Seçimler: Beklentiler ve Sonuçlar

Beklenilen olmadı. AKP bir seçimden daha “zaferle” çıktı. Oy oranlarına ya da kazanılan belediyelerin sayısına bakıldığında mevcudu muhafaza etmekten öteye gitmeyen bir tablo görünse de, bu tablonun “yedi düvele karşı tek başına mücadele edilerek” yaratılmış olması onu büyük bir “zafer” haline getirmeye yetti. Erdoğan, bu durumun altını çizebilmek için, daha önceki seçimlerde kucaklayıcı mesajlar vermek için kullandığı balkon konuşmasını bu sefer İkinci Kurtuluş Savaşı olarak adlandırdığı seçimlerin muzaffer komutanı edasıyla yaptı.

Seçim değerlendirmeleri, seçimlerin sonuçlarıyla olduğu kadar seçimlerdeki beklentilerle de yakından ilgilidir. Seçim başarısı, partilerin önceki seçimlerdeki oy oranlarıyla değil, seçim öncesindeki beklentilerle kıyaslanarak tespit edilebilir. İlk bakışta fazlasıyla sübjektif ve keyfi gibi görünen bu yorum aslında seçim değerlendirmelerini basit birer matematik hesabı olmaktan çıkarıp siyasal bir muhtevaya büründürebilmemizin de en önemli yoludur. Bu yazı boyunca seçimler öncesinde ortaya çıkan beklentiler, bu beklentileri besleyen etkenler ve seçim sonuçlarını bir arada ele almaya çalışacağım.

Çözüm Süreci ve Seçimler

30 Mart seçimlerine ilişkin beklentilerin birden fazla etkenin üstbelirlemesiyle şekillendiğini söyleyebiliriz. Geçtiğimiz yılın ortalarına kadar anketlere yansıyan genel görüntü AKP’nin 2011 Genel Seçimlerinde aldığı yüzde elli oranındakini oyunu biraz daha artırdığı yönündeydi. AKP, arkasına aldığı bu desteğin yarattığı özgüvenle hem Başkanlık tartışmalarını daha yüksek sesle dillendirmeye başlamış, hem de uzun süre gizli saklı sürdürdüğü PKK-İmralı görüşmelerini kamuoyuna açıklama cesaretini gösterebilmişti.

Seçimin sonuçlarını ele alırken üzerinden atlanmaması gereken ilk hususlardan birisi, milliyetçi-muhafazakâr tabanı dikkate alındığında AKP açısından önemli bir oy kaybı yaratabileceği düşünülen “Çözüm Süreci”nin herhangi bir oy kaybına neden olmadığı gerçeğidir. Çözüm sürecine en büyük tepkiyi gösteren ve Akil İnsanlar Komisyonu’nu her gittiği yerde protesto eden MHP’nin özellikle İç Anadolu ve Ege Bölgelerinde AKP’yi bir hayli zorlayacağı görüşü seçim öncesinde en fazla konuşulan konuların başındaydı.

Bu yakın tehdidi öngören AKP’nin süreç üzerindeki hâkimiyetini her defasında ispat edici hamleleri, hatta çözüm sürecinin kendisini bile tehlikeye düşürecek derecedeki gergin tavrı, AKP tabanına sürecin kontrolünün kendilerinde olduğu güvenini verdiği söylenebilir. AKP Hükümeti’nin bu süreçte Suriye ile gerilimi bilinçli bir biçimde yükselterek ülkede bir yakın savaş tehdidi algısı oluşturmaya çalışmasını da tabanının ilgisini farklı bir odağa yönlendirme çabası olarak değerlendirmek mümkün. Ama tüm bunlardan daha önemlisi, Abdullah Öcalan’ın takındığı pozitif tutumla birlikte PKK’nin barış sürecini kararlılıkla sürdürme iradesiyle ortaya çıkan çatışmasızlık ortamının geniş halk kesimleri arasında yarattığı olumlu havadır. Savaşın ve ölümlerin durması vaadi, etkin ve inandırıcı bir söylemle birleştirildiğinde yeryüzünün tüm coğrafyalarında en etkili siyasal propagandalardan biridir.

Seçimlerin belki de en önemli fakat görünmeyen sonucu, uzun yıllardan beri, devlet eliyle ve medya aracılığıyla kışkırtılan ve Kürt Sorununa çözüm arayışlarının üzerinde Demoklesin kılıcı gibi sallandırılan “kızgın kalabalıklar” mitosunun inandırıcılığının kalmamış olmasıdır. Kürt Sorunu’nun çözümünü isteyen tarafların taleplerini bastırmak için tehdit olarak kullanılan “savaştan canı yanan kesimlerin” aslında barışa ikna edilebilir olduğu gerçeği ortaya çıkmıştır. Halkın çözüm sürecine inancının ve güveninin boşa çıkartılmaması için, sürecin kendi ayakları üzerinde yükselebileceği politik ve hukuki zeminler ivedilikle inşa edilmelidir.

Gezi Direnişi

Anayasa referandumu ile HSYK ve Yüksek Yargı Organlarını kontrol altına alan, Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmaları ile Başkanlık sistemi tartışmalarını dolaşıma sokan, Çözüm Süreci ile de Kürt Sorununu sürdürülebilir bir müzakere düzeyine çeken AKP’nin, Erdoğan’ın mutlak iradesi altında bir ülke yaratma planlarına en büyük darbeyi vuran Gezi Direnişi oldu. AKP’nin kendisini en güçlü hissettiği anda patlak veren ve belki de bu yüzden uzun süre nasıl bir tepki vereceğini kestiremediği Gezi Direnişi, AKP’nin elinde bulundurduğu iktidar gücünü kontrolsüz bir hoyratlıkla kullanmasına verilen en kitlesel karşı çıkış oldu.

İstanbul’un kent merkezindeki yegâne yeşil alanlardan biri olan Gezi Parkı’nın yıkılarak yerine Topçu Kışlası adı altında bir alışveriş merkezi yapılmak istenmesine karşı başlayan direniş, hükümetin ölçüsüz şiddetiyle karşılaşınca o güne kadar Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş boyutta sokak eylemlerinin yaşanmasına neden oldu. Birbirinden farklı toplumsal kesimlerin birbirinden farklı gerekçelerle yıllar içerisinde AKP iktidarına karşı biriktirdiği öfkesinin birdenbire sokaklara taşmasıyla militan bir karakter kazanan direniş, AKP için bir dönemin sonuna gelindiğinin göstergesi oldu.

Gençlerden kadınlara, sanatçılardan aydınlara, gazetecilerden televizyon yıldızlarına kadar AKP’nin o güne kadar kendi etrafından konumlandırmakla gurur duyduğu tüm kesimler birden bire AKP’ye karşı sokaklara çıktılar. İstanbul, Ankara, Hatay, Eskişehir, İzmir gibi büyük illerde bir aydan uzun süren sokak çatışmalarıyla süren direniş gözü dönmüş bir polis şiddeti ve ayarsız bir medya manipülasyonuyla bastırıldı. Gezi Direnişinin bastırılmış olması, Gezi Direnişinin ortaya çıkmamış olması anlamına gelmiyordu. Erdoğan’ın bu süreçte ilk kez diline doladığı “Ülkenin Yüzde Ellisi” tanımlaması, toplumun tüm kesimlerini temsil ettiği iddiasındaki AKP’nin hegemonik siyaset anlayışının sonuna gelindiğinin açık bir ifadesi olarak öne çıktı.

Toplumsal yaşamın olağan işleyişi içerisindeki yönlendirici etkinliğini kaybeden AKP o ana kadar polis şiddeti aracılığıyla var edebildiği gücünü bir kez daha kanıtlayabilmek amacıyla daha önce rüştünü defalarca ispat ettiği sandığı adres göstermek zorunda kaldı. Önce Gezi Parkı’na inşa edilmesi planlanan Topçu Kışlası Planını Referanduma sunma önerisini getiren Erdoğan bunun hukuki dayanağının olmadığı anlaşılınca adeta yerel seçimleri kendisi için bir referandum haline getirdi.

AKP’nin oy oranlarında göze çarpan bir değişim olmadığı için Gezi Direnişinin sandığa etkisini açık biçimde tespit etmek mümkün görünmüyor. Fakat özellikle büyük kentlerde yüzde 90’lara varan katılım oranı, Erdoğan’ın sandık düellosu talebinin karşılıksız kalmadığının göstergesi olarak okunabilir. Yine de Gezi Direnişinin sandığa yansıyan etkisini tek taraflı olarak ele almamak gerekir. Çünkü direniş kendi kalabalığını mobilize ettiği kadar, AKP’nin seçmen tabanını da mobilize etti. Gezi sürecindeki abartılı havaalanı karşılamalarından seçim mitinglerine kadar her AKP organizasyonu hem nicelik hem de nitelik olarak çılgınlığın sınırlarını zorlayan kalabalıklara sahne oldu. Bu kalabalıklar inançlı AKP neferlerinden ibaret değildi. 12 yıllık AKP iktidarı boyunca elde ettikleri (sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel vs) konumlarını koruma kaygısındaki pek çok kişi en az Gezi Direnişçileri kadar kararlı olduklarını göstermek istediler.

Mutlak ve ivedi siyasal kazanımlarla sonuçlanmamış sokak hareketlerinin ilk fırsatta muhafazakâr bir tepkiyle karşılaşması şaşırtıcı değildir. Fransız Devrimine tepki olarak doğan muhafazakârlık bu anlamıyla salt ideolojik bir tutum değil, geniş bir toplumsal zemini olan sosyal-siyasal refleks olduğunu kabul etmek gerekir. Siyasal tarihte bunun en çarpıcı örneği Fransa’da De Gaulle iktidarına karşı tepki olarak ortaya çıkan ve ülke çapında milyonlarca kişiyi sokağa döküp köklü bir kültürel-siyasal dönüşüme yol açan 68 Hareketi karşısında De Gaulle’ün ilk seçimlerde yeniden iktidar olmasıdır. Değişim talebinin somut bir siyasal programla ortaya çıkıp rüştünü ispat edemediği durumlarda, geniş kitlelerin belirsizlik yerine kendini daha güvende hissedeceği bir konumu tercih etmesi anlaşılabilir bir tepkidir. Fakat ne ‘68 Hareketi ne de Gezi Direnişi seçim sonuçlarıyla sınırlı olarak değerlendirilebilirler. Bu tarz geniş tabanlı toplumsal olaylar, etkisi nesiller boyunca hissedilecek siyasal ve kültürel kırılmalar yaratırlar. Dolayısıyla bundan böyle AKP Gezi Direnişinin soluğunu daima ensesinde hissedeceği gibi, toplumsal muhalefet hareketleri de bir biçimde Gezi deneyiminden beslenmeye devam edecektir.

AKP- Cemaat Çatışması

30 Mart Yerel Seçimlerinin Gezi Direnişi ile Erdoğan’ın düellosuna dönüşmesi beklenirken 17 Aralık’ta başlatılan Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu siyasal gündemi baştan aşağı değiştirdi. Önemli pozisyonlardaki dört bakan ve çocuklarının yanı sıra AKP ile yakın ilişkisi bulunan çok sayıda işadamının adının karıştığı operasyon tek başına bir hukuki soruşturma değil, yıllarca sürdürülen AKP-Cemaat ittifakının artık sona erişinin ilanıydı.

Aslında Gülen Cemaati ile AKP arasında ilişkilerin bir süredir yolunda gitmediği herkes tarafından bilinen bir gerçekti. Buna rağmen her iki tarafın da birbirine olan ihtiyacı aradaki anlaşmazlıkların açık bir çatışmaya dönüşmesine izin vermiyordu. Bu yöndeki ilk önemli işaret fişeği 2010 yılındaki Mavi Marmara olayı sonrasında Fethullah Gülen’in Wall Street Journal gazetesine verdiği demeç oldu. Hükümetin sert bir üslupla eleştirerek uluslararası bir düzeye taşıdığı Mavi Marmara baskınında üstü örtük biçimde de olsa İnsani Yardım Vakfı’nı ve hükümeti eleştiren Gülen Türkiye’nin ABD ve İsrail’le ilişkilerinin bozulmaması gerektiği yönünde tavır gösterdi. Bu tavır her ne kadar AKP yanlısı kesimler tarafından eleştirilse de o dönemde her iki taraf için de her şeyden daha önemli olan Anayasa Referandumu nedeniyle çatışma derinleştirilmedi.

Anton Cehov’un tiyatro için kurduğu “duvarda asılı silah oyunun sonunda mutlak patlar” cümlesinin siyasal tercümesi “siyasal birlikte çatlak oluştuysa oyunun sonunda mutlaka ayrışma gerçekleşir” biçiminde olabilir. Cemaat ile AKP arasında ortaya çıkan bu çatlak özellikle Kürt Sorunu konusunda ortaya çıkan yaklaşım farkıyla geri dönülemez bir noktaya geldi. Hükümetin PKK ile gizli biçimde yürüttüğü Oslo Görüşmelerinin sızdırılması, KCK Operasyonu ve nihayetinde MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın gözaltına alınmaya çalışılması Gülen Cemaati ile Erdoğan Hükümeti arasındaki adı konulmamış çatışmanın boyutlarını ortaya serer nitelikteydi. Cemaat bir yandan KCK Operasyonu üzerinden AKP’yi sıkıştırmaya çalışırken diğer yandan da Erdoğan’ın otoriter bir çizgiye kaydığı konusunda sert eleştiriler yönetiyordu. Hükümetin bu çatışmadaki en etkili adımı Gülen Cemaatinin can damarları niteliğindeki dershanelerin kapatılması yolundaki girişimi oldu.

Bu sürecin peşinden gelen 17 Aralık operasyonu çatışmayı gerçek bir savaşa dönüştürdü. Yolsuzluk ve rüşvet davası, Suriye’ye giden Tırlara yapılan baskınlar, Erdoğan’ın servetine ilişkin iddialar, görüşme kayıtlarının sızdırılması, basına yönelik baskıların açıklanması gibi birbiri ardına vurulan darbeler AKP’yi oldukça zor durumda bıraktı. Herkesin bir biçimde tahmin edebildiği fakat açık seçik biçimde ayyuka çıkınca yine de şaşırmadan edemediği bu kirli ilişkiler ağına AKP’nin tepkisi bir kez daha inkâr ve bastırma biçiminde oldu. Gezi Direnişinden beri yürürlükte olan “Faiz Lobisi” ve “Dış Güçler” söylemlerinin yanına eklenen “Paralel Devlet” iddiası AKP’nin sadece operasyonlara karşı savunması değil aynı zamanda en önemli seçim silahı haline geldi.

Gülen Cemaati de dahil olmak üzere, Türkiye’deki herhangi bir cemaatin etkisi altında bulunan kişi sayısını bilebilmek mümkün değil. Bu nedenle Gülen Cemaati ile Hükümet arasında yaşanan bu çatışmanın sandığa ne oranda yansıdığını kestiremeyiz. Fakat seçim sonuçları, öyle ya da böyle Cemaat-Hükümet çatışmasındaki ilk raundu hükümetin kazandığını gösteriyor. Ne var ki iktidar bloğundaki bu kırılmanın ilerleyen dönemde AKP açısından çok daha yıkıcı sonuçları olacağını öngörmek zor değil. Gülen Cemaati sadece Devlet mekanizması içerisindeki yaygın bir örgütlülük değil çok farklı kanallar aracılığıyla AKP hükümetine rıza üreten bir organizmaydı. Aydınlarla arasındaki köprüleri Anayasa Referandumundan kısa bir süre sonra atan AKP’nin en önemli entelektüel dayanaklarından biri olan Cemaatin desteğini de yitirmesiyle orta vadede çok ciddi sorunlarla karşılaşacağı öngörülebilir.

Seçim Getiren Hamleler

Gezi Direnişi ve Gülen Cemaati ile yaşanan ayrışma sonucu ortaya saçılan usulsüzlükler, Erdoğan için söylemsel bir önemi olan yüzde ellilik oy oranını aşındırmış olsa da, gerek bir önceki yerel seçimin üzerinde bir oy alınması gerekse hayati önemdeki İstanbul ve Ankara’nın muhafaza edilmesi Erdoğan’ı “balkona” çıkartmaya yeten bir sonuç oldu. AKP bu süreçten mümkün olan en az zararla çıkmış olmasının birden fazla sebebi olduğu söylenebilir. Bu sebeplerden belki de en önemlisi yaşanan onca çalkantıya rağmen AKP’nin teşkilat yapısında bir derin çatlağın yaşanmamasıdır. Erdoğan hem devlet içindeki hem de parti teşkilatı üzerindeki hâkimiyetini bir an olsun bile gevşetmeyerek içeride farklı odakların gelişmesine izin vermedi. Bu durum, AKP’ye iktidar yolunu açan DSP-YTP tarzı bir bölünmeyi engelleyerek Erdoğan’ın kitleler önündeki güçlü pozisyonunu pekiştirmesine olanak sağladı.

Erdoğan’ın kendi dışında bir güç odağının filizlenmesini engellemeye yönelik politik tutumu sadece parti içerisiyle sınırlı bir tutum olmadığını biliyoruz. Erdoğan, güçlü iktidar pozisyonu ve geniş devlet olanaklarını alabildiğine rahat paylaştırabilmenin verdiği rahatlıkla sağın tüm fraksiyonlarını etkisi altında tutacak hamleler yapabiliyor. Yakın zamana kadar kendi sağından AKP’ye yönelik en sert eleştirileri yapan HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş ve Demokrat Parti Genel Başkanı Süleyman Soylu’yu partide önemli konumlara taşıyarak bünyesine katması bunun yakın örnekleridir. Bu hamle bir yandan parti içerisindeki güçlerin belirli odaklarına toparlanmasına engel olan bir çeşitlilik sağlarken, diğer yandan da merkez sağ seçmenin yegâne seçeneği haline gelinmesine olanak veren önemli bir hamle olarak 30 Mart seçimlerinin görünmeyen faktörlerinden biridir. AKP’nin kendi sağına yönelik bu hamlesi, bu seçimlerde çokça karşılaştığımız “CHP küskünlerinin DSP’den aday olması” biçimindeki münferit ama can yakıcı gelişmelerin yaşanmasına engel olmuştur.

Seçimler söz konusu olduğunda AKP’nin diğer partilere göre en önemli avantajı, yarışma koşullarını kendisine en uygun biçimde hazırlayabiliyor olmasıdır. Bunun en tipik örneği 2012 yılında gerçekleştirilen Büyükşehir Yasası değişikliği olmuştur. Söz konusu yasa ile 750 binin üzerindeki nüfusa sahip illeri büyükşehir haline getirdiği gibi, büyükşehir belediyelerinin yetki alanlarını tüm ilin sınırlarını kapsayacak biçimde değiştirdi. Böylelikle büyükşehir statüsündeki 30 ilde bulunan tüm ilçe, kasaba ve köylerin büyükşehir belediyesi için oy verebilmesine olanak yaratıldı. Bu düzenleme 30 Mart seçimlerinde AKP’nin özellikle kent merkezinde sıkıntı yaşadığı belediyeleri, ilçelerdeki muhafazakâr oylar yardımıyla almasına olanak sağladı. Ankara, Antalya ve Ordu gibi illerin bu sayede kazanılmış olması, 30 Mart seçimlerinin AKP için büyük bir hezimete dönüşmesine engel olan en büyük etmenlerden biridir.

Sadece 30 Mart Yerel Seçimleriyle sınırlı olmamak üzere sosyalistlerin seçim tahminlerinin sonuçlarla uyuşmamasının en önemli nedeni, sosyalistlerin seçim tahminlerinin siyasal saiklerden çok topluma ilişkin ahlaki ve vicdani beklentilerinin ışığında şekillenmesidir. Marksistler, bu kavramların baştan aşağıya ideolojiyle yüklü kavramlar olduklarını bildikleri halde söz konusu seçimler olduğunda kaynağı müphem bir iyimserliğin etkisine girerler. Oysa geniş kitlelerin oy verme kararları bütün saflığıyla ortada duran iyi-kötü ya da doğru-yanlış seçenekleri arasında şekillenmez. Oy verme davranışı, reklamcıların sola telkin ettiğinin aksine anlık bir karar değil, farklı ideolojik konumlarca şekillendirilmiş gündelik çıkarların, vicdani tutumların, ahlaki tercihlerin, ekonomik kaygıların ve kültürel dinamiklerin bileşkesinden oluşan karmaşık bir siyasal bir eylemdir.

Seçimler konusunda sosyalistlerin akılda tutması gereken en önemli şey, Marx’ın 18. Brumaire’de söylediği “Hiçbir devlet iktidarı havada asılı durmaz.” sözüdür. Türkiye’de solun en büyük zaafı, AKP hükümetini, içerde ve dışarıda etkin birtakım güçler tarafından iktidara iliştirilmiş olarak tahayyül etmesidir. Dolayısıyla bu güçlerin desteğini çekiverdiğinde AKP’nin yerle bir olacağını ummak da büyük bir yanılgıdır. Sol, AKP’nin Türkiye toplumunun önemli bir kesiminin tüm yaşamsal faaliyetlerine nüfuz etmiş organik bağlarını gevşetmeyi başaramadıkça AKP’nin iktidarla olan bağını da gevşetemeyecektir. Bunun nasıl yapılacağına ve yapılamayacağına ilişkin örnekler, geçtiğimiz yıl boyunca solun gözleri önünde cereyan etmiştir.

CHP’nin Seçimi

Bir yerel seçimden çok bir tür düelloya benzeyen 30 Mart Yerel Seçimlerinde herkesin merak ettiği yegâne şey AKP’nin bu düellodan sağ çıkıp çıkamayacağıydı. CHP’nin bütün seçim planlarının bu düelloda rakibine mümkün olan en fazla zararı verecek biçimde yapıldığını söylemek mümkün. Ne var ki seçim sonuçlarına bakıldığında Hatay dışında bu planların işe yaradığını söylemek mümkün değil.

30 Mart, CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu başkanlığındaki ilk yerel seçimleriydi. Bu yüzden bu seçimler aynı zamanda CHP’nin hâlihazırda güçlü biçimde elinde bulundurduğu şehirlerde Baykal döneminden kalan kadroların yenilenmesi anlamına da geliyordu. Bu kadro yenilenmesi özellikle İzmir, İstanbul ve Trakya’da CHP açısından beklendiğinden çok daha sancılı bir seçim sürecinin yaşanmasına neden oldu.

Seçimlere CHP’ye sıkıntı yaratan bir diğer unsur ise özellikle Ankara ve Hatay’da bir önceki seçimlerde MHP ve AKP’den aday olmuş isimlerin Büyükşehir Belediye Başkanlıklarına adaya gösterilmeleri oldu. Deniz Baykal döneminde gündeme geldiğinde büyük bir tartışma yaratan CHP’nin merkez sağa açılması fikrini bir adım öteye taşıyan bu karar hem parti içerisinde hem de kamuoyunda eleştirilere neden oldu. Pratikteki uygulaması milliyetçi-muhafazakâr kökenleri olan bir ismin CHP’den aday gösterilmesinden ibaret olan ve daha önce hiçbir faydası görülmeyen bu tarzın bir kez daha çözüm olarak görülmesi CHP’nin içinde bulunduğu siyasal kısırlığın önemli bir göstergesi sayılabilir.

Farklı bir konjonktürde olsa, yaşadığı örgütsel ve ideolojik krizin bedelini çok ağır bir seçim yenilgisiyle ödeyebilecek olan CHP’yi seçimlerde ayakta tutan en önemli faktör, Gezi Direnişiyle mobilize olan kalabalıkların AKP’yi alaşağı etmeye yönelik pragmatik tutumları oldu. “Tatava yapma, bas-geç” mottosuyla sosyal medyada yayılan bu pragmatizm, bir yandan Gezi Direnişi ile hasbihal olmuş -aralarında sosyalistlerin de bulunduğu- kesimlerin oylarının CHP’ye yönelmesine neden olurken diğer yandan da CHP’nin sağa açılmasına yönelik eleştirilerin savuşturulmasını sağlamıştır.

BDP-HDP

Seçim sonuçları tek başına kazanılan belediyelerin sayısıyla değerlendirilebilseydi, 30 Mart seçimlerinin görünmeyen galibinin BDP olduğu söylenebilirdi. 3’ü Büyükşehir (Diyarbakır, Mardin ve Van) olmak üzere toplam 10 il[1] ve 67 ilçede belediye başkanlığını kazanan BDP, elinde bulundurduğu illeri kaybetmeyerek de önemli bir başarı kaydetti.

BDP’nin elde ettiği seçim başarısı bölge halkının Çözüm Süreci’ne ve BDP’nin bu süreçte takındığı tutuma verdiği desteğin açık bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ne var ki mevcut başarı düzeyinin ve oy oranının Kürt Siyasal Hareketinin üzerinde durduğu Demokratik Özerklik Projesinin fiilen hayata geçirilmesini sağlayabilecek bir siyasal destek yarattığını söylemek mümkün görünmüyor. Gerek Çözüm Süreci’nin yol haritasının belirsizliği gerekse Demokratik Özerklik kavramının içinin yeterince doldurulmayışı bölgedeki AKP-Devlet gücüyle Kürt Siyasal Hareketinin gücü arasındaki nispi dengenin korunmasına neden oluyor.

Kürt Siyasal Hareketinin bu durumu kendi lehine çözebilmesi için siyasal bir sıçrayış yapmaya ihtiyaç duyduğu açık biçimde hissedilebiliyor. Seçim öncesinde özellikle Rojava’da yaşanan özsavunma ve demokratik özyönetim deneyiminin bölge halkı açısından böylesi bir siyasal sıçrayışa neden olabileceği beklentisi gelişse de, bu durum gerçekleşmedi. Uzun yıllardır Kürt Siyasal Hareketinin temsilcileri aracılığıyla yönetilen belediyelerin öğrettiği en önemli ders, mevcut yasal ve idari mekanizmalar içerisinde yerel yönetimlere sahip olmanın kendisi tek başına demokratik bir yönetimin ve yaşam biçiminin inşası için yeterli olmuyor. Bu yüzden Rojava deneyiminin genişletilerek sürdürülmesi, Demokratik Özerklik projesinin somut ve uygulanabilir olduğunun gösterilmesi bakımından bölgedeki tüm halklar için oldukça önemlidir.

En az Rojava’daki deneyim kadar önemli olan bir diğer konu ise BDP’nin bu seçimlerde hayata geçirdiği “Eş-Belediye Başkanlığı” uygulamasıdır. Kanunda yeri olmasa da fiilen yaratılan bu yeni statü şayet sağlıklı biçimde uygulanabilirse, dünyadaki demokrasi deneyimlerine en özgün katkılardan biri olarak tarihe geçecektir. Bu uygulama sadece kadınların yönetime katılması bakımından değil, siyasal sistemin en önemli sorunlarından biri olan yönetimin demokratikleştirilmesi bakımından da önemli sonuçlar üretecek denli büyük bir adımdır.

Kim ne derse desin seçimlerin en büyük hayal kırıklığı HDP oldu. 2011 Genel Seçimleri öncesinde BDP öncülüğünde oluşturulan ve yirmiye yakın sol-sosyalist parti ve örgütü bünyesinde barındıran Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloğu’nun kalıcı hale getirilmesi yönündeki çabaların sonucunda 2012 yılında kurulan[2] Halkların Demokratik Partisi katıldığı ilk seçimlerde beklendiği ölçüde bir oy oranına ulaşamadı. Türkiye’de yürürlükte olan siyasi partiler yasasının sonucu olarak her seçim döneminde gündeme gelen ittifak arayışlarının programatik bir birlikteliğe dönüştürülmesi anlamına gelen HDP’nin en önemli özelliği Kürt Siyasal Hareketi ile Türkiye’deki bazı sol-sosyalist güçlerin mücadele deneyimlerinin bir parti çatısı altında ortaklaştırılması oldu.

Partileşme döneminde yaşanan ve yaşanamayan tartışmalar nedeniyle siyasi hayatı biraz sorunlu biçimde başlayan HDP’nin seçimlerdeki en önemli handikabı, Kürt Siyasi hareketinin seçimlere Kürt illerinde BDP, kazanma şansının olmadığı batı illerinde ise HDP çatısı altında girme yönündeki kararı oldu. Bu kararın daha en başından HDP’ye olan güvenin kırılmasına neden olduğu söylenebilir. Dahası BDP ile HDP arasında bu biçimde bir ayrışma yaratılması, Kürt Siyasal Hareketinin mücadele deneyiminin yarattığı çekim alanının HDP’ye aktarılamamasına neden oldu.

HDP’nin beklentilerin altında kalmasının en önemli nedenlerden birisi ise partiyi oluşturan bileşenlerinin her birinin direnişteki aktif pozisyonuna rağmen, partinin ana omurgasını oluşturan Kürt Siyasal Hareketi’nin Çözüm Süreci’nin zarar görmemesi kaygısıyla Gezi Direnişine “mesafeli” yaklaşımının yarattığı olumsuz intiba oldu. Bu olumsuz intibanın “Tatava yapma, bas-geç” söylemi ile birleşmesi, özellikle batıdaki büyükşehirlerde potansiyel HDP oylarının CHP’ye kanalize olmasına neden oldu.

İçerisinde birbirinden farklı mücadele deneyimlerini olduğu kadar birbirinden farklı siyasal çizgileri de barındıran HDP için seçim sonuçlarının asıl önemi, bundan sonraki siyasal ve örgütsel varlığının ne şekilde sürdürülmesi gerektiği yolundaki tartışmaların çok daha yakıcı halde dayatması olacaktır. BDP milletvekillerinin HDP’ye dâhil olarak HDP’nin kitle partisine dönüştürülmesi, buna mukabil HDP içindeki en kitlesel yapılardan biri olan EMEP’in HDP’nin cephe-ittifak partisi olarak sürdürülmesi yönündeki itirazı ve partinin asgari siyasal müştereği olarak belirlenen “Demokratik Cumhuriyet” tezi yerine “Radikal Demokrasi” tezinin ön plan çıkmaya başlaması gibi sorunlar HDP’nin çözmek zorunda olduğu acil sorunlar olarak belirginleşmiştir.

Seçimlerde Sosyalistler

Türkiye’de sosyalistler seçim tahminleri konusunda ne kadar iyimser ve başarısızsa, seçimler konusunda da benzer bir deneyime sahipler. Her seçim öncesinde farklı seçim bölgelerinde büyük umutlarla ve büyük bir gayret sarf edilerek yürütülen seçim çalışmaları benzer hayal kırıklıklarıyla sonuçlanıyor.

Tunceli ilçelerinin kendine has siyasal demografisinin ürünü olan belediyeleri saymazsak eğer bu seçimlerin de sosyalistler açısından hüsranla sonuçlandığını söyleyebiliriz. TKP’nin Hatay’ın Defne ilçesinde yürüttüğü iddialı çalışma ve ÖDP’nin farklı yerellerde oluşturulan ortak zeminler üzerinden çıkarılan adaylar üzerinden yürüttükleri çalışmalar beklenilen sonuçları yaratmadılar.[3]

Seçimlerin sosyalistler açısından en büyük hayal kırıklığı Gezi Direnişi’nde ortaya çıkan katılımcı dinamik yapıların sürdürülememiş olmasıdır. Birkaç istisna dışında özellikle büyükşehirlerdeki park forumlarının zaman içerisinde örgüt platformlarına dönüşmüş olması bu forumlara katılanların aidiyetlerinin azalmasına neden olmuştur. Gezi Direnişinde ortaya çıkan katılımcı demokratik anlayışın seçim sürecine aktarılmasına yönelik elimizdeki en önemli deneyim Narlıdere (İzmir) Dayanışmasının yürüttüğü Bağısız Aday çalışmasıdır. Gerek kampanya sürecinin etkinliği gerekse alınan oy oranıyla[4] dikkat çeken bu çalışma, sosyalistler açısından seçimlerin en önemli kazanımlarından biridir.

Seçimlerde sosyalistler açısından en ilginç deneyimlerden birisi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yürütülen ortak sol aday çalışması oldu. Ankara’da Gezi Direnişi sürecinde ortaya çıkan dayanışma ilişkilerinin seçim sürecine aktarılması düşüncesiyle yola çıkılan ortak aday çalışması, başlangıçta heyecanla karşılanmış olsa da HDP bileşenlerinin çalışmadan çekilmesi üzerine TKP, ÖDP, EHP ve Halkevleri ile sınırlı bir çabaya dönüştü. Bir yandan HDP bileşenlerinin, diğer yandan -Ankaralı olmayanların anlamakta güçlük çekeceği- “Melih Gökçek’ten kurtulma” ideolojisinin basıncı arasında kalan bu deneyim yürüttüğü tüm iyiniyetli çabaya rağmen başarılı alamadı.

Ortak Aday çalışmasının başarısızlığını katmerleyen şey ise Ortak Aday Kaya Güvenç’in aldığı oy sayısının çalışmayı sürdüren partilerin Büyükşehir Belediye Meclisinde aldıkları toplam oyun altında kalması oldu[5]. Bu somut durum sosyalist partilerin özellikle yerel seçimlerde yaşadıkları basınç ve ikilemi en net biçimde gösteriyor. Kazananın küçük oy farklarıyla belirlendiği ve kaybedenlerin aldıkları oy oranının önemsenmediği seçimlerde sosyalistler en yakın halkalarını bile kendilerine oy vermeye ikna etmekte zorluk yaşayabiliyorlar. Sosyalistler açısından bu zorluğu aşmanın tek yolu, varlığı seçimlerle sınırlı olmayan, geniş kesimlerin kendini ifade edebildiği, ikna edici ve umut veren birliktelik zeminleri yaratabilmektir. Sosyalistlerin sokaktaki gücünü sandıkta gösterebilmesinin yolu, bu tarz organik ilişki ağlarının geliştirilmesi ve sürekli hale getirilmesidir.

Mevcut konjonktürde sosyalistlerin yerel seçimlerde başarılı olamamasının herkes açısından kabul edilebilir haklı mazeretleri olabilir. Mazereti olmayan mesele ise sosyalistlerin bir biçimde yerel yönetimleri kazandıkları belediyelerde alternatif bir yönetim anlayışını yerleştirememeleridir. Elbette sosyalist belediyelerden yeni birer “Fatsa” olmalarını beklenmiyor ama en azından SHP’li Dikili Belediyesi kadar bile somut bir proje ortaya koymamaları anlaşılır değildir. Belki de Türkiye sathında sosyalistlerin iki seçim üst üste kazandıkları bir belediyenin olmamasının nedenlerini biraz da burada aramak gerekir. 2004 Yerel Seçimlerinde Hopa’da, 2009 Yerel Seçimlerinde ise Samandağ’da büyük bir heyecan ve umutla sosyalistler tarafından kazanılan belediyelerin gerçek anlamıyla sosyalist bir yerel yönetim anlayışını hayata geçiremeyişinin muhasebesi yapılmadan, sosyalistlerin seçim performanslarını konuşmanın da anlamı olmayacaktır.

Seçimlerde ortaya çıkan tablonun en dikkat çekici yanı, artık Türkiye’de fiilen 4 partili bir siyasal sistemin yerleşiklik kazandığıdır. 2011 Milletvekilliği Genel Seçimlerinde ve 2014 Yerel seçimlerinde ilk dört sırayı alan siyasi partinin toplam seçmenin yüzde 95’inin oylarını alıyor olması önemli ve üzerinde tartışılması gereken bir sonuçtur. Mevcut seçim sisteminde herhangi bir değişiklik olmadığı takdirde bu yapıyı zorlayabilecek herhangi bir siyasi parti bulunmamaktadır. Bu tablonun daha da dikkat çekici yanı Kürt Siyasal Hareketinin yakın zamanda yüzde onluk seçim barajını aşacak bir oy potansiyeline ulaşamamış olmasıdır.

Mevcut tablo, ittifaklar ve birlik tartışmalarının önümüzdeki dönemde solun, sosyalistlerin ve Kürt Siyasal Hareketinin en önemli gündem maddeleri arasında yer alacağının işaretidir. Seçimlerin hemen ardından Kürt Siyasal Hareketinin HDP’nin genişletilerek güçlendirilmesi yönündeki çalışmaları, TKP’nin Sol Cephe’yi tahkim etmeye yönelik çabaları ve ÖDP’nin Birleşik Muhalefet çağrısı bu ihtiyacın somut sonuçlarıdır. Sol ve sosyalistler, mücadelenin güncel ihtiyaçlarını bir kenara koymaksızın bu tartışmaları hakkıyla yürütmek zorundadır.

 

DİPNOTLAR

[1] İlk sonuçlara göre BDP’nin kazandığı Ağrı’daki seçimler YSK kararıyla 1 Haziran’da yeniden yapılacağı için bu sayıya dahil edilmemiştir.

[2] HDP’nin iki ayrı kuruluşu olduğunu söylemek yanlış olmaz. HDP resmi olarak 15 Ekim 2012 tarihinde Fatma Gök ve Yavuz Önen’in eşbaşkanlığında kuruldu. Fakat bu dönemden sonra da Halkların Demokratik Kongresi altında partileşme çalışmaları ve tartışmaları devam etti. HDP’nin gerçek anlamda siyasi parti faaliyetlerine 27 Ekim 2013 tarihinde gerçekleştirilen Olağanüstü Kongre sonrasında başlamıştı. Bu kongrede BDP’den istifa eden 4 milletvekilinin de katıldığı partinin eşbaşkanlığına Ertuğrul Kürkçü ve Sebahat Tuncel seçilmişlerdir.

[3] ÖDP Avanos, Tonya ve Fındıklı’da oluşturulan yerel platformların kararları uyarınca CHP ile seçim işbirliklerine gitti. Avanos’ta CHP çatısı altında seçimlere giren ÖDP adayı seçilmeyi başardı.

[4] Narlıdere Dayanışması Gülseren Sönmez seçimlerde %8,7 oy alarak seçim yarışını 3. sırada tamamladı.

[5] Ankara’da benzer bir tablo 1999 Yerel seçimlerinde yaşanmıştı. 1999 seçimlerinde ÖDP Ankara il genelinde 31.000 oy alırken, Büyükşehir Belediye Başkan adayı 6.315 oy alabilmişti.