Bahadır’ın anısına…
8 Mayısı 9 Mayısa bağlayan gece, sabaha karşı, Kadıköy’de bir grup genç, bulundukları mekandan ayrıldıktan sonra beraber yürüdükleri kadınların taciz edilmesine müdahale ettikten sonra, tacizciler ve yakın bir mekanda çalışanlar tarafından sopalı, bıçaklı, satırlı saldırıya uğradı. Saldırı sonucunda 4 genç ağır yaralandı. Yaralananlardan Bahadır Grammeşin, atardamarına aldığı bıçak darbesi sonucunda hayatını kaybetti. Gözaltına alınan saldırganların sorguları ve güvenlik kameraları kayıtları sonucunda Bahadır’ı öldüren kişinin olay yerindeki karaoke barın işletmecisi olduğu ortaya çıktı. Gezi Direnişinden beri pek çok saldırıda adı geçen esnaf, bir kez daha “kendinden olmayana” kendince “ceza kesmeye” karar vermiş ve akabinde bunu uygulamıştı. Aslında esnafın büründüğü bu rol münferit bir zorbalıktan ziyade gayet sistematik bir toplumsal tahayyülün ve organize bir toplumsal projenin ayaklarından biridir: toplumun polisleş(tiril)mesi. AKP iktidarıyla birlikte iyice ete kemiğe bürünen bu projede amaçlanan kolluk kuvvetlerinin gücünün ve yetkisinin artmasına paralel olarak enformel toplumsal kontrol mekanizmalarını genişletmek ve bu sayede hem kendi toplumsal tabanını sağlam ve yekpare bir halde tutarken hem de “kendisinden olmayan diğerlerini” mütemadiyen kontrol altında tutmak, göz(et)lemek ve gözünü korkutmaktır.
Toplumun polisleş(tiril)meşi öncelikle resmi zapt etme tekniklerindeki dönüşüm ve değişimlerde izlenir. Bu sürecin önemli ayaklarından biri olan Toplum Destekli Polislik (TDP) de AKP’nin iktidara geldikten hemen sonra uygulamaya soktuğu projelerden biridir.[1] Önleyici polislik stratejilerinden biri olan TDP’nin en önemli prensiplerinden biri polisin “düzenleyici” rolünün “gözetleyici” rolüne baskın gelmesidir. Neocleous’un “toplumsal düzenin inşasının ajanı” olarak tanımladığı polis, aslında belki de asıl polisliğini TDP’de gösterir.[2] Amaç, polisin “toplumsal mekânlara nüfuz etmesi” ve “insanî ve günlük ilişkileri düzenleyerek […] toplumsal yaşamın sağlıklı devamı için kamu düzenini sağlaması”dır.[3] Ancak, adından da anlaşılacağı üzere, polis bu süreçte toplumun desteğini almayı hedefler. Diğer bir deyişle, TDP, polislik sürecine toplumun da aktif katılımını gerektirir ve öngörür.
TDP’nin temel faaliyetlerinden olan “Huzur Toplantıları”, ya da resmi terminolojideki tam adıyla “Sorumluluk Alanı Huzur Toplantıları”, polislerin “gönüllü” vatandaşlarla düzenli olarak bir araya geldiği ve “vatandaşların yaşadıkları sorunları gönül rahatlığıyla dile getirebildikleri” buluşmalar olarak tanımlanır.[4] TDP tanımlanırken kullanılan “toplumdan polise bilgi akışının artmasına imkân sağlamak” veya “suçla mücadeleyi toplumun geneline yaygınlaştırmak” gibi ifadeler, aslında toplumun bir kesimini polisleştirmek anlamına gelmektedir. Gönen’in[5] “saygıdeğer vatandaş”, Berksoy’un[6] da “makbul vatandaş” olarak tanımladığı bu kesimler, polise sürekli istihbarat akışı sağlayacak olan “gönüllü zaptiyeler”dir. “Komşuluk gözetim sistemi”, ya da polis jargonundaki kullanımıyla “komşu kollama” uygulamaları bu bağlamda düşünülebilir. Birkaç yıllık pilot uygulamalardan sonra 2006’da TDP’nin bir alt kolu olarak tüm Türkiye’de uygulamaya sokulan komşu kollama programlarında amaçlanan, “komşuların düzenli aralıklarla bir araya gelip oturdukları bölgedeki güvenlik sorunlarını ve alınacak tedbirleri konuşması” ve “şüpheli durumları polise haber vermesi”dir.[7] İçişleri Bakanlığı’nın hazırladığı proje raporunda polis ve vatandaşlar arasındaki olası bir işbirliğinin boyutları ve hedefleri şu şekilde ifade edilmiştir:
Halkın, polisin gözü kulağı olması hedeflenmektedir. Ayrıca, toplumda gayrı resmi sosyal kontrolün sağlanması da önemli hedeflerin başında gelmektedir.[8]
Vatandaşın bu şekilde polisleştirilmesi ve muhbirleştirilmesi, Diyarbakır Polisi’nin ifadesiyle “insan doğasında var olan, ancak kentleşmeyle birlikte kaybolmaya başlayan komşuluk ilişkilerinin sistematik bir hale getirilmesi ile”[9] ya da, diğer bir deyişle, modern hayatın ve kentleşmenin zayıflattığı cemaatsel bağları yeniden canlandırarak güçlendirilen topluluk refleksiyle “suç korkusunu azalacağı” argümanıyla haklılaştırılmaktadır.[10] Hatta, dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler verdiği bir röportajda muhbirliği “kentlilik bilincinin” bir parçası olarak tanımlamıştır. Güler’e göre kentli bireyin başlıca sorumluluğu gerektiğinde polisi bilgilendirmektir ve bu nedenle de, “kentte yaşayanlar adeta birbirinin polisi olmalıdır”.[11]
Sürekli bir bilgi ve istihbarat arzusu ve ihtiyacı içinde olan devlet aygıtı, kendi bekasına tehdit olarak gördüğü herkesi “güvenlik riski” olarak adlandırır.[12] TDP bünyesindeki komşu kollama uygulamaları da bu çerçevede vatandaşı “devlet aklının casusları” haline getiren pratiklerdir. Bu sistem içerisinde vatandaş sürekli birbirini izleyecek, göz(et)leyecek ve gerekli gördüğünde ihbar edecektir. Böylelikle devletin kolluk kuvvetlerinin tekelinden ve kontrolünden çıkan zapt etme pratikleri vatandaşların “kalplerine ve zihinlerine” nüfuz ederek sivil toplumun tümüne yayılacaktır.
TDP ve komşu kollama gibi uygulamalarda en çok vurgu yapılan kavram “katılım”dır. Vatandaşın güvenlik yönetimine katılımının hem suç önlemede kolluk kuvvetlerinin yetersizliklerini ya da zafiyetlerini kapatacağı hem de, biraz önce ifade edildiği üzere, zayıflayan toplumsal bağları güçlendireceği iddia edilmektedir. Böylece vatandaşlar artık kamusal güvenlik hizmetinin yalnızca alıcısı değil, bizzat bu hizmetin görülmesinin failleri olacaklardır.[13] Güvenlik çalışmaları literatüründe “durumsal suç önleme”[14] olarak geçen modellerde yer alan tekniklerden biri de “çalışanlar tarafından gözetim”dir. Bu teknikte otobüs şoförleri, otopark görevlileri, barmenler, bar fedaileri, tezgâhtarlar ve kapıcılar gibi “mülk sahibi ya da mülkü korumakla görevli” esnaf gözetim mekanizmasının birer parçası hatta ajanı sayılır.[15] Burada, komşu kollama uygulamalarının da çalışanların sağlayacağı ekstra gözetimin de kesinlikle var olan kolluk kuvvetlerini ikame etmeyeceği, fakat destekleyeceğinin sürekli olarak altı çizilir.
Ancak, açıktır ki, söz konusu uygulamaların üzerine oturduğu “yasallık/yasa dışılık” ayrımı konvansiyonel suç tanımlarıyla sınırlı kalmamaktadır; daha ziyade söz konusu olan “meşruluk/gayrı meşruluk”tur. “Meşru” alanda olanlar, ya da “bizden” olanlar, aynı zamanda “mülkü” ve düzeni koruma hakkına da sahip olan esnaftır, örneğin. Erdoğan’ın politik söyleminin temelini oluşturan toplumu “biz” ve “onlar” olarak ikiye bölme stratejisi TDP’nin de temelini oluşturur. Peki nedir bu meşru kesimi tanımlayan özellikler? Aslına bakılacak olursa, Erdoğan’da cisimleşmiş olan AKP’nin resmi söyleminde aslolan “gayrı meşru olanlar” yani “onlar”dır. Diğer bir deyişle, meşru olanlar varlıklarını gayrı meşru olanlara borçludurlar. “Bizden olanlar” saygıdeğer/makbul vatandaşlar iken “bizden olmayan” diğerleri düşmanlardır. Bunlar kimi zaman sistemin dışladığı toplumsal gruplara dâhil olan “olağan şüpheliler” (yabancı göçmenler, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde doğanlar, Kürtler, Romanlar, tinerci çocuklar, seks işçileri, vs.), kimi zaman muhalif gruplar (sol/sosyalist gruplar ve partiler, hükümeti protesto edenler, feministler, laiklik taraftarları, vs.), kimi zamansa hegemonik muhafazakar yaşam tarzı söylemi dışında kalan gruplardır (“kızlı erkekli” gruplar, gecenin geç saatlerinde sokakta dolaşan kadınlar, içki içenler, vs.).
Yasallık/yasa dışılık ayrımının giderek daha geniş ve sınırları belirsiz bir meşruluk/gayrı meşruluk ayrımı içinde erimesinin bir diğer sonucu da gayrı meşru görülen gruplara dahil olanların kolluk kuvvetleriyle ya da sivil “gönüllü” zaptiyelerle karşılaşmalarının her şekilde kriminalize edilmesidir. Polis şiddetine ya da eli sopalı esnaf saldırısına maruz kalanlar hakim resmi söylem tarafından mutlaka “suç”lanır. Örneğin, 2007’de karakolda polis tarafından öldürülen Festus Okey’in davasında polis, yerleşik önyargılara dayanarak Okey’in uyuşturucu satıcısı olduğuna dair sahte belgeler düzenlemiştir. Ne de olsa toplumda türlü türlü ayrımcılığa maruz kalan Afrikalı göçmenlerin en yaygın olarak tanımlandıkları sterotip budur. Böylelikle, polisin Okey’i öldürmesi “tehlikeli bir suçluya karşı nefsi müdafaa” zeminine çekilmeye çalışılmıştır.
Mağdurların bu şekilde kriminalize edilmelerinin ve kolluk kuvvetleriyle “gönüllü” zaptiyelerin omuz omuza çalışmasının en önemli örnekleri Gezi Direnişinde görülmüştür. Beş kişinin ölüp binlercesinin yaralandığı olaylar sonrasında ortaya çıkan tanıklıklar ve MOBESE kayıtları göstermiştir ki aslında TDP ile, komşu kollama uygulamaları ile hedeflenen ziyadesiyle başarılmıştır. Saygıdeğer/makbul vatandaşlar polisin “gözetim” faaliyetine destek vermekle kalmayıp doğrudan “düzen sağlama” eyleminin içinde de yer almaktadır. Gezi Direnişi sırasında sivil polisler ve sivil kişilerce dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz bu ortaklık faaliyetinin en bilinen kurbanlarından biridir. Benzer bir olay, Hakan Yaman’ın başına gelmiştir. Polis tarafından dövülen, gözü çıkarılan ve ateşe atılan Hakan Yaman’a saldıranlardan birinin sivil giyimli bir kişi olduğu bir görgü tanığı tarafından çekilen kamera görüntülerinden tespit edilmiştir. Ancak bu kişinin sivil polis mi yoksa sade vatandaş mı olduğu tespit edilememiştir. Medyada “eli sopalı” diye tabir edilen bu kişiler Gezi Direnişi sırasında ve sonrasında – en son da geçtiğimiz 1 Mayıs’ta İstanbul’da – defalarca kez hiçbir polis engeli ile karşılaşmadan eylemcilere saldırmışlardır.[16]
Gezi Direnişinden yaklaşık bir buçuk yıl sonra, 2014 Kasımında Ali İsmail Korkmaz’ın davasının sonuçlanacağı gün Tayyip Erdoğan 4. Esnaf ve Sanatkarlar Şurasının açılış töreninde yaptığı konuşmada şu sözleri sarf etmiştir:
“Bizde esnaf ve sanatkar demek, ticaret yapan, alan – satan sırf ekonomik faaliyette bulunan insan demek değildir. Bizim medeniyetimizde, milli ve medeniyet ruhumuzda esnaf ve sanatkar gerektiğinde askerdir, alperendir, gerektiğinde vatanını savunan şehittir, gazidir, kahramandır. Gerektiğinde asayişi tesis eden polistir, gerektiğinde adaleti sağlayan hakimdir hakemdir, gerektiğinde de şefkatli kardeştir.
Taksici deyip şoför deyip geçemezsiniz. O mahallenin eminidir, ağabeyidir, mahallenin bekçisidir. Bakkal deyip kasap deyip manav terzi deyip geçemezsiniz. O mahallenin adeta ruhudur. Sokağımızın semtimizin vicdanıdır. Esnafı çıkartıp aldığınızda Türkiye tarihinden geriye hiçbir şey kalmaz. (…)
Esnaf ayakta durdukça bu devlet ayakta kalır. İşte onun için esnafın acımasız ve ahlaksız iktisadi anlayışın altında ezilmesine hep birlikte karşı çıkacağız. Esnaf ahlakını dışlayan değil, esnaf ahlakıyla yoğrulmuş yeni bir anlayışı hem ülkemize hem dünya idrakine söyletmek durumundayız.”[17]
Bu cümlelerin hissettirdiği öfke, kimi zaman arka planı ve oradaki incelikli söylemsel örgüyü görmeyi engeller. Aslına bakılırsa, Erdoğan’ın hiçbir hamasi, kışkırtıcı, düşmanca söylemi basit ajitasyon hamlelerinden ibaret değildir. Her bir saldırgan demeç ya da kritik çıkış aslında incelikli bir cephe savaşının saflarını sıklaştırmak için yeri ve zamanı titizlikle hesaplanan hamleler olarak düşünülmelidir. Her ne kadar Erdoğan “karizmatik bir tek adam” imgesi yaratmaya çalışsa da arkasındaki danışmanlar ordusu unutulmamalıdır. Bu bağlamda, Erdoğan’ın esnafı militarize etmesinin, hatta “milisler olarak atamasının” arka planında kendi kitlesinin saflarını sıklaştırırken, onları aynı zamanda korumaya çalıştığı bölüşüm ağlarının zaptiyeleri olarak ataması yer alır. Muhafazakarlığın en belirgin ton olduğu Yeni Sağ ideolojinin yükselişe geçtiği 1980’lerden itibaren iktidarların hegemonik söylemi toplumu ikiye ayırmak olagelmiştir. En azından Türkiye’de hiçbir zaman tam olarak başarılamadığı söylenen “iki ulus” projesi[18] belki de ilk kez AKP/Erdoğan iktidarında tam anlamıyla karşılığını bulmaktadır. ANAP/Özal’ın projesinin başarısız olmasının en büyük sebeplerinden biri kayırılan “birinci ulus”un çok sınırlı ve yine de yeterince ekonomik fayda sağlanamamış bir kitle olması ise, AKP/Erdoğan iktidarının en azından ANAP’tan beri bu sağ projeyi en başarılı şekilde yürürlüğe sokmuş iktidar olduğunu söylemek herhalde mümkündür. İşçi sınıfını bölmeyi başaramayıp en azından bir kısmını birinci ulusa dahil edemeyen bir ANAP/Özal’ın karşısında AKP/Erdoğan’ın “esnaflık” gibi sınırları belirsiz, ücretli çalışan/patron gibi bir ayrımdan ziyade “ahlaklı/ahlaksız” gibi bir ayrıma dayanan, ve zaman zaman da korporatizm kokan söylemleri aslında söz konusu kesimin çoktan çıkar ve bölüşüm ağlarına dahil edildiğini ve bu ağların korunmasında da bizzat sorumlu olduğunu ima etmektedir.
Makbul/saygıdeğer vatandaşlar bu şekilde polisleşir ve düzenin gönüllü zaptiyeleri haline gelirken, polisin kendisi de giderek güçlenmekte, halihazırda geniş ve muğlak bir alana yayılmış olan takdir yetkisi giderek genişlemektedir. Erdoğan’ın esnaflara dair yaptığı konuşmanın üzerinden çok geçmeden polisin yetkilerini benzeri görülmedik biçimde arttıran İç Güvenlik Yasası gündeme gelmiştir. Büyük tepkiler almasına ve meclisteki diğer tüm partilerin muhalefetine rağmen 4 Nisan 2015’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yasalaşan paket dahilinde polise 48 saat kendi inisiyatifiyle gözaltında tutma (bu uygulamaya “önleyici gözaltı” denmektedir), yalnızca kendi amirinin sözlü izniyle üst arama, ifade almak için özel mülke girme ve, belki de en tüyler ürpertici olanı, “Molotof, patlayıcı, yanıcı, yakıcı, boğucu, yaralayıcı ve benzeri silahlarla saldıran veya saldırıya teşebbüs edenlere karşı, saldırıyı etkisiz kılmak amacıyla ve etkisiz kılacak ölçüde” silah kullanma yetkisi verilmiştir. Zaten var olan silah kullanma yetkileri yeterince geniş olan polis, bu son yetki genişlemesiyle birlikte herhangi bir toplumsal eylemde elinde adı geçen türde bir silah bulunduğunu iddia ettiği herhangi birini, zayıf da olsa herhangi bir ceza alma ihtimali bile olmadan gönül rahatlığıyla, tabiri caizse, “alnının ortasından” vurabilir.
İlk bakışta, önleyici polislik kapsamında tasarlanan İç Güvenlik Yasasının yalnızca kolluk kuvvetlerinin resmi yetki alanını genişlettiği düşünülebilir. Ancak Erdoğan’ın üstüne basa basa her fırsatta söylediği, altını ısrarla çizdiği gibi polislik faaliyeti artık polis memurlarıyla sınırlı değildir. Sivil gönüllü zaptiyeler de haliyle bu genişleyen yetki alanından nasiplerini almışlar, polis memurlarına sağlanan yasal zırha en azından söylemsel olarak bile olsa sahip olduklarının bilincine varmışlardır. Nitekim, onlar da polisler gibi aynı değerleri, aynı düzeni ve aynı çıkarları savunmaktadır. Bu durumda yeri geldiğinde aynı zırhtan farklı biçimlerde de olsa (silinen kamera kayıtları, kaybedilen deliller, sahte tanıklıklar) faydalanacaklarını düşünmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Nitekim hükümetin paketi 17 Şubat’ta meclis gündemine getirmesinin ertesi günü tasarıyı protesto eden Yeldeğirmeni Dayanışması’ndan gazeteci Nuh Köklü, Kadıköy esnafından biri tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür. Eylemden dönerken kartopu oynayan gruba önce beysbol sopasıyla sonra da bıçakla saldıran katil zanlısı esnafın kendini savunurken kullandığı gerekçe manidardır: esnaf, dükkanının camına gelen kartopları yüzünden sinirlendiğini söylemiştir. Tam ifadesiyle “Arkadaşlar camım pahalıdır, kar topu oynamayın” dediğini söyleyen katil zanlısı tam da bir durumsal suç önleme ajanı olarak “mülkünü korumuştur”.
Eğer ki zapt etme stratejileri bir bütün olarak düşünülürse, o zaman Huzur Toplantılarında mahalleliyi bir araya toplayıp sohbet eden babacan polisle Bahadır gibi gençlere kendince “ders veren” eli palalı cinai esnaf figürü aynı resimde yan yana oturtulabilir. Korunmaya ve yeniden üretilmeye çalışılan toplumsal düzenin herhangi bir şekilde dışında olan herkes gayrı meşrudur (çünkü her zaman yasa dışı olmayabilir) ve ortadan kaldırılması gereken birer tehdittir. Bu süreçte bu tehditleri ortadan kaldıran failler, resmi ya da gayrı resmi her türlü zırhla donanmış durumdadırlar. Bu resimde “gerektiğinde asayişi sağlayan polis” olarak tanımlanan esnaf ise sadece “mahallenin ruhu” değil, koruduğu “mülkle”, temsil ettiği değerler ve “ahlak”la rejimin asıl zaptiyesidir.
DİPNOTLAR
[1] Toplum Destekli Polislik ilk kez, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2003 yılında AB işbirliğinde İspanya ile ortaklaşa yürüttüğü “Türk Polis Teşkilatının Sorumluluğunun, Verimliliğinin ve Etkinliğinin Güçlendirilmesi Twinning (Eşleştirme) Projesi”sinin alt bileşenlerinden biri olarak gündeme gelmiştir. EGM Asayiş Dairesi Başkanlığı, Toplum Destekli Polislik Şube Müdürlüğü, http://www.asayis.pol.tr/sayfalar/tdp.aspx (erişim tarihi 10. 05. 2015).
[2] M. Neocleous, 2013, Toplumsal Düzenin İnşası: Polis Erkinin Eleştirel Teorisi, çev. Ahmet Bekmen, İstanbul: H2O Kitap.
[3] EGM, a.g.y.
[4] EGM, a.g.y.
[5] Z. Gönen, 2013, “Giuliani in Izmir: Restructuring of the Izmir Public Order Police and Criminalization of the Urban Poor”, Critical Criminology, 21, 87–101.
[6] B. Berksoy, 2013, Türkiye’de Ordu, Polis ve İstihbarat Teşkilatları: Yakın Dönem Gelişmeler ve Reform İhtiyaçları, TESEV.
[7] “Bir Toplum Destekli Polislik Hizmeti Modeli, Suçla Mücadele Stratejisi Araştırma Projesi”, T.C. İçişleri Bakanlığı Araştırma ve Etütler Merkezi, 2003, sf. 29.
[8] T.C. İçişleri Bakanlığı, a.g.y., sf. 29.
[9] http://www.diyarbakir.pol.tr/tdp/Sayfalar/Kom%C5%9FuKollamaProjesi.aspx, son erişim tarihi 18.05.2005.
[10] http://www.antalya.pol.tr/tdp/Sayfalar/komsukollamaprojesi.aspx, son erişim tarihi 18.05.2005.
[11] Hürriyet, 13.01.2006.
[12] M. Neocleous, 2003, Imagining the State, Maidenhead: Open University, sf. 49, 61.
[13] U. Ömürgönülşen, M.K. Öktem, A.A. Yüceyılmaz, 2010, “Kentsel Suçla Mücadeleyi Yeniden Düşünmek: Güvenli Bir Kent Yaşamı Sağlama Aracı Olarak Komşuluk Alanı Gözetim Sistemi”, Toplum ve Sosyal Hizmet, Cilt 21, Sayı 2, sf. 68.
[14] R.V. Clarke, 1983, “Situational Crime Prevention: Its Theoratical Basis and Practical Scope”, Crime and Justice, 4, 225–256; R.V. Clarke, 1995, “Situational Crime Prevention”, Crime and Justice, 19, 91–150; D.B. Cornish & R.V. Clarke, 2003, “Opportunities, precipitators and criminal decisions: A reply to Wortley’s critique of situational crime prevention”, Crime Prevention Studies, 16, 41–96; R. Wortley, 2001, “A Classification of Techniques for Controlling Situational Precipitations of Crime”, Security Journal, 14(4), 63–82.
[15] Clarke, 1983, sf. 234.
[16] Yaralar Açık, Adalet Hala Yok: Gezi Parkı Eylemlerinden Bir Yıl Sonra, Uluslararası Af Örgütü, 2014.
[17] http://www.gazetevatan.com/-esnaf-gerektiginde-askerdir-polistir–700932-gundem/
[18] M. Tünay, 2002, “Türk Yeni Sağının Hegemonya Girişimi”, çev. Nazım Güveloğlu, Demet Dinler, Praksis (5), 177-197; R. Kaya, 1997, “Adını Koyalım: Tutmayan Hegemonya”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, Cilt XXI, Sayı 204.