Güvenlik ve Kaos Sarmalında Yeni Nesil Diziler

Siegfried Kracauer, Küçük Tezgâhtar Kızlar Filme Gidiyor yazı dizisinde, burjuva ticari teşebbüs durumundaki sinemanın ister istemez toplumdaki olayları yansıtacağını ama en sonu kendi sınıfsal konumunu unutmasının mümkün olmadığını vurgular. Toplumsal koşulların ticari sinemayı iteklediği noktalarda sinema endüstrisi ya “yıkıcı” bakış açılarına kendi bağlamından kopararak yer vermeyi seçer ya da “modern devrimleri unutturmak için, tarihsel kostümler içinde bir devrimin ulaşmasına izin verme riskini göze alır ve uzun zaman önce kaybedilmiş özgürlük mücadelelerini filme alarak teorik adalet duygusunu tatmin etmenin sevincini yaşarlar”[1].  Kracauer, sinema endüstrisinin alttan alta yaymaya çalıştığı düşünsel zeminin üzerinde durmayı tercih eder. Tabii ki de tüm bunların unutulduğu ve iktidarın övgüsünü amaç edinen filmleri göz ardı etmez. Ama bu yapımların ürettiği hamaseti değerlendirme dışında tutmayı yeğler. Onu ilgilendiren filmler daha çok kitlenin ağzına bal çalan yapımlardır.

Yine de özgürlük mücadelelerine verilen bu taviz çoğunlukla “güvenlik” gerekçesiyle minimumda tutulur. Sinema endüstrisi mecburen kullandığı liberal tonu özgürlük ile güvenlik arasındaki gerilimi dengeleyerek soğurur. İzlerken şaşırdığımız özgürlükçü göndermelerin altını kazıdığımızda ise baskıcı bir düzen tutkusuyla karşılaşırız. Bu noktada Mark Neocleous’un uyarısını aklımızda tutmamız gerekir: “Aslında, liberal olan ve otoriter olan çoğunlukla akıl almaz derecede birbirlerine benzer. Kamusal alanın liberal karakterini idealize etmek liberal siyasetin kilit bileşenlerinden birini gözden kaçırma riski taşır – yani baskıcı momentini”.[2] Liberal özgürlükten bahsedildiği anda ilk yapmamız gereken onu takip edecek güvenlik söylemini beklemektir. Çünkü Neocleous’un da belirttiği üzere, liberalizmin özgürlükten anladığı şey mülkiyet güvenliğidir. Özgürlük, güvenlik ve mülkiyetin özdeşleştirilmesi ise “alttan alta süre giden bir güvensizliği, yani sınıf sorunuyla derinden bağlantılı olan mülkiyet güvensizliğini maskeler”[3].

Söze Kracauer ve Neocleous ile başlamamın sebebi şu: Son dönemde özgürlük ve güvenliğin karşı karşıya getirilerek işlendiği yapımlar, Amerikan dizi endüstrisinde dikkate değer ölçüde dolaşıma sokuldu. Bunların bir kısmı da sisteme karşı isyanın yaratacağı kaosa odaklanıyor. Hollywood sinemasının ideolojik olarak her zaman belirli kalıpları kullandığı hepimizin malumu. Ama bu kalıpların, temsil göreneklerinin ya da anlatım tarzlarının son dönemde izleyiciye sunulan ve sayıları gün geçtikçe artan isyan temalı dizilerde kullanılmasının üstünde durulması gerekiyor.

Bu yazının temel alacağı dizilerin – The Walkind Dead, Spartaküs, Revolution ve Continuum-ortak özelliği, ister muhafazakâr reflekslerle bezensin ister liberal bir taviz verme eylemini önüne koysun, devrimci kalkışmanın yaratacağı kargaşanın insanlığı bulunduğu noktadan geri iteceğini açık bir şekilde vurgulamaları. Zombi anlatıları ise düzenin yıkımının yaratacağı korkuyu en iyi anlatan türlerden biri.

Kitleler Hareketlenirse…

Korku öğeleri fantastik olanın büyülü ve ütopyacı tahayyülü yerine aynı hayalgücünün baş aşağı çevrilmiş halini temsil eder. Fantezi kimi zaman romantik öğeleri kullanmış, geçmişe özlemi çağrıştırmış olsa da umudu beslemeye meyilli iken, korku hikâyeleri çoğunlukla kargaşanın yaratacağı belirsizlik halinin yarattığı çaresizliğe vurgu yapmıştır. Bunun en doğrudan anlatıldığı korku öğesi ise zombi filmleri olmuştur.

Gerçi, zombiler korku filmlerinin üvey evlatları olagelmişlerdir. Ne vampirler ve kurt adamlar kadar karizmatiktirler, ne de diğer paranormal varlıklar kadar korkutucu. Hatta bir süre sonra o aheste salınışları, hiçbir tepki vermeden yürüyüşleri can sıkıcı olmaya başlar. Sanırım zombiliğin mitolojisinin çok çekici olmaması da bunda etkili. Vodoo ayinleri sonunda yaşayan ölü haline getirilen Haitili büyücülerin içi boş insanlarına bir süre sonra yamyamlığın yakıştırılmasının sonucu bu. Hemen herkes bilir ki zombileştirilen insanlar köle olarak çalıştırılmak için türlü işkencelerden geçirilmiş ve insanlığını herhangi bir tepki veremeyecek denli yitirmiştir. Bundan dolayı bilumum korku sineması figürü televizyonlarda dolaşırken, zombiler uzun süre es geçilmiş ya da figüran olarak boy gösterebilmişlerdi. Ta ki The Walking Dead çılgınlığı başlayana kadar. Ya tutmazsa diye düşünülerek altı bölüm olarak tasarlanan bu dizi, bütün dünyada yeni bir çılgınlık başlattı. Yıllardır kurt adamların, vampirlerin, şeytanın envai çeşidinin, meleklerin, üç harflilerin, ifritlerin cirit attığı beyaz camda zombilerin geçidi eksik kalmadı anlayacağınız.

Sinema tarihinde zombinin esas korku figürü olması yeni bir şey değil. Ama zombilere hak ettiği “değer”i ilk olarak George Romero vermişti. Kimi eleştirmenlerin şehirli çalışanların gündelik yaşantısının eleştirisi olarak okuduğu 1968 yapımı Yaşayan Ölülerin Gecesi, Amerikan yaşam tarzının tehlikeye düştüğü bir dönemde çekilmişti. Romero’nun bu filmi egemen yaşam tarzına tehditleri açığa çıkarmıştı. Bir kısım eleştirmen tarafından Romero’nun ideolojik olarak liberal olduğu savunula gelse de aslında muhafazakâr duyarlılıklarla hareket ettiğini söylersek abartmış olmayız.

Romero’nun açtığı yolu takip eden zombi filmlerinin birçoğu aynı muhafazakâr izleği takip etmiştir: Dünyayı kaosa sürüklemek isteyen düşmanlarla çevrili olma durumu. Ağır ağır ilerleyen, konuşmayan, üretmeyen, silah kullanmayan; gücünü kalabalık oluşundan ve kitleselleşme potansiyelinden alan (bir ısırık zombileşmenize neden olur) zombiler tarafından çevrelenmiş bir grup insan, bu durumdan kurtulmak için çaba sarf ederler. Zombiler, çoğunlukla varolan düzeni kaosa sürükleyen, gündelik yaşamı tümüyle altüst eden bir grubu temsil eder. Emekçilerin, hor görülenlerin, yoksulların isyanı sistemi kaosa sürükleyerek dünyayı yaşanamaz bir hale sokar bu filmlere göre. Verilen mesaj açıktır: İsyan ederseniz, dünyayı yaşanamaz bir hale getirirsiniz.

Bu filmlerin popüler olduğu dönemler de manidardır. Romero’nun ilk filmi 1968’de gençlik hareketlerinin tüm dünyada gelişmeye başladığı, Amerikan toplumunun Vietnam Savaşı’na karşı muhalefet göstermeye başladığı dönemde çekilmişti. 1975 yapımı Ölülerin Şafağı ise ekonomik krizin başladığı, Vietnam Savaşı’nın kaybedildiği dönemde vizyona girdi. 90’larda zombi filmlerinin yeniden popüler olmasında siyahi ABD’li Rodney King’in polisler tarafından dövülerek öldürülmesi sonrası çıkan ayaklanmaların yarattığı tedirginlik etkili olmuştur.

Genelde bu filmlerin ideolojisini sığınma mekânları yansıtır. Romero’nun ilk filminde güvenli bir evdir sığınılan mekân. Sonraki filmlerin bir çoğunda steril mekanlar, zombilerin adım atmadıkları yerler olarak kayda geçer: Hastaneler, okullar ve nedense alışveriş merkezleri. Örneğin, Romero’nun Ölülerin Şafağı filminde, zombilerden kaçanlar bir alışveriş merkezine sığınırlar. Zombiler ise ne kadar çabalasalar da o steril ortama, o mabede adımlarını atamazlar. Doğa, ıssız ada vb gibi insanın en son sığınak olarak addettiği yerler bile ele geçirilmiştir, lakin alışveriş merkezi dimdik ayaktadır.

Frank Darabont’un yönetmenliğini yaptığı televizyonların ilk zombi dizisi The Walking Dead türün bütün klişelerini içinde barındırarak ekranlara yansıdı. Dizinin ilk bölümü tanıdık bir hikâyeyi izleyeceğimizin müjdecisiydi: Komadan uyandığında hastanenin ve yaşadığı kasabanın tamamen terk edilmiş olduğunu gören polis şefi Rick Grimes’ın önderliğinde yönetilen küçük bir grup insan, zombi ordularından uzakta kendilerine yeni bir ev aramak için ülke genelinde seyahate çıkarlar. Dizideki klişelerin ufak bir dökümünü yapmak gerekirse: Hastaneden uyandığında tüm ülkenin kargaşaya teslim olduğunun görülmesi klişesini Ölümcül Deney serisinden hatırlıyoruz. Dizide esas adamın şerif olması ve zombilerden kaçan grubun lideri pozisyonuna yükselişi tipik düzen sağlayıcılık göstergesi. Zombilerden kaçan bir grup insanın kendilerine sığınak olarak hastaneyi seçişleri de türün klişelerini yansıtan bir ayrıntı. The Walking Dead’in kullandığı klişeler bununla sınırlı değil. Zombi filmlerinin değişmezi konumunda olan, Romero’nun ilk filminden bu yana karşılaştığımız, tanıdığımız birinin zombi olması ve bu durumun yarattığı duygusal karmaşanın bir çatışma düzeyi olarak kullanılması, dizinin temel direklerinden biri.

Dizi boyunca ülkeyi gezen insanların felaket karşısında düzen istemelerine yapılan vurgu, ilk zombi filmlerinden bu yana ortaya çıkan muhafazakâr duyarlılığı yansıtmakta başarılı oluyor. The Walking Dead’i diğer zombi filmlerinden ayıran nokta ise yaşanan duygusal çatışmaların ve korku filmlerine özgü muammanın etkin kullanımı diyebiliriz. Dramatik kurgusu pek çok korku hikâyesine göre ritmli bir şekilde ilerliyor. Fakat bütün bunlar dizinin bize verdiği mesajın önüne geçmiyor: Her türlü kitle hareketi, bir süre sonra “zombileşir”; her ayaklanan kişi mezarlıktan yayılan dumandan etkilenir ve mülk sahiplerini yemeye doğru hareketlenir.

Spartaküs’ün  “Bireysel” İsyanı

Tarihte ezilenlerin örgütlü olarak gerçekleştirdiği ilk ayaklanma olarak bilinen ve yaklaşık iki yıl süren, yüz binin üstünde kölenin katıldığı Spartaküs ayaklanması, Roma’nın yönetim sisteminin sarsılmasını sağlamıştı. Trakyalı bir çobandan, kölelerden oluşan bir orduyu iki sene boyunca yöneten bir devrimciye dönüşen Spartaküs’ün hikâyesi birçok yazarın, ressamın ve sinemacının ilgisini çekti. Tarihteki en büyük ayaklanmalardan birinin başında olmasının yanında, ezilenlerin bulunduğu koşulları parçalayıp yeni bir hayat kurma umutlarının simgesine dönüştü Trakyalı.

Spartaküs’ün ayaklanmayı başlatmasını tetikleyen nedenlerin Romalı egemenlerin sömürüsü ve baskısı olduğuna dair hepimiz hem fikirizdir sanırım. Kölelerin hangi koşullarda yaşadığını, yaşamlarını devam ettirmek için ne gibi zorluklara göğüs gerdiklerini, yaşamla ölüm arasındaki ince çizgide nasıl salındıklarını anlatan bir sürü yayın ya da filmi izlemişizdir. Lakin son yıllarda Amerikan film ve dizi endüstrisinin ürettiği tarihi dramaların çoğu bu koşulları es geçme eğiliminde. Gladyatör’den Roma’ya kadar bir sürü dizi ya da film daha çok Roma’daki aşk, şehvet, entrika ve vahşilikler üzerine kurdular anlatılarını. Bu beklenmedik bir durum değil tabii ki.

Aynı endüstrinin 1950’lerde ürettiği Spartaküs, Ben Hur gibi filmler sınıfsal çelişkileri yansıtmaya az da olsa çaba harcamaktaydı. O dönemde çekilen tarihsel dramalar, kahramanlarının hem toplumsal duyarlılığına hem de kişisel hezeyanlarına ışık tutmaya çalışıyorlardı. Kahramanlarının ifadelerinde sabitlenen uzun planlı çekimler, bugünün seyircisini sıkacak ayrıntıların çekinilmeden kullanılışı hala sanatsal bir üretimin parçası olduklarına dair inançlarını yeniliyordu dönem yönetmenlerinin. Bugün ise endüstri için seri mamuller üreten ve sanatsal beklentiden çok izlenirliği önemseyen zanaatkârlarla karşı karşıyayız. Sinema ve televizyon draması endüstrisinin yeni yönelimleri tarihsel anlatıların tonunu belirlemeye başladı. Bu ton ise ne toplumsal gerçekliğin temsil edilmesine ne de karakterlerin kişisel, psikolojik özelliklerine önem veriyordu. Özellikle dizi endüstrisinin düsturu seyirciyi sıkmayacak, onu düşünmekten uzaklaştıracak, ama aynı zamanda hayvani dürtülerini harekete geçirecek eğlencelikler üretmekti. Son dönemde izlediğimiz bütün tarihsel anlatılar, her defasında daha çok kanın ve cinselliğin görüldüğü bir geçit resmi sergilediler.

Spartaküs’ün geçtiğimiz yıl sona eren dört sezonluk macerası da dizi zanaatkârlığının önemli örneklerinden biri oldu. Spartaküs: Kan ve Kum ilk bölümünden itibaren cinsel imgelerin fütursuzca kullanması ve vahşi bir içeriğe sahip oluşuyla insanların ilgisini çekti. Şiddetin estetize edilme biçiminin ve Amerikan porno endüstrisinin kullandığı tekniklerle çekilen seks sahnelerinin bunda payı büyük. Konu ise Romalı bir komutanın hainliği ile Spartaküs’ün karısından[4], köyünden, yurdundan koparılmasıyla dallanıp budaklanmaya başladı. İlk sezonun devamında ise Spartaküs’ün acımasız bir gladyatör oluşu ve gladyatör okulu sahibinin entrikalarını gerçekleşmesinin aracı oluşu anlatılmıştı. Sezonun finalinde ise Spartaküs bazı konularda aydınlanıp bildiğimiz isyanı gerçekleştirmişti. Sonraki iki sezon ise Spartaküs’ün karısının intikamını alması ve isyanı yenilgiye sürükleyen süreç anlatıldı[5].

Spartaküs’ün yaratıcıları kölelerden Romalı efendilere kadar, herkesin cani, herkesin seks objesi olmayı başardığı, kan ve seksin simetrikliğinde ilginç bir yapıma imza atmayı başardı. Sıradan halkın ise sadece kan görmeyi ve cinsel arzularını tatmin etmeyi kafasına koymuş, günlük yaşamlarında da bununla kendilerini gerçekleştirdikleri hedonist bir dünyayı izledik ekranda. Başkahramanın ezilenlerin ilk büyük isyanını başlatan kişi olmaktan sıyrılışını ve bu hedonist dünyada kendini var edişini izlemek isteyenlerin kaçırmaması gereken “kült” bir yapım Spartaküs. Bizden beklenen ise arenada kendinden geçen kalabalık gibi televizyon karşısında kendimizden geçmemiz.

Distopik Bilimkurgunun İsyanla İmtihanı: Otur Sıfır

Distopyalar, bir yanıyla ütopya karşısında bir konum edinirler. Fredric Jameson, birçok büyük tarihsel ütopyanın dünyanın indirgenmesi işlemine tabii tutulduğunu söyler. Ütopyacılar kendi içine kapanan ve belirli noktalarda var olan dünyanın indirgenmiş bir karikatürüne dönüşen mekanlar yaratarak, arzunun sınırsızlığı, tüketim dürtüsünün engellenemezliği, zevkin ayartıcılığı gibi ütopik itkiyi soğuran olgulardan kaçmayı hedeflemişlerdir[6]. Distopyaların ise belirli bir alana sıkıştırılması söz konusu değildir. Distopik hikâyeler belirli bir mekân içerisinde geçseler de genellikle mekânsal teklik, tüm yaşanabilir alanı kontrol altına alınması ile karakterize edilir. Distopyalar çoğunlukla, tüketim hırsımız ve sınırsız isteklerimizin bizi sürükleyeceği bilinmez geleceğe göndermede bulunur. Distopyaların görevi bir anlamda insanlığı gelecek konusunda uyarmaktır.

Lakin son dönemde sayıları oldukça artan distopik diziler[7], insanlığı uyarıyormuş gibi gözükmez. Daha çok izleyiciyi, var olan düzenin değişmesinin yaratacağı kargaşanın sonuçlarıyla yüzleştirdiklerini iddia ederler. Devletin olmadığı bir durumda “insan doğası” harekete geçecek ve dünya yaşanamaz bir hale gelecektir. Oysa Norman Geras göre: “İnsan doğası fikri, sosyalizm ya da herhangi başka bir radikal değişim projesine karşı kullanılan, insanların bazı müessif özelliklerinin ya da varolan bir toplumsal kurumu ya da kalıbı desteklemelerinin insan yapısının sürekli ve silinmez bir parçası olduğunu öne süren gerici bir tezdir… Bencillikten, aç gözlülükten, güce tapmaktan, gaddarlıktan, özel mülkiyetten, toplumsal ve cinsel eşitsizliklerden, milliyetçilikten, şiddet ve savaştan ve benzeri bir sürü şeyden bahsedilirken bununla karşılaşırız”[8].

Bu iddiayı en dolayımsız ve beceriksizce dile getiren dizilerden olan Revolution şu soruyu sorar: Elektriğin var olmadığı bir dünyada ne yapardınız? Dünyadaki her şeyin elektriğe bağlı olduğu fikrinden yola çıkarak bir distopya oluşturan dizi, kesintiden on beş yıl sonra yaşananlara odaklanarak, uygarlığın çöküşünün bir savaş durumu yaratacağı konusunda hepimizi uyarır. Dizinin tanıtımında “Bilgisayarların, uçakların, telefonların, hatta aydınlatmanın dahi olmadığı, dünyanın sonsuza dek karanlığa gömüldüğü bir gelecekte hayatta kalma mücadelesine girişen insanların öyküsüne odaklanan Revolution, aynı zamanda aile olmanın anlamını da sorgulayacak” denmekte. Hayatta kalma mücadelesinin özellikle altını çizdim çünkü 19. yüzyılın başından bu yana sürekli tekrarlanan, yarattığı vahşi sonuçlara rağmen dillendirilmekten çekinilmeyen Sosyal Darwinci tezin izlerini taşıyor bu. Elektriklerin kesilmesiyle birlikte hükümetler düşüyor ve dünyaya kaos hakim olmaya başlıyor diziye göre. Kaosun anlamı ise tüm insanların bir anda kendi doğalarının sesini duyup hayatta kalma güdülerine sığınarak güçlü olanın kazanacağı bir yaşama başlamaları. Elektriklerin kesilmesinden on beş yıl sonraya gittiğimizde ise kaos ortamının baskıcı ve hırslı milis kuvvetler tarafından kontrol altına alındığını öğreniyoruz. Dizinin başkahramanlarından Miles’ın, zamanında en yakın arkadaşı olan Monroe ile kurduğu milis kuvvetlerin amacı başlangıçta yaşanan suç ve cinayetleri engellemek. Fakat sonrasında iktidar hırsına kapılan Monroe, hâkim olduğu tüm bölgelerde baskıcı bir rejim kurmaya başlıyor. Artık amacı tüm dünyaya hâkim olmak.

Dizinin yaratıcılarının insanların ilk tepkisinin dayanışma olabileceğini ve hayatlarını bu yeni duruma göre bir arada ve paylaşarak kurabileceklerini göz ardı ettiğini söylememe gerek yok sanırım. Bunun doğal bir tepki olduğunu söyleyebiliriz: Dizi, başladığı andan itibaren anlatısını doğa durumuna referansla güvensizlik üzerine inşa ediyor. Çünkü mülkiyet güvenliğinin tehdit edilmesi demek, özgürlüklerin yok edilmesiyle eş anlamlıdır. Bu durumda Aristo’yu kıskandıracak bir mantıkla polisin-ordunun dağılmasının yeni bir dünya kurulması için bir fırsat olabileceği gerçeğinin üzerinden atlanılarak, bir felaket senaryosuna kucak açılıyor.

Dizinin hoş bir seda yaratması amaçlanmış eksantrikliği ise orta çağ silahlarına geri dönüş. Arbalet ve kılıç belirsiz geleceğin yeni silahları olarak karşımıza çıkıyor. Dizimizin kahramanları bu anlamıyla ele alındıklarında orta çağ şövalyelerini andırıyorlar. Her ne kadar zamanın ruhu egemen durumda gibiymiş gözükse de birilerini kurtarmak için gözünü kırpmayan zamanımızın şövalyeleri arzı endam ediyor dizi boyunca. Anlık duygulanımlar, anlık kararlar, anlık tepkiler insan ilişkilerinin hızla tüketilebilir olduğu varsayımını desteklese de yıkılmış olan kapitalist ilişkileri yeniden kurmayı amaçlayan kahramanlarımızın yüce ruhluluğunu iliklerimize kadar hissediyoruz. Buna eşlik eden devrim vurgusu ise manidar. Dizinin adının neden Revolution olduğunu anlamamız için bayağı çaba sarf etmemiz isteniyor. Sonuçta elimizde ülkeyi ele geçiren milislere karşı mücadele eden ve yasaklanmış olan bayraklarına yeniden kavuşmak isteyen vatanseverlerin devrimciliği var. Neredeyse ikinci bir Amerika Bağımsızlık Savaşı’nın verilmekte olduğunu ve bunun da bir devrim olacağını fark ediyoruz ekran başındayken. Dizi yapımcılarının devrim ile devletin yeniden oluşturulması ve verili iktidar ilişkilerinin yeniden kurulmasını kastettiğini anlamamak için saf olmak gerekiyor.

Continuum’da ise anlatı tersine işliyor. Yıl 2077. Dünya “şirketler” diye adlandırılan bir organizasyon tarafından yönetilmektedir. Libre 8 adlı isyancı grup, (dizinin tanıtımında terörist, azılı suçlu vs olarak adlandırılırlar) kanlı bir bombalama eylemi yaparak pek çok insanın ölmesine sebep olur. Örgütün liderleri yargılanarak idama mahkûm edilirler. İdam esnasında bir cihaz kullanılarak zaman içerisinde yolculuk yapan isyancılar, bir anda günümüz dünyasına gelirler. Şefinin zorlamasıyla idamda hazır bulunan polis Keira da onlarla birlikte geçmişe dönmüştür. Libre 8, günümüz dünyasındaki tarihi değiştirerek ileride kurulacak şirketler yönetimini engellemek ister. Teknolojik cihazlarla güçlenmiş bir polis olan Keira ise hem isyancıları durdurmaya çalışacak hem de kendi zamanına dönmenin yollarını arayacaktır.

Bu kısa özet bazı soruları beraberinde getiriyor: Gelecekte tüm dünyanın şirketler tarafından yönetilmesi herhangi bir rahatsızlık konusu mudur? Cevap: İki sezondur devam eden dizide dünyanın ticari kuruluşlarca yönetilmesinin yaratacağı toplumsal sonuçlara dair hiçbir şey anlatılmamakta. Libre 8’in isyanının sebebi nedir? Cevap: Kolayca şirketler tarafından yönetilen bir dünyada ezilenlerin haklarının savunulmasıdır diye cevaplayabiliriz bu soruyu. Lakin dizi Libre 8’i daha çok suçlulardan oluşan bir örgüt olarak gösterme eğiliminde. Dizinin ideolojik olarak nerede durduğu sorusu ise kısa soru-cevap oyunuyla cevaplandı sanırım. Dizinin ana karakterinin polis, kötü adamların hepsinin isyancı olması konusunda ise söylenecek bir şey yok. Continuum, gelecekte yarattığı dünyanın distopik özelliklerini göz ardı eden ve her ne kadar kötü bir geleceğe sebep olsa da düzenin yıkılmazlığından dem vuran muhafazakâr bir yapım. Bizim de uslu çocuk olup, hırpani kıyafetleri içinde mücadele eden “azılı suçlu-terörist-psikopatlardan” uzak durmamız gerekiyor.

Egemenlerin Refleksleri

ABD’de Seattle eylemleriyle birlikte büyüyen sistem karşıtı muhalif hareketin hacmi 2010’lu yıllarda art arda gelen, “İşgal Et” eylemleri ile oldukça genişledi. İşgal et eylemlerinin dünyada oluşmaya başlayan isyan dalgası ile de akrabalığının olduğunu söylememiz mümkün. Kapitalizmin isyanın küreselleşmesinin toplum üzerindeki etkisini görmezden gelmesi beklenemezdi. Dizi endüstrisinin isyan temalı dizilere bunca yer ayırmasının ana sebeplerinden birisi de bu. Bu dizilerin bir kısmı geleneksel Amerikan muhafazakârlığının katıksız örnekleriyken bazıları ise Kracauer’in bahsettiği, popüler olan kitlesel tepkileri çarpıtarak yansıtan yapımlar. Bazı yapımlarda eski formüllerin yeniden hayata geçirildiğini gözlemleyebiliriz. Mesela son üç yılda zombi filmlerindeki artışın ve çok izlenen bir zombi dizisinin dört sezondur yayında olmasının tesadüf olmadığını düşünüyorum. Zombi filmlerinde kullanılan formülün katıksız bir muhafazakârlığı beslediğini söylersek abartmış olmayız. Tarihsel dramalar ise devrimi tarihe havale eden ya da devrim mücadelelerinin nihayetinde kendi karşıtına dönüşmesini anlatacak olan yapımlar işlevini yerine getiriyorlar. Distopik bilimkurgu olarak sınıflandırabileceğimiz bazı yapımlar ise – Revolution ve Continuum’u düşünelim – ya kaos ortamının kaçınılmaz olarak toplumsal kötülüğü harekete geçireceğini vaaz edip kitleler üzerinde korku yaratmaya çalışıyor ya da isyan hareketlerinin amacının katıksız kötülük olduğunu savunuyor.

Yazıda bahsi geçen dizilerin dışında da devletin gerekliliği, alternatif değişim projelerinin korkutuculuğu üzerine bir sürü diziye rastlamamız mümkün. Egemenlerin farklı olana, yaşamı anlamlı kılana, özgürlüklere ve bir arada yaşama karşı tektipliliği, güvenliği, ötekine korku ve nefretle yaklaşmayı önermesinde şaşırtıcı bir şey yok. Şaşırtıcı olan bu yapımların yinelemeci doğaları, abartılı biçimleri ve can sıkıcı politik gericilikleri konusunda bu kadar ısrarcı olabilmeleri. Uzun yıllardır kullanılan ideolojik kalıpların, hiç değiştirilmeden yeniden yeniden üretilmesinin altında yatan şey, aslında egemenlerin reflekslerinin zannettiğimiz kadar iyi olmadığı gerçeği olabilir mi? 

 

DİPNOTLAR

[1] Siegfried Kracauer, Kitle Süsü, Çev. Orhan Kılıç, Metis Yayınları, 2011, S. 252.

[2] Mark Neocleous’un 2010 yılında düzenlen Kamusallık Yeniden Çalıştayı’ndaki Kamusal Alanın İçinde, Kamusal Alana Karşı başlıklı konuşmasından.

[3] Mark Neocleous, Toplumsal Düzenin İnşası, Çev. Ahmet Bekmen, H2O Yayınları, 2013, S. 101, 102.

[4] Kahramanın sevdiği kadını kaybetmesi son yıllarda çekilen tarihi dramaların çoğunda karşılaştığımız bir klişe. Cesur Yürek’ten Gladyatör’e kadar pek çok filmde ortaklaşan bir tema kahramanın karısının düşmanlar tarafından öldürülmesi. Cesur Yürek’te sıradan bir köylü hayatı yaşamak için evine dönen William Wallace karısının öldürülmesiyle birlikte İngiliz işgalcilere karşı direnmeye başlıyordu mesela. Gladyatör’de Maximus’u hayatta tutan en önemli şey karısının ve çocuğunun intikamını alma arzusuydu. Anlaşılan insanların köleleşmeye ya da yaşamlarının iki dudağın arasına sıkışmasına isyan edecek yerde kişisel sebeplerle isyan ettiklerini düşünmemiz egemenlerin daha çok hoşuna gidiyor.

[5] Spartaküs aslında üç sezon olarak tasarlanmıştı. Ama dizinin başrol oyuncusu Andy Whitfield kansere yakalanınca yapımcılar, Spartaküs: Arenanın İlahları adında altı bölümlük bir önbölüm dizisi yaptı. Bu yazıdaki değerlendirmelerde Arenanın İlahları’nı göz önünde bulundurmadığım için “sonraki iki sezon” dediğimi belirtmeliyim.

[6] Fredric Jameson, Le Guin’de Dünyanın İndirgenmesi: Ütopik Anlatının Ortaya Çıkışı, Modernizm ve İdeoloji içinde S. 256-273, Çev. Kemal Atakay-Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2008.

[7] Amerikan dizi endüstrisinin dışında kalan birkaç istisnayı göz ardı ettiğimiz düşünülmesin:  Mesela İngiltere yapımı Black Mirror dizisi distopik uyarının en güzel örneklerinden biridir ve ayrı bir yazının konusu olmayı hakketmektedir.

[8] Norman Geras, Marx ve İnsan Doğası, Çev. İsmet Akça-M. Görkem Doğan, İletişim Yayınları, 2002.