Irak Şam İslam Devleti (IŞID), Musul’u ele geçirmesi ile Türkiye gündemine hızlı bir giriş yaptı. Aynı zamanda, uzun zamandır yüzünü Suriye’ye çevirmiş olan siyaset ve akademi çevrelerinin dikkatlerini yeniden, senelerdir Suriye’den daha az kanlı bir iç savaş yaşamayan Irak’a çevirmelerine yol açtı. Peki ne oldu da kökleri Selefi cihadının Bekaa vadisi olan Herat’da, Usame bin Ladin’in desteği ile atılan Irak ve Şam İslam Devleti bugünkü haline gelebildi? Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçiminin de temel gündemlerinden birini oluşturacak gibi görünen Orta Doğu’ya yönelik Türkiye dış politikası, bölgedeki bu güçlü aktörden, IŞID’dan, nasıl etkilenecek? Bu yazıda kısaca IŞİD’i ortaya çıkartan gelişmeleri, özellikle örgütün Musul işgali sonrası artan önemine bakarak, tartışmaya çalışacağım. AKP hükümetinin, Türkiye dış politikası açısından açıkca bir hayal kırıklığı olan son gelişmelerle başa çıkma biçimlerinin de ayrıca ilgiyi hakettiğini düşünüyorum.
Kısaca özetlemek gerekirse, sonradan Irak Şam İslam Devleti ismini alacak grubun temelleri, Ebu Musa Zerkavi’nin Afganistan işgalinin hemen sonrasında Irak’a göç etmesi ile atılır. Ürdün kökenli bir “reborn” muslüman olan Zerkavi, Ürdün’de siyasi aktivitelerinden dolayı hapis yattıktan sonra Afganistan’a gider. Burada oluşturduğu grubu ile ciddi anlamda bir mücadeleye başlama fırsatı bulamadan Amerikan işgali ile Afganistan’dan ayrılmak zorunda kalır. Kendi ülkesinde aranan, dolayısıyla oraya dönme fırsatı bulamayan Zerkavi, biraz da yaklaşan Amerikan İşgalinin sunabileceği fırsatları hesaba katarak Irak’a yerleşme yolunu seçer. Savaşın ürettiği kaos ve mezhepsel çatışma ortamında büyüyen örgütün esas ön plana çıktığı dönem 1. Felluce savaşıdır. Amerikan askerlerinin Felluce’den geri çekilmesi bütün gruplar gibi gibi bu örgütün de, yani o dönemki adı ile Irak El Kaidesi’nin de, prestijini arttırmaya başlar. Ancak grubun esas büyüme dönemi, Zerkavi’nin öldürüldüğü 2006 yılından sonrasına denk gelir.
Her ne kadar ideolojisi ve savaşma gücü Irak’ta takdir toplasa da, Irak El Kaidesi’nin temel bir zaafı vardır. Irak’ta ulus devlet mirası hala aktiftir ve Sünniler açısından bile Iraklı olmayan bir örgüte destek vermek kolay değildir. Grubun kurucusu Zerkavi’nin ölümü, bu anlamda örgüt için bir şans olarak görülebilir. Ocak 2006’da örgütün başına Iraklı bir isim olan Ebu Ömer el Bağdadi geçer. Örgüt, Şubat 2006’da en önemli saldırılarından olan Hasan Askeri Türbesi saldırısını gerçekleştirir. Irak’da ciddi anlamda iç savaş koşullarını başlatan ve mezhepsel ayrımları keskinleştiren bu saldırının ardından, örgüt, Irak’ta hiç olmadığı kadar büyüme fırsatı bulur. 2006 sonu ile 2007 yılları arasında, Bağdat’ın belirli mahalleleri de dahil olmak üzere Musul, Selahaddin ve Diyala bölgelerinde önemli oranda hakimiyet kurar. Örgütün gücünün zirvesini yaşadığı bu dönemden sonra, Amerika’nın artan rahatsızlığına bağlı olarak, aşiret temelli bir çeşit koruculuk olan Sahva hayata geçirilir. Artan Amerikan askeri varlığı ve sayıları 100 000’e yaklaşan ABD’den maaş alan Sünni Iraklılardan oluşan Sahva birlikleri, artık Mücahit Şura Konseyi adını almış olan Irak El Kaidesi’ne büyük darbe vururlar. 2006 ile 2008 yılları arasındaki bu dönemde, yaklaşık 11 000 El Kaide üyesi öldürülmüş ya da yakalanmıştır. Örgütün kalan militan gücü 800 ila 1000 arasına gerilemiştir.
2009-2010’a kadar düşük profilli bir görüntü çizen örgüt, yeniden büyümesini iki tane birbirini besleyen dış kaynaklı gelişmeye borçludur. Bunların birincisi ABD’nin Iraktan çekilmesİ olarak görülebilir. Paradoksal olarak, Irak El Kaidesi’ni var eden toplumsal koşulları mümkün kılan Amerikan askeri gücü, çekilerek örgütün güçlenmesine sebep olur. ABD’nin teknik ve askeri desteğinden mahrum kalan Irak ordusu, El Kaide’ye karşı savaşında güçsüzleşir. Üstelik, Irak’ta oluşan Şii hükümetin Sünnilere karşı ayrımcı uygulamaları da Sünni nüfus içindeki keskinleşmeyi arttırır. Bu noktada, Irak hükümetinin Sahva birliklerini lağvetmesi ve ordunun demografik yapısının değişebileceği düşüncesi ile Sünni Arapların Irak ordusuna alınmasına sınırlama getirmesi de rol oynamıştır.
Bir diğer önemli etken ise Suriye iç savaşıdır. Savaş başlar başlamaz bölgeselleşmiştir ve dış etkilere açık bir hale gelmiştir. Bu vekalet savaşın’da üç büyük bölgesel aktör, kendine yakın bulduğu grupları desteklemeye başlar. İran’ın Suriye yönetimine, Türkiye’nin kısa zamanda çökecek Müslüman Kardeşler çizgisindeki gruplara destek verdiği bu süreçte Suudi Arabistan ise Selefi Cihadistlere silah ve para desteğinde bulunur. Hızla mezhep temeline oturan bu iç savaş, mezhep vurgusunu bütün bölgede güçlendirmiş, bu durumdan da Irak’da belki en mezhepçi yapı olan Irak El Kaidesi yararlanmıştır. Yani bir başka deyişle, Suriye iç savaşı örgüte hem ideolojik hem de materyal olanaklar sunmuştur.
Ancak Suriye iç savaşı, aynı zamanda örgütün ilk ciddi bölünmesine de yol açar. Bu süreçte örgüt, yeni lideri Ebu Bekir Bagdadi’nin kendi kolu olarak Suriye’de kurdurduğu El Nusra cephesi ile anlaşmazlığa düşer. Anlaşmazlığın görünen sebebi, IŞID’ın artık El Kaide merkezi tarafından dahi aşırı bulunan Şii düşmanlığı ve barbarlığıdır. Bir diğer neden ise iki örgütün farklı savaş stratejileridir. El Nusra öncelikli hedef olarak Suriye rejimini yıkmayı benimsemişken, IŞID kurtarılmış bölgeler aracılığıyla kendi hakimiyetini dayatmayı yeğler. Bunlara ek olarak El Nusra’nın Suriye’de gösterdiği başarılar ve bunun IŞID’ın Irak’taki liderliği tarafından kendi iktidarına bir tehdit olarak görülmesi de bölünmeye yol açan bir diğer neden olarak sayılabilir. Bu yarılmada, El Kaide merkezini temsil eden Ayman el Zevahiri’nin müdahalesi de başarısız olur ve IŞID El Kaide liderliğini de tanımayarak hem Irak’ta hem de Suriye’de kendi mücadelesine başlar.
Bu koşullar altında, IŞID Musul’u alır. Peki zaten özellikle 2011 sonrasında gittikçe güçlenen ve bir hesaba göre Irak çöllerinin % 40’ını elinde tutan bu örgütün Musul’u alması neden önemli? Bunun bir çok nedenini sayabiliriz. Birincisi örgüt bu hamle ile daha önce hiç olmadığı kadar zenginleşip güçlenmiş oldu. Düşen Musul’un çeşitli bankalarından ele geçirilen paraların, örgütün cari kaynaklarını bir kaç milyar dolar civarına getirdiği söyleniyor. Bundan daha da önemlisi, örgüt rahatça eleman toplayabileceği ve biat alabileceği bir alana kavuşmuş oldu. Uluslararası bir örnek olarak, Afganistan, Mali ve kısmen Somali deneyimlerini saymazsak, selefi cihadistler tarihlerinde ilk defa devlet olmaya bu kadar yaklaşmış bulunuyorlar. Üstelik bu güçlenme sadece mali kaynaklara dayanan bir güçlenme de değil, çünkü IŞID Musul’u ele geçirerek gücünü askeri alanda da çok yükseltti. Bilindiği üzere, Irak ordusunun kaçarken bıraktığı ciddi bir silah ve cephane kaynağı örgütün eline geçti. Bunlarin içerisinde, Amerikan askeri teknolojisinin ileri uçlarından Humwee ve Black Hawk helikopterlerinin de bulunduğu iddia ediliyor. Hepsinden önemlisi, örgüt Irak su kaynaklarının halkimiyetini de ele geçirmiş bulunmakta. Musul Barajı sadece bir su havzası değil aynı zamanda parçalanması halinde Bağdat’ı bile sele boğabilecek ve 500.000 e yakın Iraklı’nın ölümüne yol açabilecek bir nükleer silah olarak da görülebilir. Bu durum, örgüte kazandığı topraklar üzerinde bir nevi dokunulmazlık da kazandırıyor.
Türk dış politikasına gelirsek, Musul’un ele geçirilmesinin Türkiye açısından da son derece önemli etkileri olduğu söylenebilir. Pratik olarak bu selefi cihadist örgüt için Türkiye bir hedef oluşturuyor. Yakın zamanda Türkiye’li 49 diplomat ve 31 Kamyon şöförünün rehin alınması ile iyice görünür olsa da, IŞID tehditi sadece bundan ibaret değil. İki ay önce, yol kontrolünde durdurulmaya çalışılan İŞİD militanlarının iki jandarma erini öldürdükten sonra yaptıkları açıklamalar bu tehditin boyutlarının bir göstergesi. Militanların “Hepiniz müşriksiniz. Jandarmayı öldürerek sevap işledim” ifadesi, örgütün Türkiye Devleti’ne bakışına dair bize açıkça bir fikir verebilir. Zaten, örgüt militanlarından bazılarının ‘İstanbul da hedefimizde’ açıklamaları da ayrıca gazetelere yansıdı. Ayrıca, savaştan direkt etkilenen diğer özneler; Irak Türkmenleri ve Irak Kürtleri, Türkiye halkları ile olan tarihsel ve sosyal ilişkileri nedeniyle iç politika ile direk etkileşimi olan gruplardır. Bu grupların girecekleri bir savaşın Türkiye iç politikasında da ciddi yansımaları olacağı açık. Hepsinden önemlisi, Türkiye -Türkmen, Kürt ya da Arap- Suriye savaşı sonrası bölgeden gelmesi muhtemel yeni bir sığınmacı göçünü taşıyamayacak durumdadır.
Bütün bunların ötesinde, gelişmelerin Türkiye dış politikası açısından söylemsel bir zaafiyet yarattığı da söylenebilir. Yakın dönem dış politikasını Sünni kitlelere dayanarak yürüten, en azından öyle gözüken, hükümet için IŞID paradoksal bir durum yaratıyor. Sünni güçler ilerliyor. Ancak bu Sünni güçler Türkiye’nin bütün yatırımını üzerine kurduğu Müslüman Kardeşler çizgisi değil de Selefi Cihadistler. Bu durum Türkiye dış politikası açısından aşılması çok kolay olmayan söylemsel bir yüke de işaret ediyor.
Yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde, hükümet bu söylemsel yükten kurtulmak için çok ayaklı bir strateji kurmuş gibi gözüküyor. Bir taraftan sıklıkla yaptığı gibi rakiplerini suçlama yoluna gidiyor. Başbakan Erdoğan, siyasi rakiplerini dış politika konusunda sorumsuz davranmakla suçluyor. Türkiye’yi zaaf içerisinde gösterme, milli çıkarı önemsememe gibi kalıplar üzerinden kendisine yöneltilecek eleştirileri boşa çıkarmaya çalışıyor. Hızla çıkartılan yayın yasağı da bu eleştirileri engellemek için kullanılan bir diğer metot. Bunlara ek olarak, hükümete yakın medya yazarlarının ve İslami kanaat önderlerinin IŞID’ın ürettiği kafa karışıklığı ile başetmek için bir söylemsel atağa kalktıkları görünüyor. Burada temel olarak ikili bir yol izleniyor. Bir taraftan IŞID hızla Sünni İslam geleneğinin dışına itiliyor. Bir çok İslami kanaat önderi IŞID hakkında “tekfire” varan sertlikle sözler söylüyor. Bunu yaparken en çok kullanılan yöntem, İslam tarihinde her zaman kötü olarak görülmüş, “harici” gelenek le IŞID arasında bir süreklilik ilişkisi kurmak. Cübbeli Ahmet Hoca’nın hükümete yakın bütün basın organlarında ve sosyal medyada ön plana çıkan vaazı bunun en temel örneği. Cübbeli Hoca 19 Haziran’da verdiği vaazda, IŞID militanlarına açıkca “Cehennem Köpekleri” diyecek kadar ileri gidiyor.
Öte yandan, hükümete yakın bir diğer güruh, IŞID’ı seküler Baas geleneğinin bir uzantısı olarak sunuyor. Baas geleneği ve Kemalizm üzerinde varsayılan benzerlikler IŞID’ı, “Ergenekon’un bir uzantısı” olarak sunmaya kadar götürebiliyor. Sonuç olarak mevzu Türkiye’nin gelişmesini çekemeyen güçlerin Türkiye’ye yönelik bir komplosu noktasına kadar geliyor. Takvim gazetesi’nin, Musul işgalinin hemen sonrasında attığı “Son Piyon” başlığı, bu komplo teorisinin ne kadar uç noktalara götürülebilineceğini göstermek açısından önemli.
Bunların dışında, hükümete yakın kanatta yeni denebilecek bir bakış açısının da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Türkiye bu güne kadar çeşitli isimlerle üstlendiği bölgesel hegemon, bölgenin büyük abisi rollerinden, en azından söylem düzeyinde, vazgeçme emareleri gösteriyor. 2009’da Ahmet Davutoğlu şöyle demişti: “Şimdiki mücadelemiz bir istiklal harbi değil, Türkiye’yi dünyanın en büyük güçlerinden biri haline getirme mücadelesi. Şu anda çevremizdeki bölgelerde Türkiye’nin iradesi, haberi, onayı olmadan herhangi bir gelişme yaşanmaz. İnşallah Cumhuriyet’in 100’üncü yılını kutladığımızda Türkiye’nin onayı ve haberi olmaksızın dünyada hiçbir şey olmayacak. ” Bugün, hükümete yakın araştırma kurumlarının en büyüğü olan SETA’nın genel koordinatörü Burhanettin Duran şunları söylüyor “Bugün bölgede yaşananları Türkiyenin Orta Doğu politikasının başarısızlığı olarak görmek Türkiye’ye kapasitesinin üzerinde bir güç yüklemektir. ” Bu güne kadar Orta Doğu’yu doğal hinterlandı olarak gören ve bölgede her gelişmede parmağı olduğunu iddia eden Türkiye, ilk defa gücünün doğal sınırlarının farkına varmış gibi görünüyor. Dönemin Amerikan Büyükelçisi James Jeffrey’in son derece yerinde benzetmesi ile ifade etmek gerekirse, “hevesleri Rolls Royce, kaynakları Rover olan” Türkiye, IŞID ile birlikte kapasitesinin farkına varma yolunda bir adım daha atmış gibi görünüyor.
Peki bu yeni durumda, Türkiye Dış Politikası’nın yönetici elitleri ne yapabilir? Her şeyden önce, bölgede oluşan kaosun iç politikada daha fazla hissedilir hale gelmesini engellemek zorundalar. Bunun en temel yöntemi, gitgide daha görünür hale gelen sığınmacı sayısının daha çok artmasını engellemek olacaktır. Bugüne kadar uygulanan açık kapı politikasının Iraklılar için uygulanmayacağının açıklanması bunun bir göstergesi. Buna ek olarak, Türkiye dış politikası ittifak politikalarını da yeniden gözden geçirmek zorunda. Bugüne kadar desteklediği, ama artık dağıldığı anlaşılan Müslüman Kardeşler çizgisi yerine, gitgide artarak Kürtlere dayanma politikası izleyeceğe benziyor. Hükümet bir taraftan çözüm süreci üzerine yasal adımlar atmaya başlarken, öte yandan Irak Kürdistan Özerk Yönetimi’ne daha çok alan açacak gibi duruyor. Bu noktada, çok değil beş sene önce Türkiye dış politikasının en önemli kırmızı çizgisi olan Irak Kürdistan’ının bağımsızlığı konusunda, çok daha yumuşak bir söylem tutturulmuş olması da önemli. Daha geçen hafta hükümet sözcüsü Hüseyin Çelik’in bu konuda söyledikle bu minvalde bir yoruma fazlasıyla açık:
“Iraklı Kürtler nerede yaşayacaklarına ve ne sıfat altında yaşamak istediklerine kendileri karar verebilirler. Türkler onlar adına karar vermez. Irak Kürdistanı halkı dostlarımızdır ve onlara her yönden yardımcı olduk. Yardımcı olmaya da devam edeceğiz ve asla rakipleri olmayacağız. Irak iç sorunlarını çözemez ve Irak’ın pratikteki bölünmesi resmi bir ayrılığa dönüşürse burada yaşayan insanların da diğer milletler gibi kendi kaderlerini tayin hakkı vardır. Tabii ki Irak ile ilgili umudumuz, bütünlüğün sürmesidir. Ama aynı zamanda tüm tarafların insan haklarına, demokratik isteklere ve federal birimlerin kazanımlarına saygı duymasını umuyoruz. Türkiye Irak Kürdistanı’nı her zaman destekleyecektir.”
Sonuç olarak, IŞID epey bir süre daha Türkiye’nin gündeminde kalacakmış gibi görünüyor. Örgütün Musul’u alması ve bölgede yayılması ile başlayan süreç bir kaç noktada Türkiye Dış Politikası’na dair tartışma alanları açıyor. Birincisi, mezhep temelli dış politika ile ilintili. Uzun süredir bölgede mezhepsel hattın faillerinden biri olan Türkiye, artık bu hattın mağdurlarından da olacağa benziyor. Sünniliğin nerede başlayıp nerede bittiğine dair tartışmalar IŞID’a karşı bir iç politika söylemi olarak iş görseler de, mezhep gibi bir zeminin, dış politika dayanağı olarak ne kadar kaypak olacabileceğini de gösteriyorlar. İkinci tartışma alanı Türkiye’nin kapasitesinin sınırlılıklarına dair. Bütün bu süreç Türkiye’nin bölgenin büyük abisi olmadığını gösterdi. En azından, hükümete yakın entellektüellerin bu durumun farkında olduğu anlaşılıyor. Bu farkındalığın, bölgesel politika anlamında bir değişime yol açıp açmayacağını ise zaman gösterecek. Son olarak, Türkiye’nin Irak Kürdistanı’na dair kırmızı çizgilerinin artık aşılmaz olmadığı en yetkili ağızlardan biri tarafından ifade edilmiş durumda. Bunun Türkiye’nin kendi Kürt meselesi açısından da bir olanak olarak görülmesi mümkün.