyor. Konuyla ilgili TBMM’ye bir araştırma önergesi sunan CHP İstanbul Milletvekili Ali Özgündüz, Topalca’nın Suriye için çok ama çok önemli olduğunu söylüyor. Suriye’deki kimyasal saldırıların Birleşmiş Milletler tarafından kanıtlandığını ancak saldırıların faillerinin belirlenemediğini vurgulayan Özgündüz, Adana’da ele geçirilen 2 kilo sarin gazıyla da anılan Topalca’nın Türkiye ile Suriye’deki terörist gruplar arasındaki bağlantıyı kanıtlamak için bulunmaz bir tanık olduğu görüşünde. Özgündüz durumun AKP için vahametini şöyle ifade ediyor: “Kimyasal silahların Suriye’ye Türkiye üzerinden girdiği, kimyasalların resmi kurumlarla bağlantısı bulunan Topalca tarafından sokulduğu anlaşılırsa Başbakan Erdoğan’ın insanlığa karşı işlenen suçlardan ötürü Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’nde yargılanmasının önü açılır.” Türkiye’nin ülke içindeki terörist gruplara yardım ettiği iddiasıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne hâlihazırda bir başvuruda bulunmuş olan Suriye’nin, 30 Aralık’ta yine aynı konuyu Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirdiğini hatırlatmak gerekiyor. Topalca, Suriye’nin Türkiye aleyhine hazırlayacağı bir dosyadaki en kilit tanıklardan biri haline gelebilir.
Bozuk Saat 21 Aralık’ta Doğruyu Gösterdi
Önce Adana’daki silah sevkiyatına yapılan müdahale, sonrasındaysa 2004 MGK kararları kriziyle yapılan iki uyarı AKP tarafından görmezden gelindi. ÖSO silahlarını yakalatıp Erdoğan’ın tadını kaçıran ABD’nin ikinci hamlesi iktidarın devamının sallantıda olabileceğine dair ciddi bir mesaj niteliğindeydi. AKP’nin Cemaat ve ABD’yle yeniden uzlaşabilmesinin yolu, Rusya’ya rağmen enerji politikalarında ABD stratejik hattına yeniden dönebilmekten geçiyordu fakat bu yönde bir hamle gelmeyince 17 Aralık süreci başladı. Operasyonun başladığı tarihten itibaren doğrudan ABD’ye verilen tek mesaj, Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone üzerinden oldu. 21 Aralık günü hükümete en yakın iki gazete manşetlerinden Büyükelçi’yi hedef aldılar. Yeni Şafak “Çek git bu ülkeden” manşetiyle çıkarken, Akşam ise “Derin operasyonun intikam ortağı” başlığını yeğledi. Bir diğer AKP yanlısı gazete olan Takvim’in birinci sayfasındaysa, operasyonun İran bağlantısı yüzünden Türkiye’ye gelen ABD Hazine Bakanlığı Müsteşarı David Cohen vardı. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, Başbakan Erdoğan’da aynı gün Ricciardone’ye yüklendi. Karadeniz turunda, “Büyükelçiler bazı provokatif eylemlerin içerisine giriyorlar. İşinizi yapın. Biz sizleri ülkemizde tutmaya da mecbur değiliz. Eğer sizin ülkelerinizde de bizim büyükelçilerimiz bu tür oyunların içerisine giriyorsa siz bize haber verin, sizin göndermenize gerek yok biz alırız” diye konuşan Erdoğan, işlerin Ricciardone’nin istenmeyen kişi ilan edilmesine doğru gitmesi üzerine söylemlerini yumuşattı. Operasyonda ABD parmağı söylemleri ise “dış mihraklar” biçimi alıp zayıflayarak sürdü.
Sulh mu Ricat mı?
17 Aralık Operasyonu’nun Erdoğan’ın kişisel çevresini büyük bir bunalıma sürüklemesi, AKP’nin ABD ve Cemaatle girdiği mücadelede dümeni bir defa daha elinden kaçırmasına ve ABD’nin hedeften bir süreliğine uzaklaşmasına yol açtı. AKP’nin karşılaştığı en büyük varoluşsal krizin artık iki çıkışı var: İlk seçenek olarak, Erdoğan hükümeti ÖSO silahlarının ele geçirilmesine dershane operasyonuyla verdiği yanıtın benzerini, küresel ölçüde ABD’ye uyarlamayacağına göre, yerel seçimler öncesinde yeni bir sayfa açabilmek adına bölgedeki enerji politikalarından vazgeçecek ve Cemaatle ve ABD’yle sulh yapacak. İkinci yol ise daha çetrefilli; zamanında Milli Görüş gömleğini çıkartan Erdoğan, Erbakan’ın anti-emperyalist görünümlü söylemlerine ricat edip 30 Mart 2014’teki yerel seçimlere kadar kavgayı genişletip toplumsallaştıracak, yani cepheyi popüler siyasete doğru genişletecek. Hangi seçenek tercih edilirse edilsin, temsili siyasetin trajedisi yüzünden karar alma süreçlerine katılamayan ve vitrine konanla oyalanan yurttaş ile merkeziyetçi enerji politikaları yüzünden yaşam pratiklerinden olan yereller ve doğanın kendisi kaybedecek.