İranlı kadınlar yeni bir kimlik inşa ederek tarihe önemli bir not düşmekteler. Dünya basını ve siyaset dünyası bu kimlikle her ne kadar yeni tanışmış olsa da aslında bu kimliğin inşası yıllar içinde adım adım şekillenmiştir.
Rozenberg’in deyimiyle benlik algısı (self-conception) aslında toplumun bize dayattığı “ben”den daha ötesine işaret eder. Bu kavramı insanın tecrübelerine ve yaşanmışlıklarına dayalı olarak kendisine baktığında gördüğü duygu ve düşünceler bütünü olarak açıklayabiliriz. Kısacası yaşadığımız bu karmaşık dünyanın içinde insanın hayatı boyunca en önemli işi belki de bu olmalı: özgün bir biçimde yaşamı boyunca kendisini inşa etmesi…
İranlı kadın tüm baskıcı yapıya rağmen yıllar içerisinde kendini inşa etmiş, kolektif kimliğini ortaya çıkarmıştır. “Ben”in inşası sosyolojik bir süreçtir ve sosyo-ekonomik koşullar, ailedeki toplumsal cinsiyet rolleri, ailenin eğitimi ve hayata dair bakış açısı gibi birçok kavramdan etkilenir.
Mahsa Âmini’nin acısı birçok kadının yarasını deşti ve tazeledi, bu yara İran toplumunun sosyolojik ve siyasal problemleri ile de birleşince İran halkı sokaklara ve caddelere aktı. Şehirlerin şekli değişti ve artık başladığımız noktaya geri dönmek mümkün görünmüyor. Tabii ki bu olayları zamanla daha bilimsel ve derinlemesine değerlendirebiliriz. Elinizdeki yazı İranlı kadının geçtiğimiz yıllardaki mücadelesinin de izini takip ederek şuan neyin arayışında olduğunu anlamaya çalışan bir çabanın sonucunda ortaya çıkmıştır.
İran’da kadın olmak…
Halen İran’da kadın olmak birçok hukuki alanda erkekle eşit olmayan biçimde yaşamak demektir. Örneğin İranlı bir kadın mirastan erkek kardeşleriyle eşit pay alamıyor. Hâkim olamıyor. Eşinin izni olmadan pasaport alamıyor. Yolculuk yapamıyor. Eğitimine devam edemiyor ve eşinin belirttiği yerde yaşamak ve eşine temkin[1] etmek zorunda kalıyor. Bir olaya şahitlik etmek konusunda iki kadının beyanının değeri bir erkekle eşit sayılıyor. Eğer bir kadın babası tarafından katledilirse babası para cezası ödeyerek serbest kalabiliyor ancak aynı cinayet erkek evladına karşı işleniyorsa baba idam cezası alıyor. Çağdaş dünyamızda aklımızın alamadığı bu gibi örnekleri birçok başka kanun örneğiyle çoğaltabiliriz. Hukuki boyut bu kadar eşitsiz bir biçimde yapılaşmışken ve kadına yönelik kamusallaşmış vahşi eşitsizliğe rağmen kültürel boyut ve gündelik hayat İran’da bambaşka bir şekilde yaşanıyor.
Evlerin içinde, sosyal alanda, iş yerlerinde karşılaştığınız birçok kadının geliştirdikleri yaratıcı yöntemlerle güçlü bir şekilde her gün ilmek ilmek dokudukları soru işaretleriyle bu baskıcı yapıya karşı koyduklarını görürsünüz. İstatistikler ve veriler İran’da kadınların birçok alanda oldukça aktif olduğunu gösteriyor; örneğin kadınlar mühendislik fakültelerine erkeklerden daha fazla katılım sağlıyorlar. Yıllardır erkeklerden daha fazla oranda üniversitelere giriyorlar. Kadınların %37’si iş alanlarına katılım gösteriyor. Devletin baskısına rağmen kültürel alanda ve evlerin içinde eril kültürün o kadar da güçlü olduğu gözlemlenmiyor.
Tarihsel süreç
1922 yılında Rıza Şah tarafından modernleşme seferberliği ilan edilmiş ve bunun simgesi olarak kadının bedenine müdahale edilerek zorla başörtüsünü açması istenmiştir. Kadınların protestoları sonucu o dönemle birlikte örtünme, geleneksel ve modern kadın ayrımı olarak simgelenmiştir. Kadınlar Pehleviler zamanında örgütlenerek hukuki haklarını kısmen elde etmişlerdir fakat devrim zamanında kadının hakları ve talepleri bir köşeye itilmiş ve önemsiz bir konu gibi görülerek devrimden sonraya ertelenmiştir.
1979 yılında devrimin gerçekleştiği yıllarda kadınlar en çok hak kaybeden sosyal gruplardan oldular. Fakat bu süreç aniden gerçekleşmedi. Genellikle bilinenin tam tersine İranlı kadın devrimin ilk haftalarından itibaren taleplerini dile getirdi ve devrime karşı başkaldırdı. 1979-1984 yılları arasında İran kadın hareketi her alanda kendini ifade etmeye çalıştı. Bunun en bariz göstergesi “hicap zorunluluğu” konusunda verilen mücadeleydi.
1979 Devrimi ile bu kez İslam Cumhuriyeti ortaya çıkmış ve kadın bedeninin örtünmesi devrimin vitrini ve simgesi haline getirilmiştir. Kadından bu kez beklenen şey kamusal alanda görünmez olması ve sessizliğe bürünmesi olmuştur, bu da kadının kendini koruması için yapılan bir önlem olarak açıklanıyordu. Kadın işe gitmek için toplumda var olabilmek için örtünmek zorunda bırakıldı. Okula başlamak için 7 yaşında olan bir kız çocuğu bile başörtü takmak zorundaydı. Kamusal alan tamamen ikiye bölünmüş ve mekânlar erkekler ve kadınlar kısmı olarak ayrılmıştı. Örneğin şehirde belediye otobüslerine biniş kapıları ikiye ayrılmış, kadınlar arka kapıdan girip arka kısımda ve erkekler ön kapıdan girip ön kısımda oturmaya başlamıştı. Bankaya, hastaneye veya herhangi bir idari kuruma başörtüsüz girmeleri yasaklanmıştı. Medeni kanuna henüz girmemiş olan zorunlu hicap, keyfi bir şekilde idari alanlarda uygulanmaya başlamıştı.
1980 yılında ise İran-Irak savaşının başlamasıyla kadın hareketinin talepleri ikinci plana atılmıştı. Yeni doğan ideolojik bir devrimin, savaş[2] haberlerinin ve milliyetçi duyguların ortasında zorunlu hicap kanunu mecliste onaylanmış ve medeni hukuka geçmiştir.
Gündelik hayatta Feminist eylem
Ana problem olan hicabı simgesel boyutuyla ele alırsak İranlı kadının izini sürebiliriz. İran’da medeni kanuna göre 1983 yılından bu yana hicap zorunlu oldu fakat kadın kamusal alana katılmaya devam etti ve bunun sonucu olarak yeni bir terim siyasi literatüre eklendi. O terim “bad hicap”tı. Bu kelime hicapları usulüne uygun olmayan biçimde örten yani tam örtünmeyen kadınlara hitap etmek için kullanıldı.
Yıllar boyunca devlet zorunlu hicap konusunu farklı argümanlarla savunmaya çalıştı. Kamusal alanda bunun için maddi ve manevi yatırımlar yaptı. Posterler, diziler, okullarda eğitimler ve konferanslarla birlikte, kamu spotları ve çeşitli iktidar mekanizmalarını devreye soktu.[3] Fakat İranlı kadın evden dışarı çıkarken bunu kabul etmedi ve yine de zorunlu olarak devlet tarafından dayatıldığının göstergesi olarak saçlarını görünür kıldı. Kadın kamusal alanda devletin ondan beklediğini genellikle reddetti. Yıllar içinde iki farklı kadın kimliği ortaya çıktı: birisi devletin onayladığı ve dünyaya devrimin bir getirisi olarak gösterilmek istenen kadın, diğeri-neredeyse tüm İranlı kadınları kapsayan gündelik hayatlarında bu kurallara direnen kadındı. Fakat bu direniş ve başkaldırılar o kadar yavaş ve bireysel bir biçimde toplumun görünür katmanının altında yürüyordu ki kimse bunun bir eylem olduğunu bile fark etmedi. Lise yıllarında giydiğimiz koyu renkte olan üniformaların spor yapmak için bir düğmesini bile açmak yasakken yıllar geçti ve Tahran’ın mağazalarında düğmesi olan bir ceket bulmak bile zor oldu. Aslında “bad hicap” olarak dolaşmak ana-akımlaşmış ve sivil itaatsizlik halini almıştı. Burada bir ideolojinin nasıl bir moda haline gelip tüketildiğine de şahit olduk. O yılın modasına göre şalların rengi değişiyor, giydiğimiz mantolar vatkalı oluyordu veya boyları kısalıp uzuyordu.
İranlı kadın yıllar içerisinde birçok bireysel eylemde bulundu, bu eylemler her ne kadar bireysel olsalar da tarihi hafızamıza kazıdı ve cesaret verici bir iz bıraktılar. Ve en önemlisi toplum, aydınlar ve muhalefet bu konunun önemini kabullendiler.[4]
2009 yılından bugüne kadar devlete karşı farklı biçimlerde protestolar düzenlendi. Bunların birçoğunda İranlı kadınların önemli payı vardı fakat protestolarda başrol olarak gözlemlenmiyorlardı. Protestolar daha çok ekonomik problemler ve siyasi özgürlükler çerçevesindeydi ve zorunlu hicap protestosu söz konusu değildi. Ahlak Polisinin kuruluşuyla 2009 yılından bu yana kadınların üzerindeki baskı giderek çoğaldı. 2014 yılında sadece 3 büyük şehirde 1 ay içerisinde 50000’den fazla kadın hicaplarını örtme biçimleri yüzünden uyarı aldı ve 5000 kadın tutuklandı.[5]
Sadece geçen yıl Ahlak Polisi tarafından 2 milyondan fazla kadın uyarılmıştır. Ahlak polisi aslında yürütmeye ve başkanlığa bağlı olan bir kurumdur ve işi önemli meydanlarda kadınları uyarmak ve hicap konusunda kurallara uymalarını sağlamaktır. Son yıllarda birçok kadın bu uyarıları kabul etmedi, polis arabasına binmekte direndi ve polis şiddetine maruz kaldı. Bu yıllarda hicap artık siyasi bir problemden ziyade ana akımlaşmış ve toplumun her kesimini ilgilendiren bir problem haline gelmişti ve zorunlu hicap kelimesi toplumsal ve politik alanda daha çok dikkat çekmeye başladı. Şu an İran’da kapsamlı ve çok yönlü siyasi ve sosyolojik bir durumla karşı karşıyayız ve bu hareketi yalnızca etnik köken veya bir siyasi grubun itirazına indirgeyemeyiz. Mahsa’nın Kürt olması tabii ki hem devletin uyguladığı şiddetin yoğunluğunu etkilemiş hem de başlangıçta harekete ivme kazandırmıştır.
Bunun yanında İran kadın hareketi kendini zenginleştiren ve güçlendiren özgün bir boyut geliştirdi o da İslami feministlerin rolüydü. İslami feministler İran’da İslami literatürü sorguluyorlardı ve bu söylemlere ve İslami doktrine hâkim oldukları için aslında devletin dini söylemini araştırmayı ve dini eril kültürün etkisinden çıkarıp kadın gözünden yeni okuma ve yorumlama biçimleri geliştirmeyi vizyon edinmişlerdi.[6] Türkiye’deki kadın hareketine bakınca bu konunun iki ülke arasındaki en büyük fark olduğunu söyleyebiliriz.
Lider kim?
Bu eylemlerde katılımcıların yaş ortalaması 20’dir. Lise öğrencileri ve Z kuşağı bu harekete önderlik ediyor. Tarih boyunca devrimler genellikle gençler tarafından ivme kazanmıştır fakat demografik olarak İslami devrime katılan gençlerle şu an protestolara katılan gençlerin arasında çok belirgin farklılıklar var. Sanırım artık devrimlere ve kalkışmalara sosyolojik, siyasi ve çevre konusunda karizmatik liderlerin önderlik etme devri kapanmıştır. Yeni kuşak kitlesel halde hareket etmektense daha bireysel ve düşünsel adım atıyor ve bugüne kadar bir liderin olmaması belki de farklı görüşleri çatışmadan uzak tutmuş ve herkesin bir noktada buluşmasını sağlamıştır. Bu kalkışmanın yegâne liderlerinin ise kadınlar olduğu söylenebilir. Kadınlar kesinlikle cesaret simgesi olarak eylemlerde konumlandırılabilirler. Erkekler kadını korumak için değil kadına eşlik etmek için sokaklardalar.
Zorunlu hicap konusu kültürel bir meseleden ziyade İran’da siyasi bir anlam taşıyor. Hicabın zorunlu olmaması devrimci, Muhafızı kâr ve dindar kitle tarafından dinin elden gitmesiyle eş değer sayılır. Bu nedenle zorunlu hicap konusunda referanduma gitmek İran Devleti’ni kalbinden vurmak gibidir. Birçok kadın zorunlu hicaba karşı bu eylemlere katılıyor ve halk tarafından hicabın gönüllü olarak takılmasına yönelik bir eleştiri yok. Dolayısıyla protestolarda birçok karede kapalı ve açık saçlı kadınları birlikte görebiliriz.
İran kadın hareketi her gün küçük bir adım atarak sabırla önündeki yapıyı kazmaya başladı. Yazdı, konuştu, sorguladı ve bu eylemleri ana akımlaştırarak liderlik rolünü üstlendi. Yaşanmakta olan eylemlerde kadınlar dramatik ve görsel eylemler sergiliyor. Kendileri için kamusal alanda yaratıcı bir şekilde alan açma mücadelesi veriyorlar. Açık saçlarla kahvaltı yapıyor, manava gidiyor veya eczaneden ilaçlarını alıyorlar. Dans ediyor, sarılıyor, arkadaşlarıyla kahve içiyor ve polis uyarınca “size de bir kahve ısmarlayalım” diyorlar.
İranlı kadın kıyıda köşede değil artık sokağın tam ortasında, caddeleri geri kazanmış durumda. Bu kez istediği gibi kendini tanımlıyor ve caddeler artık gücünü gösterdiği bir mekâna dönüşmüş durumda ve bugün tarih boyunca en güçlü sesiyle yaşamı haykırıyor.
[1] İslami kurallara göre kadın evlendikten sonra eşine itaat etmek zorundadır.
[2] İran- Irak Savaşı 1980-1988
[3] Örneğin eğer hicabınız uygun olsaydı çalıştığınız iş yerinde terfi almak kesinlikle daha mümkündü.
[4] Bir acı örnek olarak: Homa Darabi 1996 yılında Tahran’ın en kalabalık meydanında başörtüsünü taktı ve sonra da kendisini yaktı.
[5] Bu verileri İran Polisinin web sitesinden takip etme şansınız vardır.
[6] Post-İslamizm Feminizm (Asef Bayat)