“Hukuksuzluk bir devlet geleneği haline geldi” (Rojhat DİLSİZ ile Söyleşi)

CANKIZ ÇEVİK: Türkiye’de olağanlaştırılan ve neredeyse sürekli hale gelen bir olağandışı polis şiddetini konuşacağız: Zırhlı araç altında öldürülen insanlar, özelde çocuklar. Uzun yıllardır çocuğun yaşam hakkı ihlalleriyle ilgili hukuki süreçlerin içerisinde yer alan bir avukat olarak öncelikle mevcut durumu değerlendirmenizi isteyeceğiz.

Şırnak Barosu Başkanı Rojhat DİLSİZ

ROJHAT DİLSİZ: Çocukların zırhlı araçlar altında kalarak yaşamlarını yitirmesi konusunda aslında son 15 yıla ilişkin bir değerlendirme yapabiliriz çünkü öncesi çok da kayıt altına alınmış değil. İnsan Hakları Derneği’nin 2019 yılında hazırlamış olduğu raporda 22’si çocuk, 6’sı kadın 42 ölümden, 90’dan fazla da yaralanmadan bahsediliyor. Tabi biz bölgede, dosyaların geldiği aşamayı dikkate aldığımızda bir kasıttan ziyade “olası kasıt” yani ciddi anlamda bir pervasızlık görüyoruz. Duruşmalarda da sık sık bunu dile getiriyoruz. Bir zırhlı aracın “Cadde ortasında bir çocuk gördüm, hemen ezeyim” düşüncesinden, yani böyle canavarca bir saikten ziyade “Olsa da olur” mantığıyla hareket ettiğine yönelik ciddi şüphelerimiz var. Bu pervasızlıklarıyla ilişkilendirilebilecek, biliyorsunuz İçişleri Bakanının da bir açıklaması olmuştu: “Eğer belli koşullarda hukuka aykırı davranacaksanız davranın, sonrasında biz gereğini yaparız” biçiminde. Çeşitli dönemlerde yapılmış olan açıklamalar var. Muhtemelen bundan cesaret alarak bu kadar pervasızca hareket edebiliyorlar. Çünkü soruşturma aşamasını yürüten zaten kendi arkadaşları. Eğer biz avukatlar belli noktalarda müdahale etmiyorsak istedikleri gibi bir soruşturma dosyası hazırlayabiliyorlar ve kendi lehlerine akamete uğratılacağını da çok iyi biliyorlar. Faili kolluk olan, faili devlet memuru olan dosyalarda bizim aslında kovuşturma aşamasındaki en derin yaramız cezasızlık durumu. İdari süreçten itibaren maalesef yargıda da onları koruyup kollayıcı bir tavır takınılması durumu söz konusu olabiliyor. Biliyorsunuz polislerin yargılanabilmesi için ilk aşamada idari bir izin gerekiyor. Kaymakamlık çoğu zaman bu izni vermiyor ve biz sonrasında idare mahkemelerinden aldığımız kararlarla yargılanmalarını sağlayabiliyoruz. Sadece bu bile bizde soruşturmanın salahiyeti açısından ciddi şüpheler uyandırıyor. Çünkü devamlı sürece müdahale etmek zorunda kalıyoruz. Oysaki bunlar savcının, soruşturma makamının yapmış olması gereken şeyler. Soruşturma süreci böyle olunca kovuşturma süreci de kısmen sakat bir şekilde ilerliyor. Sonucunda da en azından benim takip edebildiğim, bakabildiğim bu tarz dosyalarda faillerin %90’ından fazlası aslında hak ettikleri cezayı almıyor. Ya Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması (HAGB) sınırlarında kalan ya da burada kastın olup olmadığını tartışarak adam öldürmeden bahsettiğimiz için onlarca yıllık cezalar söz konusu olmalıyken maalesef erteleme kapsamında kalan çok cüzi cezalarla veya beraatle sonuçlanan dosyalarla karşılaşıyoruz. Zaten biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) giden kimi dosyalarda da bu konuda ihlal kararları veriliyor.

DİNÇER DEMİRKENT: İnsan hakları örgütlerinin yaptığı çalışmalar ve açıklamalar son 15 yıldaki verilere işaret ediyor. Polis Vazife ve Salâhiyet Kanununda (PVSK) yapılan değişikliğin ardından gelen İç Güvenlik Paketiyle polisin yetkilerinin artırılması ve 2016’da OHAL’le birlikte cezasızlığın zaten olağan durum haline gelmesinin de bu insanların yaralanmasında, öldürülmesinde, bu verilerin ortaya çıkmasında çok etkili olduğu vurgulanıyor. Bir de şunu sormak lazım tabii; bir ülkenin sokaklarında zırhlı araçların gezmesi, o sokaklarda oyun oynayan çocukları, yürüyen yaşlı insanlar ezmesi nasıl olağanlaşır? Bu nasıl açıklanabilir?

ROJHAT DİLSİZ: Olağan değil elbette. Bizim bölgenin dar sokaklarında, daracık yerlerinde oyunuyor o çocuklar ki bu da başlı başına konuşulması gereken bir meseledir. Çocukların oyun alanı, yaşam alanı çoğu zaman sokaklar oluyor. Ben de o sokaklarda büyüdüm. Biliyorsunuz bölgede 3-5 kişi başına da bir zırhlı araç düşüyor. Bölgedeki zırhlı araç sayısı en son on bin civarındaydı. Dolayısıyla tonlarca ağırlıktaki bu zırhlı araçları kendilerince belirlemiş oldukları bir durum, bir “güvenlik gerekçesiyle” o dar sokaklarda istedikleri hızda ve hiçbir güvenlik kaygısı taşımadan kullanabiliyorlar. Aslında son yıllardaki artışın en önemli nedeni de bu; çocukların oyun ve yaşam alanlarında zırhlı savaş araçlarının hiçbir kural tanımadan pervasızca gezmesi.

Bu tarz dosyalarda soruşturma süresince hazırlanmış olan evraklara bakıyoruz ve çoğu zaman bu araçları kullanan personellerin bu konuda ehil olmadığını görüyoruz. Normalde bu araçların kullanımına ilişkin yasada belirli bir kurs süreci var çünkü normal bir araç kullanan birisi bu zırhlı araçları tek başına öyle kullanamaz. Bu nedenle bu araçları kullanmaya yönelik ciddi bir eğitim ve bu konuda ehil olan kişilere sertifika veren belli kurslar oluyor. Çoğu da bu kurslara girmemiş oluyor ve girmeme gerekçeleri de mesela bazı dosyalarda emniyet müdürünün güvenlik gerekçesiyle, durumun aciliyetine binaen bu sertifikaya sahip olmayan personellerin de bu araçları kullanabileceği yönünde yazılı talimatının bulunması.

Bir diğer durum da örneğin, üç ton ağırlığında bir zırhlı aracın güvenliğini artırabilmek için onu beş tona yükseltmişler. Tonaj farkı bulunan bu zırhlı araçların trafiğe çıkıp çıkamayacağı yönünde ayrıca rapor almaları gerekiyor. Bu rapor da alınmamış oluyor. Trafiğe çıkması sakıncalı olan bir zırhlı aracı, bu aracı kullanmaya ehil olmayan bir personelin eline verirseniz olası sonuçlarını da düşünmeniz gerekir. Az önce bahsettiğim “kasıt” unsuru işte burada devreye giriyor. Tamam, bilerek, canavarca bir hisle o aracı sürmemiş olabilirsin ama bu şekilde bir aracın trafiğe salınması da sonuçları öngörülebilir bir olası kasıttır. Bu konuda herhangi bir tedbir alınmaması, aslında bu sonuçlara katlanılabileceği yönünde bir düşünceleri olduğunu gösteriyor. Bu da soruşturma aşamalarında diledikleri gibi süreci yürütebilmeleri ve kovuşturmada da İçişleri Bakanının bile cevaz vermiş olduğu “Ben yaptım ama güvenlik için yaptım” gibi bir algıyla korunmalarından kaynaklanıyor.

CANKIZ ÇEVİK: Öyleyse gerekli düzenlemelere uyulur, eğitimler verilirse bu ihlallerin önlenebilir olduğunu mu düşünüyorsunuz?

ROJHAT DİLSİZ: Tabii. İhlallerin belli parametreleri vardır. Sebep-sonuç ilişkisine baktığımızda eğer siz güvenlik gerekçesiyle bu tedbirlerin hiçbirini almazsanız ölüm oranları elbette artar. Aslında sorunun tam merkezine gelirsek evet, istenirse bu personeller eğitilebilir, araçlar belirli incelemelere tabi tutulabilir, sayıları azaltılabilir ya da trafiğe çıkmaya uygun bir hale getirilebilir ancak yapılmıyor.

DİNÇER DEMİRKENT: Peki hiç bu araçların bu şekilde kullanılabilmesi yönünde yetki veren emniyet müdürlerinden biri ya da herhangi bir amir yargılandı mı?

ROJHAT DİLSİZ: Hayır, biz özellikle hem emniyet müdürü hem o personele bu izni vermiş olan amir, yani evraklarda isimleri olan tüm üst amirlerin yargılanması için suç duyurusunda bulunduk ancak dosyaya tanık olarak geldiler. “Sen neden bu imzayı attın?” denildi emniyet müdürüne, o da “personelim azdı, güvenlik gerekçesiyle aracın dolaşması gerekiyordu, ben de yazıyı yazdım” dedi gitti. Yani açıkça kanunsuz emirdir bu, suçunu kabul etti aslında. Hem o polis hem de o polise bu talimatı veren emniyet amirinin yargılanması gerekirken emniyet müdürünü tüm ısrarlarımız sonucunda, kaç celse sonra sadece tanık olarak dinletebildik, neticesinde de hiçbir şey yapılmadı.

DİNÇER DEMİRKENT: Dolayısıyla buradan, herhangi bir durumda güvenlik, devletin güvenliği gibi gerekçeler öne sürülerek Anayasada ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde, insan hakları hukukunun temeli olan yaşam hakkının rahatça ihlal edilebilir durumda olduğu sonucunu çıkarabiliriz.

ROJHAT DİLSİZ: Evet. Örneğin sokağa çıkma yasakları döneminde zırhlı bir araç içerisindeki bir polisin Cizre sokaklarındaki tüm evleri, caddeleri taradığı görüntüler ortaya çıkmıştı. Hatta o zaman ben o görevliler hakkında suç duyurusunda bulunmuştum, o zaman da Şırnak Barosu’nun yönetimindeydim. Zırhlı araçtaki polisler aynen şunları söylüyordu: “Vur kardeş vur Cizre yansın, yeter ki devletimiz baki kalsın.” Hâlâ da bu video youtube’da var. Aslında bu cümle çok şeyi özetliyor. Cizre yanabilir, insanlar ölebilir, yeter ki devlet baki kalsın. Onların kafalarındaki değer algısı bu olduğu için zihin şöyle işliyor: O zırhlı araç çocuk mu öldürmüş? Eğer devletin yüksek bekası bunu gerektiriyorsa bunda bir beis yoktur. Tamam, o polis bir insan olarak o çocuğun ölümünü istememiş olabilir ancak aslolan devletin bekasıysa bu tarz şeyler de bazen yaşanabilir mantığıyla hareket ediyorlar maalesef.

CANKIZ ÇEVİK: Az önce alandaki verileri 15 yıldır izleyebiliyoruz, öncesi karanlık dediniz. Mevcut çalışmalar da genelde 2008 yılını başlangıç alıyor. Bunun özel bir sebebi var mı?

ROJHAT DİLSİZ: Benim girdiğim bir dosya olan Cizre’de panzer altında kalan çocuk, Yahya Menekşe’nin dosyası o yıldaydı. Hatta o dönem onun cenazesine katılan diğer çocukların, arkadaşlarının da polislere taş atması ve onların yargılanma süreçleri çok tartışılmıştı ve basında da “taş atan çocuklar” diye bir mesele olmuştu. İşte o süreç başlangıç alınıyor diyebiliriz. Yahya Menekşe’nin ölümüne ilişkin yargılama 2008 yılında başladı. Polis memurunun soruşturulması için önce savcılığa izin verilmedi, oradan Diyarbakır İdare Mahkemesine gittik, İdare Mahkemesinden yargılanabilir izni çıkardık ve yargılama ancak başlatılabildi. Aslında bu, bölgedeki güvenlik kaygılarının 2008 sonrasına kalmasıyla beraber bölgede görev yapan polis, kolluk güçleri ve zırhlı araç sayılarının artmasına da bir anlamda bağlanabilir. Yine aynı şekilde bölgede görev yapan polis memurlarının belli bir klikten geliyor olması ve belli bir eğitimden geçirildikten sonra bölgeye tayinlerinin sağlanması noktası da önemli. Yani 2015’ten sonra elbette ciddi anlamda bir yoğunluk var ancak daha geriye gidecek olursak da 2008 de önemli bir dönümdür.

CANKIZ ÇEVİK: Belli bir klik derken kimleri kastediyorsunuz?

ROJHAT DİLSİZ: Özellikle FETÖ mensubu olan polislerin olduğu söyleniyordu. Biliyorsunuz sokağa çıkma yasakları sürecini yürüten isimler de FETÖ’den daha sonra tutuklandı. Genelde o klikten insanların özel bir eğitimle bölgeye gelip hukuka aykırı bir şekilde hareket ettikleri yönünde söylemler oldu. Bu tavırlarının da o kliğe bağlı olan savcılar ve hakimler tarafından o dönemde koruyup kollandığı söylenmişti. Bu bir ölçüde anlaşılabilir, mantıklı da gelebilir ancak şunu da gördük ki 2016’dan sonraki dosyalarda da biz aslında aynı cezasızlık örüntüsüne sahibiz. Yani bu salt o gelenekten gelen polislere, savcı ve hakimlere bağlanıyorsa 2016’dan sonraki yargılamalarda aynı cezasızlığın sürmesi beklenemezdi. Yani maalesef hukuksuzluk özellikle faili kolluk olan dosyalarda bir devlet geleneği haline gelmiş gibi görünüyor. Yani klasik anlamda bizim canımızı, malımızı, namusumuzu korumakla yükümlü kamu görevlilerinin, polisin, askerin aslında bizim canımıza kast edebilecek bir pozisyona sokulması ve bunun yargı eliyle temizlendiği bir süreci takip ediyoruz. Gerçekten o dosyalarda korkunç bir süreç yaşıyoruz ve bunu açıkça dile de getiriyoruz fakat değişen bir şey olmuyor.

DİNÇER DEMİRKENT: Şimdiye kadar kaç sayıda benzer dosyaya baktınız?

ROJHAT DİLSİZ: Bizzat takip ettiğim ya da bir komisyon içerisinde olduğum 10’dan fazla bu şekilde dosya olmuştur.

DİNÇER DEMİRKENT: Bu dosyaların genel hatlarıyla parametrelerini çıkarabilir misiniz? Olay anından başlayarak süreç nasıl işliyor?

ROJHAT DİLSİZ: İronik bir durum, soruşturma aslında valiliğin açıklamasıyla başlıyor. Vali diyor ki “Kesinlikle orada herhangi bir polis birimimiz yoktu.” Örneğin Nihat Kazanhan dosyasında aynı açıklama yapıldı ve o görüntüler ortaya çıkmamış olsa ilgili polisler asla yargılanmayacaktı. Net görüntüler olmasına rağmen o polis 16 yıl kadar bir ceza aldı ancak yani aslında müebbetlikti cezası. Valiliğin açıklamasında ayrıca o bölgede mobese görüntüleri yoksa “kendi arkadaşlarının atmış olduğu taş neticesinde olay meydana gelmiştir” de denilebilir tıpkı Yahya Menekşe’nin durumunda olduğu gibi. Sonrasında da “Aslında onlar teröristti, bize ateş açtılar. Oradaki polis memurlarımız müdahale etmeye çalışırken bu olay gerçekleşti” gibi bir savunmayla da karşımıza çıkabiliyorlar. Yine mesela Nihat Kazanhan dosyasında, tam çözüm süreci sonları olduğu için olay biraz infial yaratmıştı, Valiliğin açıklamasının ardından gazeteciler dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’na sordular o da “Orada herhangi bir polis birimimiz yoktu” dedikten sonra yine dönemin İçişleri Bakanı Efkan Ala “bu bizim polisimize, devletimize karşı terör örgütü tarafından kurulan bir kumpastır, kesinlikle orada polis birimimiz yoktu” dedi. Gazeteciler, muhtemelen benzer şeyler söyleyecek olan Cumhurbaşkanına daha soru soramadan Fox Haber’de o görüntüler ortaya çıktı. Polis 12 yaşında bir çocuğun kafasına nişan alarak ateş edip öldürüyordu. Yani aslında böyle başından itibaren soruşturma süresince o polisleri kollayıcı bir tutum içerisine giriliyor. Sonrasında idari izin verilmiyor, bunun neticesinde idari dava açılıyor ve idare genelde öyle kabul ediyor. Sonra soruşturma açılıyor ve genellikle olabilecek asgari ceza haddinden ceza isteniyor. Ardından biz avukatlar, barolar mahkemeyi soruşturma ve kovuşturma sürecinin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi yönünde başvurularda bulunarak zorlayabilirsek kısmen dinletmek istediğimiz tanıkları ya da dosyaya girmesi gereken sanıkları getirtebiliyoruz. Az önce de bahsettiğim gibi o emniyet müdürünü mesela ancak tanık olarak dosyaya dahil edebildik. Sonunda da olabilecek en alt sınırdaki ceza veriliyor ya da eylem meşru müdafaa sınırları içinde görülerek beraatle sonuçlandırılabiliyor. Genelde sonrasında da Anayasa Mahkemesine, AİHM’e bu şekilde dosyalar gidiyor ama aslında kovuşturma sürecinde mahkemelerin tavrından bizim zorumuzla orada bir mahkeme ortamı kurulduğunu görebiliyorsunuz.

CANKIZ ÇEVİK: Yargılamalar sırasında mahkemenin çocuğa, ailesine ve sizlere yönelik tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

ROJHAT DİLSİZ: Bizim bölgedeki dosyalarda kapsamlı bir hukuk yapılanmamız var aslında. Mesela bölgedeki baroların başkanları oluyor böyle dosyalarda, çok sayıda baro müdahillik talebinde bulunuyor. Örneğin Nihat Kazanhan dosyasına tüm Türkiye’den 52 baro müdahillik talebinde bulunmuştu. Yani bu tarz dosyalarda biz hakim olduğumuz ve sorularımızla mahkemeyi sorguladığımız için bugüne kadar çoğu talebimizin reddedilmesi dışında doğrudan bize yönelik herhangi bir saygısız tutumla karşılaşmadık ancak yargılanan polislere karşı da en azından bizim o salonda bulunduğumuz süre boyunca, bizim de itirazlarımıza konu olan spesifik durumlar dışında çok sıkıntılı bir tabloyla karşılaşmadık aslında. Ancak verdikleri ara kararlarla ve kararlarla kimden yana olduklarını elbette gösteriyorlar.

DİNÇER DEMİRKENT: Son zamanlarda mağdurların sanıklaştırıldığı dosyaları çok sık görüyoruz. Kimi zaman ailelerin de polis güçlerinin tacizine maruz kalabildiğini biliyoruz. Siz baktığınız dosyalarda böyle gelişmelere şahit oldunuz mu?

ROJHAT DİLSİZ: Belli dosyalarda bu çok sık olabiliyor. Mesela ailelere “Siz bu konuda zorlayıcı olursanız bakın başka çocuklarınız da var“ gibi şeyler deniyor. Tabii bir tek onlara değil bizlere de oluyor böyle tehditler. Ben de daha önce tehdit telefonları, facebooktan tehdit mesajları aldım. Yalnızca polis de değil, polis veya bölgenin diğer ileri gelenleri de bir şekilde “Sizin kardeşinizi, bir yakınınızı işe alırız veya size gerekli tazminatı öderiz yeter ki şikayetinizden vazgeçin ve çok fazla sonrasında da takip edici, dosyanın Anayasa Mahkemesine ya da AİHM’e götürülmesinde ısrarcı olmayın” tarzında söylemler oluyor. Ama artık bölgede gerçekten yetişmiş hukukçular olduğu ve bu dosyaları AİHM’e kadar götürebilecek bir mekanizma kurulduğu için usul açısından dosyanın gerekliliklerinin yerine getirilmesi için büyük çaba sarfediyorlar ama kararlar genelde faili kolluk olan olaylarda tamamen sanıkların lehine oluyor.

DİNÇER DEMİRKENT: Soruşturma ve kovuşturma süreçlerindeki kollayıcılıktan “Başvurmazsanız sizi ödüllendiririz” sözlerine varana dek bütün bu cezasızlık düzeneğinin kurulmuş olmasının nedenini nasıl açıklıyorsunuz?

ROJHAT DİLSİZ: Kendi meslek hayatımın 18. yılına giriyorum ve aslında ben hep bunu gördüm. Öncesinde kendi çocukluğumda da mevcut siyasal konjonktürden kaynaklı ailemdeki bu tarz yargılamalarda bunu yaşadım. Başta da ifade ettiğim gibi bu bir devlet geleneği aslında. Yani o soruşturmadaki kişiler değişir; sanıklar değişir, yargılayanlar değişir ama sistem hiç değişmeyecekmiş gibi geliyor bana. Ben öğrenciyken Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı mesela ve yargılamaları gerçekten kötüydü ama şimdiye göre bakınca çok daha adil, hukuki açıdan doyurucu kararlarına da rastlıyoruz. O dönemde mesela babamın siyasi olarak yargılandığı 17 tane dosya vardı, 17’sinden de beraat almıştı. Şu an yargılanıyor olsa eminim çok daha kötü olurdu. Sonrasında Özel Yetkili Mahkemeler geldi ve denildi ki “DGM’lerde askeri üye vardı.” Bu özel yetkili mahkemeler de genelde FETÖ’yle ilişkili savcıların ve hakimlerin içerisinde yer aldığı bir mekanizmaydı. Bu mahkemelerin kararları gerçekten korkunçtu. Askeri hakimlerin bulunduğu DGM yargılamalarını arar olmuştuk. Sonrasında bir darbe girişimi süreci yaşandı ve bu Özel Yetkili Mahkemeler kaldırıldı. Eskiden mesela Cizre’deki dosyalar Diyarbakır’da görülürken yeniden Cizre Ağır Ceza Mahkemelerinde görülmeye başlandı. Sonrasında dediler ki “Bu kötü kararları verenler genelde FETÖcü hakim ve savcılardı, o yüzden bu hukuka aykırı kararlar verildi, bunlar yeni yargılamalara konu oldu” ama 2016’dan sonra verilmiş olan kararlarda da aslında Özel Yetkili Mahkemelerin vermiş olduğu kararları aratır kararlar çıkmaya başladı. Eskiden bölgede siyasi olaylara karışmış olan çocuklara örgüt üyeliğinden 6 yıl 3 ay ceza verildiğini çok sık görüyorduk, şimdiki yargılamalardaysa istinafta veya Yargıtayda bu dosyalar bozularak “Hayır, devletin birliğine ve bütünlüğüne saldırmışlar, bunlara müebbet ver” denilerek müebbet cezaları verildiğine tanıklık ediyoruz. Yani her dönemde Avrupa Birliği uyum kriterleri doğrultusunda çıkarılan yargı paketleriyle “Biz aslında iyi kanunlar hazırlıyoruz, uygulayıcıları hatalar yapıyor” denildi ancak gelen her yargı paketinin adalete vurulan yeni bir kılıç darbesi olduğunu gördük. Her ne kadar üst düzey yöneticilerin “Biz AİHM kararlarına uymak zorunda değiliz, kendi yerli ve milli hakimlerimize güveniriz” gibi ucube çıkışları olsa da, bazen Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları bu anlamda caydırıcı olabilir.

Aslında böyle genel bir mekanizma kurulmuş ve o mekanizma tek elden yürütülüyor. Bir şey iyi gidiyorsa “o” iyi gitmesini emrettiği için öyle oluyor, eğer kötü gidiyorsa da bu mekanizmanın içinde yer alan herkes o kötüyü sahiplenip anlam veremediğimiz bir şekilde onu savunabiliyor. Sistem böyle. Bizim bölgeye sürekli bir güvenlik şeridi çekilmiş halde ve “Biz bu şerit içinde kalan herkese, devletin tüm o özgürlük-güvenlik dengesi içerisinde gereken her şeyi uygularız, kimse de bize ses etmez. Genel siyasi çıkarlarımız farklı bir şeyi öngörse de bizim bu düzen içerisinde kurgulamayı planladığımız o yapıyı kimsenin bozmaya hakkı yoktur.” deniliyor.

Ben bir avukat olarak bu tür davaları takip ettiğim ve dosyamla ilgili basın açıklaması yaptığım için soruşturma geçirdim ve ceza yedim. Sordukları soru da “Sen neden böyle siyasi dosyaları avukat olarak bedava takip ediyorsun?” Böyle bir sistemde ister istemez topluma da bir korku hakim oluyor ve bu korku iklimi bilhassa harekete geçmeyi engelliyor. Orwell’in kitabına hep atıfta bulunulur ya, kendi evimizde bile bazen gizli bir şeyi konuştuğumuz zaman etrafa bakınıp birileri bizi izliyor mu, telefonlarımızı dinliyor mu diye düşünüyoruz. İnsanlar bırakın bazı şeyleri dışarıda dile getirmeyi, artık kendi evlerindeki kapalı kapılar ardında bile konuşmaya, sosyal medyada bir tweet atmaya korkar oldu. Çünkü ertesi sabah polisler kapıda. Bunun yavaş yavaş kırıldığının farkındayım, sanki bir yerlerden bir şeyler değişiyor gibi ama şu an mevcut durum bu. Böylesi bir iklimde, çocuğunun panzer altında ezildiğini gören bir annenin sesini duyurması ve bu sesin belli bir ortaklaşma yaratması mümkün olmuyor maalesef. Miraç Miroğlu daha birkaç ay önce İdil’de zırhlı araç altında kalarak yaşamını yitirdi. Biz heyet olarak ailesine gittik, vekalet istedik, bu korkudan dolayı dosyanın daha fazla medyatik olmaması için bize vekalet vermeye çekindiler. Aynı şekilde acaba diğer çocuklarının başına bir şey gelir mi diye korktular. Süleyman Soylu bile gidip aileyi ziyaret etti. Emniyeti, Valisi hepsi gidip konuştular “Yanlışlıkla oldu, yapacak bir şey yok ama bu araçlar da caddede gezmesin mi?” tarzında açıklamalar yaptılar. O cadde çocukların oyun alanı, devlet bu çocuklara farklı bir imkan yaratmamış ki. O çocuklar sokaklarda oynarken sen o sokaklara kaç tonluk panzerleri eklemlersen, çocuklarla o araçlar arasında herhangi bir irtibatın söz konusu olmaması mümkün müdür? Maalesef süreç de böyle ilerliyor. Yine de bizler için umut etmekten başka çare yok.