Göçmenlerin Hayaleti

Taliban evimize saldırdı, yıllar önce. Babamı, annemi gözümün önünde öldürdü… Ben abimin yanında büyüdüm… Gruplar halinde İran’dan dağlardan yürümeye başladık. İran polisi geçişlere izin vermiyor. Ateş açıyor. Öldürüyor. Kaçakbeyler (Farsça insan tacirleri) sürekli “az kaldı, geldik diyorlardı”. Yolda kar vardı. Biri önümde uçurumda aşağı yuvarlandı… Van’dan İstanbul’a geldik. İstanbul’da tacirlere ait evde Zeytinburnu’nda 10 gün kaldım. Sonra İzmir üzerinden botla Yunanistan’ın bir adasına geçtik. Botun içerisinde tacirlerden birinin annesi de vardı. 1200 $ ödedim. Oradan biletle Atina’ya gittim. Makedonya, Sırbistan, Slovenya, Avusturya üzerinden Almanya’ya geldim. 28 gün sürdü.

14 yaşında Afganistan’dan yanında herhangi bir yetişkin olmadan 2015 yazında tehlikeli, yorucu, uzun ve bir yolculukla savaştan, terörden, yoksulluktan, geleceksizlikken kaçarak Afganistan’dan Almanya’ya sığınan Khalil’in göç öyküsünün bir snapshotu. Khalil’in gizli yolculuğu henüz bitmedi. 3. dünya dediğimiz dünyadan her yaştan, her ulustan, her sınıftan yüzbinlerce milyonlarca insan politik, ekonomik, kültürel, cinsel, çevresel baskıdan, daha iyi bir yaşam umuduyla yollara dökülmeye devam ediyor. Bu göç baskısı 2015 yazından itibaren Suriye’de savaşın bitmek bilmez vahametiyle zirve noktasına ulaşmış ve Avrupa’da 2. dünya savaşından beri görülen en yüksek iltica hareketliliğini yaratmıştır. Özellikle Suriye’ye sınır ülkelerdeki sağlık, eğitim, konut gibi temel ihtiyaçları karşılamada karşılaşılan sorunlar, artan ırkçılık, yoksulluk, yoksunluk ile birleşince göçmenleri Avrupa’ya yöneltmiştir.

Göçmenlerin bu düzensiz, kararlı hareketliği Avrupa’nın göç politikalarını gözden geçirmesinde önemli bir rol oynamıştır. Zira daha önce mevcut göç rejiminin bekasını temelde sınırları dışsallaştırıp sorumluluğu sınır ülkelerine yükleyerek korumaya çalışan Avrupa, troykanın ekonomik/politik işgali altındaki Yunanistan’ın beyaz bayrak çekmesi ile, sorunun aslında çok da uzağında olmadığını anladı. Pek çok Avrupalı bürokrat, simdi günah çıkarır gibi Avrupalı devletlerin sınırlarındaki beşeri hareketliliği kontrol altında tutabilmek için, yerel diktatörleri alenen veya gizliden desteklemekte beis görmediğini beyan ediyor. Kuşak ülkelerde yaşanan toplumsal değişimler, çatışmalar ve savaşlar artık iktidarı elinde tutacak güçlü tek adam seçeneğini yok etti. Kaldı ki üzerinde her daim önemle durduğumuz göçün (mobilitenin) görece otonom yapısı ulusal ya da ulusötesi kısıtlama ve kontrol fantezisinin iç politik hesaplaşmalarda gerektiğinde joker olarak kullanılan bir hamleden ibaret olduğunu defaatle göstermiştir. Fakat bu kontrol ve düzenleme sadece basit bir yanılmasa da değildir. Ayrıntı Dergi’nin 12. sayısında değindiğimiz hareketlilik, sınırlama ve direniş arasındaki diyalektik toplumsal ve küresel iktidar ilişkilerini açıklamada önemli bir rol oynamaktadır.

Bunu en son Avrupa Birliği ile Türkiye arasında yaşanan kamuoyunda “kirli mülteci pazarlığı” olarak anılan görüşmelerde en yalın haliyle görüyoruz. “Mülteci krizinin”[1] sebeplerine daha önceki yazımızda değindiğimizden burada odak noktamızı bu pazarlığa ve bu pazarlıkta Almanya’nın öncü rolüne çevirmek istiyoruz. 2015 yaz aylarında Avrupa siyasi çevrelerini ve kamuoyunu en çok meşgul eden konu Yunanistan krizinden ziyade Akdeniz-Balkan rotası üzerinden merkez/kuzey Avrupa ülkelerini hedefleyen sığınmacılardı. 2015’in ilk 10 ayında düzensiz yollarla Avrupa’ya gelen göçmenlerin sayısı 700 bini bulmuştur. (İtalya’ya ulaşan 158 bin göçmeni de unutmamak gerekir ki bunların da büyük bir kısmı yine kuzeye yönelmektedir). Her ne kadar Macaristan, Avusturya ve İsveç nüfus sayıları dikkate alındığında son göç hareketliliğinden en çok etkilenen ülkeler olsa da, Almanya en çok sığınmacının geldiği ülkedir. Sığınmacıların yarısı Suriye kökenlilerden oluşmakla beraber, Afganistanlı ve Iraklı sığınmacıların da sayısı hayli yüksektir. Yanı sıra Mağrip, Somali, Eritre gibi Afrika ve Kosova, Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinden göçenlerin de sayısında artış gözlenmektedir. 2015 yılı içinde Avrupa’da 1.294.000 insan mültecilik başvurusunda bulunmuştur (2014 yılında bu sayı 626 bindi). Federal Almanya Göç ve Mülteci Bürosunun verilerine göre 2015 yılı içerisinde Almanya’ya sığınan insan sayısı 1.100.000’e yaklaşmıştır, bunun şimdiye kadar sadece yarıya yakını mültecilik başvurusunda bulunabilmiştir. Kilit ülke konumundaki Almanya’nın bu düzensiz göçe ve sığınmacılara yönelik tavrı, Schengen ülkeleri arasında ciddi tartışmalara yol açmıştır.

2015 Mayıs ayının başlarında Federal Almanya İçişleri Bakanı Thomas de Maizière yılsonuna kadar 450 bin klandestin göçmenin beklendiğini söylemiştir. Her ne kadar İtalya, Yunanistan ve seçimle meşgul Türkiye bahar aylarında göçmenlerin kuzey Avrupa ülkelerine geçişlerine büyük oranda göz yumsa da ve yazın göç hareketliğinde olağan bir artış beklense de, Almanya göç politikasında temel bir değişiklik planlamamaktaydı. Ortadoğu’da yaşanan savaş, küresel sömürünün güney yarımkürede yol açtığı sefalet, balkanlardaki etnik ayrımcılık (özellikle Romenlere yönelik) vs. Almanya kamuoyu için uzaklarda yaşanan daha çok alman turistlerin tanıtım broşürlerini ilgilendiren gelişmelerdi: Ulusal güvenlik ve refahın korunması sıradan insanlardan ziyade siyasetçileri ilgilendiren teknik konulardı. Yunanistan krizi yeterince can sıkmaktaydı. Üstelik “sefahat düşkünü Yunanlıları” kurtarmak için çalışkan uysal Almanların birikimleri de boşuna harcanmıştı. Bir de üstüne Alman sosyal devletinin refah nimetlerinden faydalanmak için buraya gelmek isteyen “tembel, kıskanç, güvenilmez ve hatta sahtekar” göçerlere harcayacak ne ahlaki ne de finansal kredimiz kalmıştı. Bu hâkim görüş insan hakları söyleminin de aslında içi bos “iyi insan” söyleminden ibaret olduğunu iddia ediyordu. Böylesi bir arka plandan hareket eden CDU-SPD koalisyonu 2014 sonunda Bosna Hersek, Sırbistan ve Makedonya’yı güvenli üçüncü ülke ilan ederek, pek çok göçer hizmet proletaryasını Balkanlara geri göndermeye karar verdi. Hatta İtalya’nın yürüttüğü pek çok sığınmacının hayatını kurtaran More Nostrum arama-kurtarma faaliyetlerinin durdurulması da Alman hükümetinin, özellikle de de Maizière’in özel çabalarına dayanmaktadır.

Sonradan göçmenlerin sevimli meleği haline gelen Merkel 2015 Temmuz ayında katıldığı bir halkla ilişkiler etkinliğinde Almanya’da uzun yıllardır “Duldung” statüsünde yaşayan Filistin asıllı mülteci bir kızın gözyaşları içerisinde ailesi ve kendisinin sınır dışı edilmek istemediği haykırışlarına soğuk bir şekilde “herkesi alamayiz” diye yanıt verirken, göç politikasındaki genel trendi devam ettirmek istediğini ifşa ediyordu: Beşeri sermaye, göç ve mülteci siyasetinde temel belirleyendir. Hatta kapitalizmin geçirdiği değişimle, sanayiden finans kapitale kayan ağırlıkla birlikte, emek ile (her türlü) aktiflik arasında kaybolan sınır üretkenlik bazında “sınıfta kalmayacak” özneler aramaktadır. Bu bakımdan mevcut alt-sınıf göçmenler preker, informel, cemaat temelli ekonomik yapıları kapitalist bir değerlendirme (valourization) sürecine tabi tutulup sisteme entegre edilmeye çalışılmaktadır. Yine de Almanya gibi ülkelerde nüfusun yaşlanması, sosyal sigortaya kasasına ödeyecek aktif nüfusun azalması, bakım hizmetlerinin öneminin artması ve özelleştirilmesi vs. sebeplerle hizmet sektöründe ucuz işgücü sağlayacak göçmene ihtiyaç vardır.[2] İş ve işçi bulma kurumu Güney Berlin’in Şubat ayı sonunda düzenlediği iş borsası iş piyasasının örgütlenmesindeki bu değimleri ortaya çıkarmaktadır: 5 bin yeni göçmenin müstakbel işverenleri ile tanıştığı bu piyasada hizmet sektörünün temel bileşenleri, gastronomi, gıda firmaları, lojistik, güvenlik firmaları, oteller, özelleştirilmiş toplu konut firmaları, temizlik gibi alanlarda ucuz emek arayışındadır. İşveren temsilcileri, think thankleri ve CDU bu işgücü bolluğunu, emeğin değerini düşürmek için kullanmaya çalışmaktadır. Mültecilerin ilk 6 ay asgari ücretin altında bir ücret karşılığı çalışması fikrini uyum yasası altında pazarlamaya çalışıyorlar. Yine Berlin’de Nisan başında çıkan bir yasa ile 4 bin mültecinin 1 Euroluk işlerde çalışmasına karar verilmiştir. Nihayetinde bu “emek açığı” meselesi ve bu “açığın” nasıl, kimler tarafından ve hangi zeminde kapatılacağı, sosyal mücadelelerin belirleyeceği siyasal bir meseledir. Bu mücadele de tabi ki siyasetçiler ve ekonomik yapıların tek yönlü inisiyatiflerini aşan ve başka söylemlerle (humanitarism, ulusalcilik, evrenselcilik etc.) ve pratiklerle de artiküle olan çatışmalı bir zeminde belirlenecektir. Örneğin Merkel’in bahsi gecen etkinlikteki ters tepen şovu, ekonomik kar-zarar bakisinin ötesinde insan hakları söyleminin göç politikasındaki ağırlığını hissettirmiştir.

Artan mülteci dramları insan hakları örgütleri, aktivistler, sol-liberal kesimleri ve hatta kilise çevrelerini harekete geçirmiş ve toplumdan yükselen bir baskıya sebep olmuştur. Bu baskı, politik hattın belirlenmesinde asıl belirleyici etken olmuştur. Negri’nin Benjamin’e atıfla müspet bir şekilde belirttiği bu “yeni barbarlar” güruhu göçmenlerin bitmek bilmez çabaları, yeni yol arayışları, kaçışın önüne çıkan pek çok engeli aşabilme kapasiteleri, yeni yaşam arzuları ve daha önemlisi mobil müşterekler yaratabilme kabileyetleriyle birleşince, politikacılar yeni hakikati görmek ve buna uygun siyasi çıkarımlar yapmak durumunda kaldılar. Almanya’nın sınırları açmasının nedeni işte bu “göçer ırkın” yarattığı baskıdır. 2015 yılı başlarında zaten yoğun olan düzensiz girişler (Yunanistan kayıtsız geçişlere izin verdiğinden) Macaristan üzerinden gerçekleşiyordu. Macaristan artan göçmen mevcudiyetini ıslah evlerinde absorbe etmeye çalıştı. Fakat sayının artması ile birlikte göçerlerin “yolculuklarına” devam etmesine göz yummaya başladı. Bu da genelde çok iyi örgütlenmiş insan kaçakçıları sayesinde gerçekleşiyordu. Fakat kaçakçıların kullandığı yöntemler tehlikeli ve ölümcüldü. Macaristan üzerinden Avusturya’ya giren bir kamyonda 71 Suriyelinin havasızlıktan ölmesi, kamuoyunda ciddi bir rahatsızlık yaratmıştır. Bunun sonucu insan hakları söyleminin değerinin artması ve düzensiz girişleri daha da tehlikeli hale getirmemek için buna göz yumulmasıdır. Almanya Ağustos ayının sonunda tarihi bir hamle yaptı. Federal göç ve mülteciler bürosunun hesabından gece yarısı atılan bir tweetle, Dublin anlaşmasının Suriyeli mülteciler için geçersiz olduğu söyleniyordu. Suriyelilerin mültecilik başvurusu Almanya’da yapılacak ve ilk giriş yapılan ülkeye geri gönderilmeyeceklerdi. (Dublin Anlaşmasına göre, mülteciler Schengen birliğine giriş yaptıkları ülkede mülteci başvurusu yapabilir.) Almanya’nın bu kararı Avusturya ve Macaristan gibi Avrupa’nın yasam standartları yüksek görece merkez ülkeleri tarafından mülteci sayısını arttıracağı için eleştirildi. Suriyeli göçmenlerin Merkel sloganları atarak Balkanlardan yürüyüşleri sanırım göç tarihçilerinin uzun yıllar unutamayacağı bir kaynak olacaktır. Fakat reel politika açısından hiç de istenmeyen bir yan etkisi olmuştur. Almanya’nın Suriyeliler için sınırları açtığı bilgisi, her ne kadar politikacılar tarafından yalanlansa da tüm göçmenler arasında hızla yayılmış ve yeni bir göç ivmesi yaratmıştır.

2015 Eylül ayı göç meselesinde çizgisel gelişmelerden ziyade, çok taraflı, kümülatif, çelişkili, çatışmalı ve girift bir seyir izlemiştir. Sadece Suriyeliler için pratikte kaldırılan Dublin şartlarının halen yürürlükte olduğunu yineleyen Alman politikacılar birkaç gün sonra tekrar – bu defa Avusturya hükümeti ile birlikte Macaristan’ın da olumlu yanıtı ile – böyle acil bir durumda Dublin şartlarından sapmalar olabileceğini söyledi. Bunun üzerine Macaristan ve Avusturya üzerinden binlerce göçmen Almanya’ya giriş yaptı. Eylül ayının başında Macaristan göçmenleri taşımak için tahsis edilen trenleri iptal edince, göçmenler otobanlar, tren rayları, tarlalar vs. üzerinden yollarına devam ettiler. Sadece Eylül ayında Bavyera üzerinden Almanya’ya giriş yapanların sayısı 135 bini geçerek rekor bir sayıya ulaştı. Eyalet içişleri bakanları ay ortalarında yaptıkları ortak açıklamada, kabul etme kapasitelerinin tükendiğini iddia ederek, bu kitlesel, kontrolsüz ve kayıtsız girişlere tepki gösterdi. Böylece Almanya 13 Eylül’de tekrar sınır kontrolü yapmaya başladı. Bunun üzerine Avusturya, Slovakya ve Hollanda da sınırlarını kontrol etmeye başladı. Schengen Anlaşmasının ruhu olan serbest dolaşım da pratikte böylece derin bir yara almış oldu. Almanya’nın Avrupa Birliğini oluşturan bu iki anlaşmayı da tek taraflı olarak askıya aldığı yönündeki eleştiriler, basını Macaristan’ın çektiği sınırların kapatılmasına uğrasan aşırı sağın hızla ivme kazandığı otoriter-Hristiyan-muhafazakar yönetimlerin hâkim olduğu Doğu Avrupa bloğunun tepkisini çekmiştir. Gerçi Dublin sözleşmesinin pratikte yürümediğini en yetkin politik çevreler defalarca belirtmişlerdir: IOM kayıtlarına göre 2015 yılının ortasında İtalya’ya giriş yapan göçmenlerin % 40’ı kayıt yaptırmadan (İtalya hükümetinin de “cömert” yardımları sayesinde) kuzeye yönelmekteydi. Keza Yunanistan için de benzer bir durumdan söz edilebilir. Yine Yunanistan örneğinde görüldüğü üzere, Avrupa Adalet Divanı’nın önceki yıllarda aldığı karar uyarınca mültecilik sisteminde yapısal sorunları olan ve mültecilerin insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleye maruz kalacağının öngörüldüğü AB ülkelerine geri gönderilemeyeceği ilkesi gereğince pek çok mültecinin Dublin sözleşmesine aykırı olsa da örneğin Almanya’da mültecilik başvurusunda bulunmasına izin verilmiştir. Eylül sonunda Avusturya sınırında biriken göçmenlerin sayısının artması neticesinde, Almanya sınırları tekrar açmış ve mültecileri Avusturya’dan özel trenlerle Almanya’ya getirmiştir. Almanya’nın Eylül ortasından itibaren yaptığı sınır kontrollerinin göçmenlerin girişini durdurduğu iddiası geçersizdir: Zira Passau şehri, Ekim ayinin sonlarında giriş yapan göçmen sayısısın 100 bin sinirini aştığını açıklamıştır.

Sınır kontrolleri meselesinde gel-gitler yaşanırken, Alman siyaseti ve toplumunda da kaçınılmaz bir değişim yaşanmıştır. Önceki umursamaz tavır hakimiyetini yitirmeye başladı: Bir tarafta Merkel’in başını çektiği “Wir schaffen das” (yapabiliriz) diyen hümaniter amaçlarla (en azından bir süre) göçmenlerin girişini destekleyen bir blok, öte yandan Bavyera’nın CSU’lu eyalet başkanı Seehofer’in önderliğinde sınırların kapatılmasını isteyen, göçmen sayısının sınırlanması ve Avrupa’nın sınırlarının daha iyi korunmasından yana olan blok resmi politik alanda (her ikisi de hükümette olan kardeş partiler) uzlaşmazlığa düşmüştür. Koalisyon partneri sosyal demokrat parti SPD ise her zamanki politikasızlığını devam ettirerek, tavır belirlemekten çekindi. Merkel, bu cesur politik tavrından dolayı insan hakları savunucuları ve sol-liberal çevrelerden alkış toplarken, öz tabanı olan muhafazakâr kesimlerden yükselen bir tepkiyle karşılaştı. Hatta kendi partisi içerisinde, örneğin İçişleri bakanı ile de zıtlaştığı görülmekte. Bürokrasinin çeşitli kesimleri de, belli sınıfların/zümrelerin çıkarlarının gözetildiği kurumlar olarak, kendi politikalarını hegemon hale getirmek uğraşısı içerisinde. (Neo-Poulatzasci devlet analizi ve eleştirisi için iyi bir laboratuvar olacaktır.) Merkel’in popülaritesini azaltacağı, hatta politik kariyerini tehlikeye atacağını bildiği halde, neden sınırların kapatılmasına karsı çıktığı sorusu çok tartışılan bir konu. Biyografik özelliğinden (Merkel Doğu Almanya’da doğup büyümüş ve (seyahat) özgürlüğün ne kadar önemli olduğunu bilir), dinsel motiflere (babası kanser evanjelik bir pastördü ve/fakat sosyalizme yakın durduğu için kızıl lakabını almıştır, hayırseverlik), transnasyonellik fikrinden (birleşik Avrupa), soğukkanlı pragmatizme uzanan bir yelpazede açıklamalar bulunur. Kanımızca bunların hepsinin farklı ağırlıklarda doğruluk payı vardır. Açık olan bir nokta vardır ki, siyasette lider karizmasının önemli bir yeri vardır. Merkel bu “krizde” kriz çözmek kredisini kullanıp, sivil toplumdaki empati patlamasına yaslanmıştır. Sivil toplumda hakikaten Almanya’da bir ilk yaşanmış ve milyonlarca insan sığınmacıların girişini kabul etmiştir. “Willkommenskultur” Hoş geldin kültürü ciddi bir empati devrimiyle birlikte pek çok insanı, göçmenlerin girişlerinde, beslenmelerinde, organizasyonlarında, barınmalarında mobilize etmiştir. Sayısı milyonları bulan bu gönüllüler bir ilk yardım kurumu gibi çalışmışlardır. Bir yanda ellerinde Arapça, Farsça sözlüklerle kıyafet, yiyecek yardımı yapan gönüllüler, diğer yanda ellerinde Molotof kokteylleri ile mülteci yurtlarına saldıran Neonaziler toplumun derin bir parçalanmışlığını gözler önüne sermiştir. Neonaziler, mevcut İslam karşıtlığı temelinde mobilize olan ve farklı sınıflardan destek gören neofasist Pegida hareketi ve ultra-nasyonalist AfD (Almanya için Alternatif Partisi) partisinin de popülaritesini kullanarak, “ötekine” karşı şiddeti “vatan-milli kültür-ulusal refah” savunmasının meşru bir aracı haline getirmeye çalışmakta. Özellikle Sachsen eyaletinde Freital, Heidenau ve Dresden basta olmak üzere pek çok şehir ve kasabada Neonazilerin hem mülteci yurtlarına, hem polise hem de mülteci haklarını savunan sol-otonom gruplara saldırdığı gözlenmiştir. İstatistiklere göre 2015 yılında mülteci yurtlarına yönelik kundaklama saldırılarında dramatik bir artış yaşanmış, her üç günde bir yurt yakılmış ve toplamda 944 suç işlenmiştir. Alman polisinin soruşturmalarda isteksizliği, eleştirel polis derneğinin de belirttiği gibi, suçluların bulunmasını zorlaştırmaktadır (Kundaklamaların %76’si aydınlatılamadı). Pek çok açıdan 1990’lı yıllarla karşılaştırılabilecek bir gelişmeden bahsedilebilir. O dönemde de Doğu Bloğunun çözülmesi, Balkan Savaşı, Afrika’daki istikrarsızlık yüzbinlerce insani Almanya’ya göçe zorlamıştı. Neonazi gruplar o dönemde de mülteci yurtlarına (ve göçmenlerin evlerine) saldırıp, mültecilik yasasının değişmesine sebep oldular. Fakat günümüzdeki en önemli fark, bu defa ne yerleşik basın ne de toplumun geniş kesimleri en azından bu ölümcül saldırılara çanak tutmaktadır. Fakat yine de sağcı, kültürelci, ırkçı mobilizasyonun yerleşik politik spektrum da ciddi bir kaymaya sebep olduğu söylenebilir. Aslında çokkültürlü, demokratik bir ülke için daha tehlikeli olan şey, AfD gibi bir partinin seçimlerde aldığı oydan ziyade, Alman hizmet proletaryası, prekerlikten çekinen orta sınıflar ve muhafazakar burjuvaziyi bir araya getirebilmesi ve merkez sağ partilere kendi programlarını dayatabilmesidir. Ana-akım siyasetin sosyal demokrat tarafında ise hem SPD hem de sendikalar bu hegemonik mücadelede yeni mevki kazanımlarından ziyade sağcı popülist fikirlerle cilveleşmek ile eşitlikçi kazanımları korumaya yönelik cılız bir politik farkındalık arasında gidip gelmektedir. Willkommenskultür ile kesişen ırkçılık karşıtı hareketin yazın yaşadığı olağanüstü ivme zamanla, özellikle Paris saldırılarından sonra daha savunmacı bir konuma çekilmiştir.

Bilhassa Köln’de yılbaşı kutlamalarında yaşanan toplu cinsel taciz vakası güçler dengesini daha da sarstı. Köln Katedrali ile merkez tren garı önüne havai fişek gösterilerini izlemek için gelen kadınlara gruplar halinde hem cinsel hem de gasp amaçlı saldıranların (Mağrip) etnik kökeni, sağcıların moral panik ve korku operasyonlarına sağlam bir argüman verdi. Pek çok beyaz Alman kadın örgütü de, Kuzey Afrikalı ve Ortadoğulu erkeklerin genlerinde kadın düşmanlığı olduğunu iddia ederek ırkçı söylemlerin derin izlerini gösterdi. Aslında kadına yönelik şiddet bir nevi turnusol kâğıdı işlevi görmektedir. Zira pek çok sol-feminist örgütün de isabetli bir şekilde belirttiği gibi eril şiddet sadece “öteki”nden kaynaklanınca bir toplumsal serzenişe yol açarken, “bizden”nden gelen şiddet göz ardı edilmektedir. Dahası “bizdeki” eril hükümranlık böylece görünmez hale getirilmektedir. Bunun ötesinde eril şiddet sadece fiziki şiddetle, tacizle sınırlandırılamaz. Kadın-erkek eşitsizliği, sembolik, kamusal ve özellikle ev içinde (özel olarak adlandırılan alanda) kendini sürekli yenilerken, şiddeti ötekinin erilliğiyle sınırlandırmak kadın özgürlük hareketini ayrımcı politikalara “uyumlaştırmaktadır”. Kadim kadın düşmanı Hristiyan Muhafazakâr kesimlerin ve hatta AfD-Pegidacilarin Köln olayını sürekli kullanmaları bunun en açık örneğidir.

Almanya bu tartışmalar ekseninde kamuoyundan gelen eleştirileri dindirmek ve göç üzerindeki denetimi tekrar ele geçirmek için iki mülteci paketi çıkarmıştır. 2015 Aralık ayında yapılan bir değişiklikle önce yılın başında Suriyeli göçmenlere yönelik hızlandırılmış (ve kolaylaştırılmış) toplu mültecilik değerlendirmesini iptal ederek, kişisel değerlendirmeye geri dönülmüştür. 2016 Şubat’ında çıkan daha radikal ikinci mültecilik paketi ile esasında daha hızlı sınır dışı etmenin yolu açılmış, Tunus, Fas ve Cezayir güvenli üçüncü ülke olarak sınıflandırılmış ve özellikle Suriyelilerin mültecilik statüleri ikincil korumaya indirilerek, aile birleşimleri zorlaştırılmıştır. Gözaltı merkezleri (Hotspot) açılarak burada acele değerlendirmelerle etik ve hukuksal boyutu tartışmalı yöntemlerle (itiraz hakkının de facto ortadan kalktığı) sığınmacılar ve hatta ağır hasta sığınmacılar dahi savaşın hüküm sürdüğü ülkelerine geri gönderilebileceklerdir. Yine hükümet mültecilerin ekonomik yük getirdiği eleştirilerine istinaden, mültecilerin, geçinmelerine dahi yetmeyen maaşlarından uyum kursları için aylık 10 €’luk zorunlu katkı payı almaya karar vermiştir. Federal içişleri bakanı de Maizière Mayıs ayında bir uyum yasasının çıkacağını duyurdu: Bu yasayla Almanca öğrenmeyen ve kendilerine yapılan iş tekliflerini kabul etmeyen sığınmacılara mültecilik statüsü tanınmayacaktır.[3]

Almanya’nın “mülteci krizi”ni aşmaya yönelik asil adimi Türkiye ile AB arasında yapılan kamuoyunda “kirli mülteci pazarlığı” olarak adlandırılan müzakerelerde oynadığı öncü roldür. 2015 Ekim ayında tartışmalı Türkiye ziyareti öncesinde parlamentoda hükümet programını açıklayan Merkel “Türkiyesiz mülteci akınını ne düzene koyabiliriz ne de önleyebiliriz” sözleriyle göç yönetiminde Türkiye’ye verdiği önemi belirtmiştir. Merkel planı olarak da bilinen bu süreç 29 Ekim 2015’te AB ile Türkiye arasında Ortak Eylem Planı kararıyla resmîleşti. Taraflar arasında derin görüş ayrılıklarını gidermek için pek çok müzakereden sonra 18 Mart 2016’da planda öngörülenler temelinde bir anlaşma yapıldı. Almanya şansölyesinin “mülteci krizi”nden koltuğunu kaybetmeden çıkabilmesinin yegane yolu olarak görülen düzensiz göçün önlenmesi özellikle Mart ayında 3 eyalette yapılacak seçimlerde AfD’nin rekor oy oranlarına ulaşıp eyalet meclislerinde temsil edileceğine ilişkin anket sonuçları ile birleşince bu anlaşmanın bir an önce çıkmasının zorunluluğu netleşiyordu (AfD Sachsen Anhalt eyaletinde %24 ile 2. parti, Rheinland-Pfalz ve Baden Wüttenberg eyaletlerinde % 12,6 ve %15,1 ile 3. parti olmuştur).

Anlaşmanın özünde taraflara göre ‘uluslararası hukuka uygun olarak’ Türkiye’den AB ülkelerine Yunanistan aracılığı ile düzensiz göçün önlenmesi ve insan kaçakçılığı şebekelerinin çökertilmesi amaçlanıyor. Buna göre, 20 Marttan itibaren Türkiye üzerinden düzensiz yollarla Yunanistan’a gecen tüm göçmenler Türkiye’ye iade edilecektir. Neden bu kadar kısa bir süre öngörüldüğü (18 Martta imzalandı) sorusu, son bir umutla Avrupa’ya geçmeye çalışan insanların umut aralığının kapatılması, olarak yanıtlanabilir. Geri göndermeler 4 Nisandan itibaren başlayacak. Türkiye’ye geri gönderilen her bir Suriyeli için, Türkiye’den bir Suriyeli düzenli yollarla AB’ye yerleştirilecektir. Bu sayı öncelikle 18 bin ile sınırlandırılmıştır. Avrupa Birliği aslında düzensiz göçmenlerin bu sayıya dahi ulaşmasını istememektedir. Zira bu amaçla her türlü önlemin alınmasını öngörmüştür (NATO’nun Ege denizinde kontrol amaçlı boy göstermesi gibi). Ola ki bu düzensiz göç yine de önlenemedi, bu sefer 54 binlik ek bir kontenjan uygulanacaktır. Diğer bir madde Yunanistan’da Hotspotlar kurularak mültecilik sistemi etkinleştirilecektir. Lojistik desteği AB verecektir: Tüm geri göndermelerin “hukuka uygun” olmasını sağlamak için bu islerde uzmanlaşmış yeni hakimler, yeni mevzuat, yeni çalışanlar (Almanya’dan) transfer edilecektir. Türkiye’ye daha önce söz verilmiş olan 3 milyar dolarlık yardım tez elden ödenecek ve 2018 yılına kadar da 3 milyar $ daha verilecektir. Fakat Türkiye’nin bu parayı mültecilere veya mültecilik sistemine yatırması kaydıyla. Türkiye’nin AB üyelik sürecinde (2015 Aralıkta başlayan iktisat ve para politikasına ilişkin 17. baslığın yansıra) yeni bir baslık görüşmelere açılmıştır (bütçeye ilişkin 33. madde). Türkiye 5 başlıkta görüşmelerin açılmasını isterken, bu sembolik alanlardaki ilerlemeler – Kıbrıs önemli başlıkları veto ettiği sürece – aslında sadece sembolik önemdedir. Bu antlaşmada Türkiye için en önemli konu ise, Türk vatandaşlarının AB’de vizesiz seyahat serbestliği edinebilmesidir. Buna göre Türkiye için 72 koşullu bir yol haritası çizilmiştir. Haziranda AB, bu koşulların yerine getirilip getirilmediğini kontrol edecek ve ay sonunda kararını verecektir.

Bu anlaşmanın “kirli pazarlık” olarak anılmasının siyasal-etik temelinin ötesinde, hem uluslararası hukuka ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine aykırılığı hem de pratikte uygulanabilirliği çok tartışmalıdır. Öngörüşümeler sırasında AB’nin kendi hukuk standartlarından tamamen vazgeçtiği görülmüştür. Lakin artan baskılarla nihai metin, bin bir taklayla sözde hukuka uygunluk ilkesini korumaya çalışmıştır. Bireysel başvuru hakkı ve somut olaya mahsusu mültecilik başvurusu değerlendirilmesi 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde ve sonrasında AB kendi hukuk sisteminde tanınmıştır. Dahası her bir düzensiz göçmenin potansiyel mülteci olması ihtimali sebebiyle geri göndermeme ilkesiyle bu hak pekiştirilmiştir.

Buna göre iki türlü geri gönderme “hukuka uygundur”. Ya başvuranın gerçekten mültecilik statüsünü gerektiren bir korumaya ihtiyacı olmadığı başvurunun incelenmesiyle tespit edilir. Ya da başvuran, AB’ye güvenli bir 3. ülke üzerinden giriş yapmıştır. Şubat ayında Türkiye’den Yunanistan’a giriş yapan 57 bin mültecinin %52’sini Suriyeliler, %41’i de Afganistan ve Iraklılar oluşturuyor. Bu sığınmacıların mültecilik hakkı savaş nedeniyle ziyadesiyle var. Bu insanlara bu hakki tanımadan Türkiye’ye göndermek bu durumda hem Cenevre Sözleşmesi’ne hem de AB içtihadına uymuyor. Bunun farkında olan AB, bu durumun istisnai ve geçici olduğunu belirtip, bu hukuksuzluğu gidermek için bireysel başvuruların olaya istinaden inceleneceğini belirtiyor. Bunun için Yunanistan’ın iflas etmiş mülteci sisteminin sağlamlaştırılmasını amaçlıyor. (Bunun pratikte yol açacağı lojistik sorunların dahi ağır insan hakları ihlallerine sebep olacağı aşikârdır).

“Hotspot” yöntemiyle mülteciler büyük hapishanelerde tutulup, işlemleri hızlıca yapılıp, geri gönderilebilecektir. Fakat hotspotların meşruiyeti oldukça tartışmalıdır. Örneğin UNHRC, bu anlaşmaya tepkisini hotspotlarda tüm çalışmalarını bırakarak göstermiştir. AB’nin diğer bir yöntemi, Türkiye’yi de facto 3. güvenli olarak sınıflandırmaktır. Aslında tüm bu anlaşmanın, düzensiz göçü sınırlandırmanın ve kontrol altına almanın uygulanabilirliği Türkiye’nin güvenli 3. ülke ve güvenli göç ülkesi sayılıp sayılamayacağı sorusunda saklıdır:

Güvenli 3. ülke, potansiyel sığınmacının yolculuğunda koruma elde edebileceği ülkedir. Pratikte orada kalabileceği, bir süre yaşayabileceği ve ülkesine geri iadenin yapılmayacağı yerdir. Güvenli ülke olmanın önkoşulu, sığınmacının ev sahibi ülkede engellenmeden sığınma başvurusunu yapabileceği, adil bir süreçte koruma talebinin inceleneceği, olumlu durumda insan haklarına yaraşır bir şekilde kabul edileceği, çalışma, konut vs. gibi sivil haklarının tanındığı bir sistemin mevcudiyetidir. Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi çekince koyarak, Avrupalı olmayan sığınmacılara mülteci statüsü tanımayan Türkiye’nin AB kriterlerine göre 3. ülke olarak tanınmaması gerekir. Sorunun farkında olan AB bürokratları, Türkiye’nin son dönemde uygulamaya koyduğu mülteci sistemine atıfla, bu sorunu rötuşlamaya çalışmakta. Her ne kadar Suriyeli sığınmacılar için getirilen izinli, kontrollü, sınırlı iş piyasasına katılım ve bunun katalizörlüğünde eğitim, sağlık, konut imkânlarına ulaşımı kolaylaştırılmışsa da, bu henüz çok kısıtlıdır. Diğer ülkelerden gelenler için ise bu ikincil koruma imkânı dahi yoktur. Bunun ötesinde güvenli göç ülkesi olabilmesi için de insan hakları karnesinin iyi olması ve demokratik hakların gözetiliyor olması önemlidir. Güvenli ülke kendi yurttaşlarını sistematik bir ayrımcılığa ve zulme tabi tutmamalıdır. Bu açıdan sanırım Türkiye’nin güvenli ülke statüsü varsa dahi geri alınması gerektiği aşikârdır. Lakin Avrupa siyasi elitleri artan iç politik baskıları dindirebilmek için insan hakları ve demokratik prensipleri bir kenara koymuş görünmektedir. Bu anlaşmanın pratikte ne kadar etkili olacağını kestirmek zor. Fakat aşikâr olan nokta, eğer bu rota zorlaştırılırsa düzensiz geçişlerin farklı bir rotaya yöneleceği ve bu yeni rotanın daha tehlikeli olduğu noktada, can kayıplarının daha da artacağıdır.

Sonuç Yerine

Göç tarihi açısından böyle önemli bir momenti Almanya açısından değerlendirirken, hem fenomenin güncelliği ve değişkenlerin dinamikliği, hem de aktörlerin ve networklerin çok boyutluluğu ve heterojenliği sebebiyle analitik bir çerçeveden ziyade betimleyici bir yöntem izlemek zorunda kaldık. O yüzden sonuç kısmında bu anlaşmanın daha önceki düzenleme ve kontrol mekanizmaları zincirine yeni bir halka ve bunun mobilitenin dayanılmaz baskısı karsısındaki çaresizliğine (etkinliği demiyoruz) yeni bir örnek teşkil edeceğini söyleyebiliriz.

Negri, Marx ve Engels’in Komünist Manifestoda betimledikleri komünist hayaletini postmodern emperyal çağda (emeğin) göçü ile ifade etmektedir. Dünyanın üzerinde bir hayalet dolaşmaktadır: göç hayaleti. Keza yine Marx-Engelsin dönemin gerici güçlerine ithaf ettiği komünist düşmanlığını (kastedilen ezilenlerin mücadelesine karşıtlık), göç bağlamında eski güçlerin ittifak halinde göç gücüne ve göçmenlere karşı acımasız bir mücadele yürüttüğü saptamasıyla güncelleniyor. 3. Dünya denen ülkelerden politik, ekonomik, kültürel vs. sebeplerle muazzam bir terk ediş, kaçış söz konusu. Sadece tarım, sanayi, hizmet sektöründen proleterler değil, ayni zamanda politik mülteciler, savaştan kaçanlar, entelektüel, maddi olmayan isçiler, kadınlar, çocuklar vs. küresel iktidarın daha baskıcı mekânlarını terk ederek yeni bir hayat arzusuyla göçüyorlar. Bu doyumsuz hareket serbestliği isteği ulusal devletlerin sınırlarını tarumar etmeye devam ediyor. Göçün şiddetli baskıları sadece ulusal devletlerin yasal mevzuatlarını değil, aynı zamanda ulus ötesi oluşumların da hem kurumsal yapılarını hem de etik duruşlarını yeniden düzenlemelerine /gözden geçirmelerine yol açıyor. (Çatışmalı yapıdaki normların aslında nasıl birer retorik yığını haline gelebileceğini ifşa ediyor). Hem Marx-Engels’in hem de Negri-Hardt’in belirttiği gibi, neticede ne komünist hayalet, ne göçmen güruh, ne de İmparatorluğu istila eden yeni “barbarlar ırkı” uysal bedenler yığını haline gelmektedir. Bu reddediş hem kapitalizmin dönüşümünde, hem sınıf kompozisyonlarının yeniden yapılanmasında, hem de AB gibi ulus ötesi projelerin demokratik yapılanmalarında kilit rol oynamaktadır….

 

DİPNOTLAR

[1] Aslında mülteci krizinden ziyade Avrupa’da neoliberal krizden söz etmek daha doğrudur. Avrupa’da kolektif, sosyal hayatın finansallaşmasının bir sonucu dayanışmanın kaybolmasıdır. Zira yazdan beri Avrupa’ya düzensiz giriş yapanların oranı Avrupa nüfusun sadece % 0,4’i oluşturmaktadır. Buna rağmen kendini tehdit altında hisseden Avrupa’da ırkçı hareketler ve partiler sıçrama yaşamaktadır. Irkçılığın neoliberal politikaları devam ettirebilmenin diyeti olduğunu söyleyebiliriz.

[2] Emek piyasasında örgütlenmesinde sanayi isçisinin hakim tip proletaryayı oluşturduğu misafir isçi-temelli 60-70’li yıllardan farklı olarak, günümüzde emeğin çok biçimliliğinden söz edebiliriz. Göçmen hareketliliğinin bu farklılaşmada önemli bir yeri vardır. Zira emek piyasasının ikincil veya “segmented” ayağında preker olarak çalışan hizmet proletaryası aynı zamanda sosyal ilişkileri (yeniden) üretir, hem de mekânın üretiminde aktif bir rol oynar. Bu sebeple “beşeri kapitalin mobilizasyonu”ndan bahsedebiliriz (Mezzadro 2016).

[3] Burada uzun bir ulusal kimlik vs. analizine girmeden kısaca şu biyografik notla yetinmek isteriz: Almanya’da Almanca bilmeyenlere Almanca öğretmek patolojik bir vakadır. Lakin bu dünyayı Almancalaştırma hevesi, aslında bir farstır. Zira yüzbinlerce mülteci, Almanca öğrenmek için sabırsızlıkla herhangi bir kurs beklerken, neoliberal politikaların kamu hizmetlerinde açtığı derin yarıklar özel kurslara işaret etmektedir.