1980’li yıllarda Almanya’da gazeteci Lea Rosh’un öncülüğünü yaptığı bazı çevreler, bugüne kadar yapılmamış olmasını kınayarak Avrupa’da katledilen Yahudilerin anısına bir anıt yapılması gerektiği tartışmasını başlattılar. [1] Nihayet 1994 yılında Alman hükümeti, bu anıtın yapılması için herkesin katılımına açık bir yarışma düzenlediğini duyurdu ve çoğu Alman sanatçılardan gelen 500 civarında öneri, sanat, siyaset, kent tasarımı, mimari ve tarih gibi disiplinlerin temsilcileri tarafından oluşmuş bir jüri tarafından değerlendirildi. Uzun süren tartışmalardan sonra ve gittikçe elenen önerilerin ardından 1999 yılında mimar Peter Eisenman’ın önerisi kabul edildi ve bugün bildiğimiz ‘Katledilen Avrupalı Yahudiler Anıtı’ yapılmış oldu.[2]
Dünyanın pek çok yerinde soykırım kurbanlarına ithafen yapılmış anıtların çoğunda benzer imgelerin kullanıldığını görürüz: Labirent biçiminde mezar taşları veya yollar, dehlizler, yerüstünden yeraltına inen koridorlar, penceresiz (karanlık) ve kapısız (girişi ve çıkışı olmayan) odalar, uzun uzun inşa edilmiş tren rayları ve isimlerin yazılı olduğu soğuk taşlar… Şu an Berlin’in ortasında 19.000 metrekarelik bir alana yayılmış olan ve 2.711 adet beton bloktan oluşan bu anıt da pek çok benzer imgeyi içinde barındırıyor: İlk bakışta bir mezarlığı andırıyor, ancak altında yatan yok. Bu haliyle bile insanın içini ürpertiyor aslında. Ölümün ve ölmüş olanın kendisinin bile olmadığı bir mezarlık. İçine girip yürümeye başladığınızda, korkunç bir kaybolmuşluk hissi. Üstelik gittikçe yükselen bloklar görüş alanınızı da kapatıyor. Görmüyor ve görülmüyorsunuz. İnsan bu labirentten nasıl çıkabilir? Çıkamaz. İşte Auschwitz’in ve diğer toplama kamplarının tüm dünyaya, tüm insanlığa mesajı: Buradan çıkamazsınız! Ve soğuk taşlar: Hissettiğiniz sadece soğuk, donmuşluk, kaskatı kesilmişlik ve hareketsizlik. İçi ürperen, hareketsiz kalan bizler miyiz yoksa kurbanların toplama kamplarındaki hali de bu muydu? Ve dolambaçlı bu yollarda, ışığı görememe, çıkışı bilememe ama yine de debelenerek çıkmaya çalışma, yani gittikçe kaybolma hissini tanımlayabilecek tek bir kelime var herhalde: bataklık. İnsanı gittikçe içine çeken, debelendikçe daha da çok batıran ve umudu yenen ve herkeste kurtulmanın imkânsızlığına dair bir ilk fikri akla getiren. Üstelik kötü kokulu, kötü renkli ve kötü dokulu, yani yapış yapış. Bataklık: Hem kurbanların halini ve hem de ne yazık ki tüm bir soykırım sistemini anlatan bir imge. Ayrıca Primo Levi’nin toplama kampı dünyasını anlattığı denemelerinden oluşan kitabına Boğulanlar, Kurtulanlar adını vermesi de bu bataklık imgesini tekrar hatırlatıyor. Son olarak, Zygmunt Bauman’ın soykırımın ancak bizim modern toplumumuzda, uygarlığın gelişmiş sahnesinde gerçekleşmiş olduğunu, daha doğrusu ancak modern teknolojinin imkânları ve modern bürokrasi mantığı sayesinde yapılabilir olduğunu anlattığı Modernite ve Holokaust kitabında yer alan şu sözler kurbanlardan ziyade Nazilere ve onların işbirlikçilerine dairdi ve fakat yine aynı metaforla: “Bir kez bataklığa düşmüş herkes, dışarı çıkmak için harcayacağı her çabanın çamura daha çok gömülmesiyle sonuçlandığı için, kendini kurtarmanın çok zor olduğunu bilir. Bataklık usta bir sisteme benzetilebilir; bu sistem öylesine yapılanmıştır ki, içine giren nesneler ne harekette bulunursa bulunsun bu hareketler daima sistemin ‘emme gücü’nü artırır.”[3] Neresinden bakarsak bakalım, anlamaya çalıştığımız bir bataklığın kendisi işte!
Hâlihazırda var olan bu anıtın dışında, sanatçı Horst Hoheisel’in yarışmaya sunduğu öneriye dikkat çekmek isterim. Literatürde pasif anıt formu (negative form monument) ya da karşı-anıt formu (counter-monument) olarak geçen türün temsilcilerinden biri olan Hoheisel 1995 yılında Alman kimliği için oldukça büyük bir öneme sahip olan Brandenburg Kapısı’nı havaya uçurmayı, taşlarını toz haline gelinceye kadar öğütmeyi, artakalanları eski yerinin üzerine saçmayı ve sonra da tüm anıt alanını granit levhalarla örtmeyi önerdi ve önerisini de şu fotoğrafla gözler önüne serdi. Fakat önerisinin asıl önemi, bu anıtın yapılmasını asla bitirmemek yönündeki düşüncesinde yatıyordu. Hoheisel hem bir yıkımı başka bir yıkımla işaretlemek hem de anılacak olanın sade ve sadece bitmemiş ve bitmeyecek olan bir anıtla daima yaşayacağını ve hatırlanacağını göstermek istiyordu.[4] Çünkü ona göre herhangi bir sanatsal araçla bu yıkımı anlatmak mümkün değildi. Özellikle de Alman kimliğinin sembolü olan Brandenburg Kapısı’nı yok etmek bu kimliğin ne kadar da kırılgan olduğunu anlatacaktı. Almanlar buraya her baktıklarında bu boşluğu, bir zamanlar var olup artık var-olmayanı göreceklerdi. Böyle bir şey mümkün mü? Var-olmayanı görmek? Hoheisel’e göre mümkün ya da katledilen milyonlarca Yahudi sade ve sadece böyle anılabilir, anımsanabilir; çünkü onlardan geriye kalan sadece boşluktur ve boşluk görülemez ve fakat hissedilebilir. Anıtsalcılığın bu karşı formu, geriye kalan boşluğu pozitif, yani olumlu bir formla anlatmanın imkânsız olduğu üstüne kuruludur.[5] Artık-var-olmayan’ın anısına inşa edilen bir anıt, adeta anmanın kendisini nesneleştirir ve sanki onu bir nihayete erdirir. Oysaki soykırım kurbanlarını anarken, sadece nasıl dehşet bir biçimde hayatlarını kaybettiklerini değil; kendi adımıza eşsiz ve yeri doldurulamaz bir şekilde nasıl kaybedilmiş olduklarını da düşünmemiz gerekir.[6] Ne var ki, Hoheisel’in bu önerisi kabul görmedi. Kabul etmeyenlerin cevabı çok büyük ihtimalle önerinin radikalliği olacaktır. Ayrıca içinde bir intikam, bir tür hınç duygusu barındırdığı ve Alman halkına kimsenin böyle eziyet etmeye hakkı olmadığı da söylenebilir. Nitekim Almanlar soykırımı kabul etmiş, siyasi terimlerle söylersek tanımıştır. Peki, soykırımı kabul etmek onunla gerçekten yüzleşmek demek midir? Ya da kabul ettik ve yüzleştik ve daima katledilenleri anacağız; peki gerçekten olan biteni anlayabilecek miyiz? İnsan aklı bunu alıyor mu? Ne yazık ki evet, tam da aklın ürünü olan kamp sistemini anlamak, anlamaya çalışmak bugün her an her yerde yaşanabilmesi ihtimaline ve potansiyeline karşı hepimizin bir görevi olarak önümüzde durmaktadır.
*
Auschwitz’e bağlı Buna-Monowitz toplama kampından kurtulan İtalyalı Yahudi Primo Levi, bugün kamplarda olan bitene dair bize en derinlikli anlatıyı, tanıklığı sunan yazarlardan birisi. Ne acıdır ki onu bir yazar olmaya iten sebep toplama kampında kalmış olması. Hatta bu o zamanlar pek çok tutuklu gibi onun için de hayata tutunmayı sağlayan sebeplerden birisi olmuş: kamp cehenneminden sağ kurtulmak ve olanları tüm dünyaya anlatmak. Bu tanıklığın değeri içinden çıkmış olduğu karanlıktadır ve bir daha gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini asla bilemeyiz; ancak gerçekleşmemesine dair umudumuzu canlı tutmak için onu anlamaya çalışmak ve tanıklıklara kulak vermek zorundayız. SS milislerinin tutuklulara ‘buradan asla çıkamayacaksınız, çıksanız bile anlattıklarınıza kimse inanmayacak’ diyerek olanca güçleriyle umudu kırmaya yönelik her türlü çabaları sayesinde ve kamplarda olanların muazzam boyutlarda ve dolayısıyla ‘inanılmaz’ olması nedeniyle, tutuklular ayrıntıları farklı olsa da özünde aynı olan şu rüyayı görüyorlardı: “Eve dönüyor, tutkuyla, rahatlama arzusuyla bir yakınlarına geçirdikleri acıları anlatmak istiyorlar; karşılarındaki kişi onlara inanmıyor, hatta anlatılanları dinlemiyor. Rüyanın en tipik biçiminde, kendisiyle konuştuğunuz kişi arkasını dönüyor ve sessizce uzaklaşıyordu.”[7] Totaliter tahakkümün en başat hedeflerinden biri de buydu: Olanların izini silmek. Nitekim bu sayede başta Almanlar olmak üzere tüm dünyanın soykırım gerçeğini kabullenmesi oldukça uzun zaman almıştır. Savaşın Almanların mağlubiyetiyle sonuçlanacağı belli olduğu andan itibaren, Naziler tüm kanıtları yok etmeye çalışmışlardır. Lager’lerin tüm arşivlerinin savaşın son günlerinde ateşe verilmesi ve tutukluların son bir çabayla uzun yürüyüşlerle nakliye edilmesi –ki sağ kalan pek çok tutuklu bu uzun yürüyüşlerde hayatlarını kaybetmiştir- ne yazık ki tamiri imkânsız bir tahribata yol açmıştır. Bu da zaten tüm bu süreçte bilinçli bir suskunluğu tercih etmiş olan Alman halkının, savaştan sonra da kendine yer edinen bilinçli unutturma çabaları da işe yaradığından, kamp gerçeğiyle yüzleşmesinin yıllar almasına neden olmuştur. Ancak sağ kalanlar ki anlattıklarıyla gerçeğin yeniden kurulmasının tek kaynağı olmuşlardır.
Gerçek tanık olmadığının altını bir kere daha çizerek ve gerçek tanıkların çoktan öldüğünü söyleyerek, “Bizler,” diyor Primo Levi, “en uç noktayı yaşamamış olanlarız. En uç noktayı yaşayanlar, yani Gorgon’u görenler, yaşadıklarını anlatmak üzere geri dönmediler ya da suskun döndüler; ancak gerçek inançlılar, su altında kalanlar, dürüst tanıklar, anlattıkları genel bir anlam taşıyacak olanlar onlardır. Onlar kural, biz ise kuralın istisnalarıyız.”[8] Öyle bir istisna ki insanlıktan çıkmanın, çıkarılmanın hikâyesini anlatmaya çalışırken yeniden insan olmaya çalışıyorlar ve yine insanlıktan medet umuyorlar. İlginçtir ki sağ kalmak onlar için sadece bir süre daha sağ kalmak ancak, nitekim yıllar geçmiş olsa bile intihar ederek hayatlarına son verenlerin sayısı hiç de az değil. Çünkü kamplarda karşılaştıkları şey aşağılanmanın ve işkencenin ta kendisiydi ve yıllar sonra hayatına son veren bir kurtulan olan Jean Améry şunları yazıyor: “İşkenceye yenik düşen kişi, bir daha asla dünyaya ısınamaz. Yıkımın utancı bir daha silinmez. Daha ilk darpla birlikte kısmen sarsılan, ama işkence altında nihayet tümüyle çöken dünyaya güven duygusu yeniden kazanılamaz.”[9] Bu daimi aşağılanma Levi’nin gereksiz şiddetin var olup olmadığını sormasına ve cevabını evet olarak vermesine neden oluyor, başka tür bir şiddetin gerekli olabileceğini söylemesi pahasına. Cinayetler veya savaşlar gerekli olabilir, gerekliliklerini iyi ya da kötü, haklı ya da haksız bir amaçlarının olmasından alırlar. Ancak toplama kamplarındaki şiddetin, daimi aşağılamanın bir amacı yoktu; aşağılamanın kendisi bir amaç olmuştu. Amacın kendisi bilerek acı çektirmeydi. Birebir aynı acıyı yaşamadığımız sürece bedensel acıyla duygudaşlık kurulabilir mi? Başkasının çektiği acıyı anlamak mümkün olabilir mi? Améry ilk tutuklandığı sırada gördüğü işkenceden duyduğu acıyı tarif etmenin imkânsız olmasından dolayı anlamsız olduğunu söylüyor; çünkü “acı neyse oydu. Bunun ötesinde söylenecek hiçbir şey yoktur. Duygunun nitelikleri ne kıyas ne de tasvir kabul eder. Bunlar dilsel paylaşım imkânının sınırlarını belirler. Bedensel acısını paylaşmak isteyen kişi, bunu yaşatmak ve dolayısıyla bizzat bir işkenceciye dönüşmek zorunda kalırdı.”[10]
Tıpkı acının dilsel iletişim alanının dışında olması gibi, toplama kamplarında her şey iletişimsizlik üzerine kurulmuştu ve dilsel iletişimsizlik başta geliyordu. Babil kulesinden farksız kamplarda, başka başka uluslara mensup binlerce insanın birbirleriyle konuşabilecek ortak bir dilleri yoktu. Üstelik Almanca bilmeyenlerin sonu en yakın olandı, çünkü emirleri anlamıyorlardı, anlamadıkları için yerine getiremiyorlardı ve sonunda cezalandırılıyorlardı. Levi’nin aktardığına göre Almancayı bilmeyen tutukluların çok önemli bir bölümü on, on beş gün içerisinde ölmüşlerdi, uyum sağlamak için gerekli bilgileri öğrenemedikleri için.[11] İletişimsizliğin getirdiği belki de en zorlayıcı duygu yalnızlıktı, tek başınalıktı. Bu sadece dil ortaklığı olmamasından kaynaklanmıyordu, tamamen kamp sisteminin kendisine özgü hedefiydi: Tutsakları birbirinden ayırmak, onları sadece ‘hayatta kalma’ güdüsünün peşinden sürüklemek. Belki de bu yalnızlık, terk edilmişlik ve kaybolmuşluk duygusu sağ kurtulanların peşini ömür boyu bırakmadığından, sonradan intihar edenlerin sayısı oldukça fazladır. Améry’nin şu sözleri yaşadıklarının bir hayalet gibi onu takip ettiğinin göstergesi olsa gerek: “Benimkisi ne bir intikam ne de bir kefaret meselesi. Zulüm, en temelinde, aşırı bir yalnızlık deneyimiydi. Benim için önem taşıyan şey, o günden bu yana hala sürmekte olan bu terk edilmişlikten kurtulmak.”[12] İntihar demişken, Levi’nin aktardığına göre Lager tarihçilerinin çoğu kamplarda intihar olaylarının enderliği konusunda hemfikir. Levi’ye göre bunun sebebi, intiharın hayvana değil, insana özgü olması; yani içgüdüye dayanmayıp düşünülerek seçilmiş bir eylem olmasında yatıyor. Oysa tutuklular çoktan insanlıktan çıkmışlardı, ölüme terk edilmiş hayvanlar gibi yaşıyorlardı. Üstelik kendini dayatan tek duygu olan ‘hayatta kalma’ dürtüsü başka şeyleri düşünmeyi engelliyordu ve ölüm zaten hep enselerindeydi: “Ölürken insanın ölüm dışında düşüneceği başka şeyler var. Bütün organizmasıyla kendini soluk almaya adamıştı.”[13] İnsanları birer hayvana dönüştürerek, onların elinden intihar seçeneğini dahi alıp adeta bu zulme katlanmayı bir seçenekmiş gibi onlara sunan, korkunç bir yalnızlık içinde yaşamaya mahkûm eden kamp sistemi, aslında totaliter tahakkümün ‘başarısı’ sayesinde mümkün olmuştur: aramızdaki dünyayı yok etmek. Dünya, bizim hepimizin kendi ellerinin ürünüdür; bu nedenle doğal olanın aksine yapaydır ancak bu yapaylık tıpkı insan ürünü olan bir masanın etrafında oturup, bir araya gelebiliyor ve konuşabiliyor oluşumuza denk düşer. Bu masa, hem bizi birbirimizden ayırır yani aramızda bir mesafeye denk düşer hem de bizi bir araya getirir.[14] Totaliter tahakküm de ancak bu mesafeyi kat ederek tümden kapalı sisteminin işleyişini kurabilmiştir. Mesafenin kat edilmesi aslında sınır kavramının yitip gitmesine işaret eder. Totaliter tahakküm en başta her şeyi baskı altına alarak sınırlayan bir sistem olarak görülse de asıl gücünü sınır tanımamasından alır ve sınır tanımamak ‘her şeyin mümkün’ hale gelmesi demektir. Mesafeyi kat ederek sınırları ortadan kaldırması aramızdaki dünyayı yok ettiği anlamına gelir; bu içeride de dışarıda da böyledir, yani toplama kampında da, gündelik hayatta da.
İnsanın insana ‘her şeyi’ yapabildiği bir zulüm ve bu zulüm altında muazzam bir yalnızlık duygusu, kamplarda sahip olunan her şeyin kaybedilmesiyle başlıyor, kendisine ait bir dünyası olmayan insanın başkalarıyla ortak bir dünya kurması da mümkün olmuyor: “Şimdi bir insan göz önüne getirin ki, sevdiği insanlarla birlikte yuvası, alışkanlıkları, ceketi, pantolonu, uzun sözün kısası her şeyi elinden alınmış olsun. Kendini bomboş, boşalmış hissedecektir bu insan; çünkü nesi var nesi yok her şeyini yitiren insan, kendi kendisini de çok kolay yitik hisseder.”[15] Derinlerde bir yerde bu yitip gitme duygusuna yol açan sistem, savaşın ardından sağ kalanlara sorulan “Neden hiç isyan etmediniz?”, “Neden direnmediniz?” gibi soruların hepsini boşa düşürüyor; böylesi bir yalnızlık içinde örgütlü bir karşı çıkışın ortaya çıkmasının neredeyse imkânsız olduğu açık. Birkaç isyan girişiminin, direnişin varlığından haberimiz olsa da, hepsinin sonunun ölümle bittiğini biliyoruz. Zira tren yolculuğu ile başlayıp gaz odalarında biten bu yolculuğun rotası yalan, talih, kader ve elbette akılcı ve baskıcı bir örgütlenmenin mantığıyla çizilmişti öyle ki insan iradesine pek yer yoktu. İnsanlar trenlere bindirilirken, sürgün edildiklerini, bir yerden bir yere taşındıklarını düşünüyorlardı, eğer sonlarının gaz odası olduğunu bilselerdi, belki de bir direniş ortaya çıkacaktı. Ancak bu yol kurbanların kendisinin de taşıdığı taşlarla döşenmişti, daha doğrusu taşımak zorunda bırakılmışlardı. Yani isyan etmek bir yana, kurbanlar işbirliğine zorlanmıştı. Çünkü artık Tanrı veya ahlakın bir dayanak oluşturmadığı bu bataklıkta sadece anlık kararlar vermelerine olanakları vardı, o da biraz daha süre kazanabilmek için.
Hannah Arendt 1963’te Adolf Eichmann’ın yargılandığı duruşmalara bir gazeteci olarak katıldığında, davaya dair yazılarını haftalık The New Yorker’a gönderiyordu. Bu yazıları, Yahudi cemaatinden iki sebeple büyük tepki gördü: Birincisi, Eichmann’ın canavarlaştırılmak istenmesine karşı çıkıyordu, çünkü Eichmann bir canavar olmanın aksine oldukça sıradan bir insandı ki zaten tüm bunları ona yaptıran düşüncesizliğinden kaynaklanan bu sıradanlığıydı. İkinci olarak da Yahudi cemaatlerinin soykırım esnasında Nazilerle işbirliği yapmış olduğu iddiasıydı. Arendt bu işbirliğini tarihsel bir olgu olarak aktarırken, Zygmunt Bauman ise bu sistemin ancak ve ancak bu işbirliği sayesinde amacına ulaşabildiğini, bunun akılsal ve mantıksal bir örgütlenmenin sonucu olabildiğini modernite kavramı çerçevesinde anlatmaktadır. Bauman’a göre kendini kurtarmanın akılsal cazibesine kapılan, her durumda yeni stratejiler geliştirerek ‘ne kurtarabilirsen’ oyununa katılan Yahudi cemaatleri ve ne yazık ki kurbanlar Nazilerin işini oldukça kolaylaştırmıştı: “Yahudiler için savaş, daha başlamadan kaybedilmişti. Ve yine de bu savaşın her aşamasında kararların verilmesi, adımların atılması, amaçların akılcı bir şekilde izlenmesi gerekirdi. Akılcı davranış için her gün bir fırsat, bir talep vardı. Holokaust operasyonunun nihai amacı hiçbir akılcı hesaba uymadığından, başarısı ancak müstakbel kurbanlarının akılcı eylemleriyle oluşturulabilirdi.”[16] Diğer yandan Primo Levi’nin bir tanık olarak anlattıkları, işbirliğini en çarpıcı şekilde gözler önüne sermektedir. İçine fırlatıldıkları dünya ne içindeyken ne de çıktıklarında anlaması ve dolayısıyla anlatılması oldukça güç bir dünyaydı, hiçbir modele uymayan bu dünyayı biz ve onlar, dost ve düşman veya iyiler ve kötüler gibi basit karşıtlıklara indirgemek, tüm sınırların ortadan kalktığı bir düzende böylesine sınırlardan bahsetmek olan bitenin iç yüzünü yansıtmıyordu. Levi’nin ‘gri bölge’ olarak tanımladığı bir alan vardı ki bu alanda iş görenler ayrıcalıklı olarak adlandırılan tutuklulardı. Sistem, insanları alçaltarak ve kendi içinde eriterek, bir daha asla geri dönemeyecekleri bir biçimde, kurbanları da suça ortak ediyordu. Tutuklular kampta çalışma gruplarının başında birer Kapo olarak bulunuyorlardı ve hiyerarşinin en altından bir basamak daha üstünde SS subaylarıyla işbirliği içinde kampın düzeninden sorumluydular. Elbette işbirliği yapmaya en yatkın olanlar Kapo oluyorlardı. Kurban ve katil arasındaki özdeşleşme veya rol değişiminin en uç örneğini Sonderkommando denilen özel takımlar oluşturuyordu. Korkunç bir sırra ortak olan bu özel takımları oluşturanlar olanları anlatmamaları için hem tecrit halinde tutuluyorlar hem de birkaç ayda bir değiştiriliyorlardı. Hepsinin sonu ölüm oluyordu ve çok büyük oranda göreve kendilerinden önceki özel takım üyelerinin yakılmış cesetlerinin imhasıyla göreve başlıyorlardı. Çoğunluğu Yahudilerden oluşan bu takımlar, bir insanı “en aşağılık” bir konuma düşürebilmenin doruk noktası olarak görülebilir: “Yahudileri fırınlara koyanların Yahudi olması gerekiyordu. Aşağı ırk ya da aşağı insan olan Yahudilerin kendi kendilerini yok etme noktasına kadar her türden aşağılanmaya boyun eğdiklerini göstermek gerekiyordu.”[17] Bu muazzam suçu, suçun kurbanı olanların üzerine yüklemek sistemin en şeytani özelliği olmuş olsa gerek. Levi, sistemin bu şeytanlığı sayesinde kendisiyle işbirliği yapmalarını sağladığı kurbanları affetmeye hazır; çünkü bu olan biten tüm ahlaki dayanağımızı, tüm yargılama yetimizi sekteye uğratıyor. Nitekim kendisi de bir an için olsun düzenin dışına çıkabilmek, işten kaytarmak için ‘her alçaklığa başvurabileceğini’ yazar.[18] Tüm sorumluluklardan muaf böylesi bir belirsizlik bölgesinde, ‘her şeye maruz kaldığından, her şeyi yapabilecek olan’ ‘yalnız insan’dan başka bir şey yoktur.[19]
Bu yalnızlık duygusu, insanlıktan çıkmış, çıkarılmış olmanın bir sonucuydu ve belki de ölümle eşdeğerdi; zira Romalıların dilinde ölmek ile ‘insanlar arasında olmaktan çıkmak’ aynı anlama geliyordu. Ne var ki ölmek değildi bu; aksine yeni bir hayat formunu tanımlamanın ta kendisiydi. Levi’nin aşağılayarak insanlıktan çıkarma ve bir tür hayvanlaştırma olarak adlandırdığı bu durum ilk başta kendisini mahremiyetin hiçe sayılması ile göstermiştir; özellikle de çıplaklıkla ilgili olanı. İnsanda tıpkı bir ‘böcek’ gibi her an ezilebileceği duygusu uyandıran uyuz denetimi için, sabah yıkanması için ve kimin çalışıp çalışamayacağına karar vermek adına yapılan seçimler için sürekli ve sayısız soyunmalar veya kampın daha ilk günlerinde, çorbayı ancak ‘köpeklerin’ yaptığı gibi yalayarak içmelerine sebep olan kaşık yokluğu veya salt aşağılama amacı taşıyan, tıpkı hayvanlara vurulan damgayı hatırlatan kola yapılan dövmeler ve Lager’lerde çalışma: “Onların çalışması eziyet niteliğinde olmalıdır. Profesyonelliğe yer bırakmamalı, yük hayvanlarına özgü bir iş olmalıdır: çekmek, itmek, yük taşımak, belini bükecek işler yapmak.”[20] Tüm bunlar Levi’ye göre ‘gereksiz şiddet’ti; gereksizliği işe yaramamasında değil, aksine kendisinin bir amaç haline gelmiş olmasındaydı ve açıkça tasarlanmamış olsa da, sistemin mantıksal bir sonucuydu. Agamben’e göre mutlak tahakküm, siyaset ancak çıplak hayat alanına dönüştüğünde mümkün olabildi, çıplak hayat alanıysa kampın ta kendisiydi. Bedenin siyasetin öznesi haline geldiği ve yaşamın siyasallaştığı moderniteyle birlikte, siyaset tamamen biyosiyaset haline dönüşüyor, bu yaşam ilişkisi içerisinde sadece hukukçular değil, doktorlar, uzmanlar ve bilimciler de siyasetle doğrudan bir bağ içinde iş görüyorlardı.[21] Hannah Arendt, 1951 yılında yayımladığı Totalitarizmin Kaynakları’nda insan haklarının çıkmazlarına değinir. 18. yüzyıldaki İnsan Hakları Bildirgesi’ni tarihte bir dönüm noktası olarak görür; çünkü yasa kaynağını artık Tanrı’dan değil, insandan alıyordur. İnsan hakları düşüncesi, insanı tarihsel ve kültürel tüm bağlarından kopararak, insanların doğuştan eşitliğini vaaz etmekteydi; yani tarihin yerini doğa almıştı. Ne var ki bu bildiride yer alan ‘insan’ tanımı, yani tüm toplumsallığından yalıtılmış insan tanımı ‘soyut’ bir insanı tanımlıyordu. Nitekim doğa tarafından tanımlanmış bu soyut insan kategorisi, kendisine ‘somut’ koşullarda yer bulamamıştır. Doğa kendisini ‘doğum’ olgusunda göstermiş ve ulus-devletlerin kurulmasıyla birlikte doğum olgusu yurttaşlığın koşulu haline gelmiş ve evrensel insan hakları bu sistem içerisinde halkların hakları ile özdeşleşmiştir. [22] Agamben’e göre de çıplak doğal hayatın ta kendisi haline gelen ‘doğum’ olgusu, egemenliğin taşıyıcısı haline gelerek, doğum ilkesi ile egemenlik ilkesinin asla birbirinden ayrılamayacak şekilde bir araya geldiğini ve asıl sorunun yaşamın bu birlikteliğin içinde veya dışında tanımlanması olduğunu belirtir.[23] Bu noktada karşımıza, doğumla bir ulusa ait olmayan azınlıklar ve devletsiz halklar sorunu ortaya çıkmıştır. Siyasi statüsünü yitirmiş bu insanlar, egemenliği krize soktukları noktada, ortak dünyanın dışında yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Yahudilerin 20. yüzyıldaki kaderinde tüm bu siyasal dönüşümlerin payı vardır. Nitekim tarihsel ve kültürel olarak antisemitizm neredeyse bin yıllık bir olgu olsa da, ‘Yahudilerin vatansızlığı’ onları imha etme taşları döşenirken en başat sebeplerden biri olarak gösterilmekteydi: “Uluslar ve ulus devletlerle tıka basa dolmuş bir dünya, ulusal olmayan boşluklardan nefret eder. Yahudiler böylesi bir boşluktaydı. Böylesi bir boşluktu onlar.”[24] Mutlak tahakküm adına hiçbir boşluk bırakmamak için Nasyonal Sosyalizm de kimin Alman olduğunu tanımlamayı en başat siyasal görev haline getirmiştir. Irkçılık da basitçe heterofobiden ayrı olarak modern dünya düzeninde, tüm modern tekniklerle ve tıbbın stratejileriyle beslenmiş modern bir siyaset biçimi olarak karşımıza çıkar: Kanserli bir hücreyi iyileştirmenin tek yolu onu yok etmek olur. Siyasi haklar ve egemenlik açısından bakıldığında muallak bir konumda olan Yahudileri yok etmenin yolu da mutlak tahakküm kapısının ‘ırksal soy’ anahtarıyla açılmasından geçer. Naziler, nüfus ve sağlık konusunda aktif bir politika geliştirmişler ve ırksal sağlığı korumayı kendilerine amaç edinmiştir. Bu bağlamda ‘yaşanmaya değmeyen hayat’ tanımlanarak 1939’da ötenazi enstitüleri kurulmuş olup, bu enstitülere totalitarizmin yalandan bağımsız işleyemeyeceğini düşünecek olursak ‘Hasta Bakımı,’ ‘Hasta Nakli’ ya da ‘Şefkat Vakfı’ gibi isimler verilmiştir.[25] Öjeni, sadece başka ırklara karşı bir politika olmadığından ve Naziler bu merkezlerde gelecek kuşakları düşünerek, var olan kuşağı da ‘düzeltmeye’ çalıştıklarından Alman ırkından olanlar da kısırlaştırma gibi çeşitli müdahalelere maruz kalmışlardır. Ancak Yahudilere yönelik öjenik politikalar bir ırkın topluca kökünün kurutulmasında yatmaktaydı, bu hijyenik bir korunma adına elzemdi. Yahudiler ‘yaşanmaya değmeyen hayat’ın bizatihi taşıyıcısı haline geldiler ve bu hayat aslında ‘egemen iktidarın temelini oluşturan kutsal hayatın en uç halini aldığı siyasal bir kavramdır.’[26] Bir hayat ki tamamen anlamsız olduğunu düşünebileceğimiz bir katliam sonucu hayatlarını yitirirken, tarihsel ve siyasal düzlemin asla dışına çıkmıyorlar, toplama kamplarına ancak yurttaşlıktan tamamen çıkarıldıktan sonra gönderiliyorlardı ve hukuksal statülerini yitirdiklerinde cinayet işlemeksiniz öldürülebiliyorlardı.[27] Agamben’e göre modern siyaset tümden bir biyosiyasete dönüşmüştür ve bu da kendini hayata şekil vermek olarak gösterir. Nasyonal Sosyalizmin uygulamalarının, hatta insanların kamplara sürülerek topluca imha edilmelerinin temelinde, mutlak bir biyosiyasal görev olarak karşımıza çıkan hayat ve siyaset ayniyeti vardır.[28] ‘Her şey mümkün’ ilkesinin geçerli olduğu kamplar, bir istisnai durumun kural haline geldiği biyosiyasal mekânlardır, çünkü kamptaki insanlar her türlü siyasal statülerinden soyunarak, hiçbir aracı olmaksızın çıplak hayata, saf hayata indirgenmişlerdir.[29] Bu çıplak hayat da Primo Levi’nin ‘insanlıktan çıkarma’ ya da ‘hayvanlaştırma’ olarak adlandırdığı duruma denk düşmektedir. Agamben, Açıklık adlı kitabında insan ile hayvan arasındaki sınırların belirsiz olduğunu, kültürün tamamen bu ayrım üzerine kurulduğunu ve bu ayrım ortadan kalktığı takdirde, varlık ve hiçliğin, meşruluk ve gayrimeşruluğun, ilahi olanla şeytani olanın yitip gideceğini söyler, bugünkü durumun bu olduğunu da ekleyerek: “Belki de toplama ve imha kampları da bu türden bir deneydir; sonunda ayrım olanağının kendisini yıkımına bulaştırmış, insani olanla insanlık dışı olan arasında karar vermeye dair korkunç ve uç bir deneme…”[30]
İnsan ile hayvan arasındaki bu açıklık, belki de boşluk, en uç deneyim olan soykırımla tarihteki yerini aldı. Felsefe, siyaset, hukuk ve etiğin, Levi’nin dediği gibi yargılamanın asılı kaldığı bu boşlukta tanık da boşluktadır; çünkü tanıklık etmesi olanaksız bir şeye tanıklık eden kurtulanlar, gerçek tanıklar değildirler, çünkü gerçek tanıklar çoktan ölmüştür.[31] Gerçek tanıklar Muselmann’lardır: “Onlar, o adsızlar, o durmadan yenilenen ve daima aynı kalan güruh, susarak yürüyen, emdikleri süt burunlarından gelinceye dek çalışanlar, insana benzemez insanlardır; içlerindeki tanrısal kıvılcım sönmüştür ve acı çekemeyecek kadar oyulmuştur içleri. Yaşayan varlıklar demeye dili varmaz insanın onları görünce, hiç korkuya kapılmadıkları ölümlerine ölüm diyemez insan, çünkü ölümün ne olduğunu kavrayamayacak kadar yorgundurlar.”[32] Muselmann, yani asıl kurban, tanıklık edilmemiş, tanıklık edilemez olanın adıdır; bu nedenle kurtulanların tanıklığı özünde bir boşluk içerir, onların tanıklığı boşlukta yükselir. Hayat ve ölüm arasında yaratılan boşluktaki Muselmann, insani-olan ile insani-olmayan arasındaki eşiğin belirtisidir.[33] Bu eşik, bu ayrımın tümden olabilmesini, özdeşliğini imkânsız kılar; insan, mutlak surette insan-olmayan haline getirilemez, ondan mutlaka bir şey geride kalır; tanık da işte bu artakalandır.[34] Boşluktan bize seslenen, boşlukta kalanı ve yitip gideni anlatan tanıkların yaptığı yaşananlara bir karşı çıkıştır; boşluğu dolduramazlar ama anlatılamaz olanı anlatma cesareti ile orada asılı kalırlar.
*
Başladığımız yere dönersek: Hafıza-i beşer nisyan ile malüldür. Hannah Arendt’in ifade ettiği gibi: “Totaliter tahakkümün iyi veya kötü bütün edimleri yutan bu nisyan boşluklarını yerleştirmeye çalıştığı doğrudur.”[35] Naziler toplama kamplarını ve orada yapılacakları öyle bir kurgulamışlardı ki geriye hiçbir şey kalmayacaktı, ne oradaki insanlar ne de onların hikâyeleri; belki de öldükleri bile asla kanıtlanamayacaktı. SS milislerinin ağzından dinlersek:
“Bu savaş nasıl sona ererse ersin, size karşı savaşı biz kazandık; tanıklık etmek için bir tekiniz bile hayatta kalmayacak ama biriniz kaçmayı başarsa bile, dünya onun anlattıklarına inanmayacak. Belki kuşkular, tartışmalar, tarihçilerin araştırmaları olacak ama kesin bilgiler bulunmayacak; çünkü sizinle birlikte kanıtları da yok edeceğiz. Geriye birkaç kanıt kalsa, içinizden birileri yaşamını sürdürse bile, insanlar anlattığınız olayların inanılmayacak kadar vahşi olduğunu söyleyecekler: Bunların, müttefik propagandasının abartmaları olduğunu belirtip, size değil, her şeyi yadsıyacak olan bize inanacaklar. Lager’lerin tarihini yazdıracak olanlar bizleriz.”[36]
Fakat Naziler bunu başaramadı, hem kanıtların tümünü yok edemediler hem de ölüm kamplarından kurtulanlar, geriye hikâyelerini anlatacak olanlar kaldı. Bazı siyasi ve akademik çevrelerce Yahudi komplosu olduğu iddia edilerek hala reddedilse bile, soykırım tarihsel bir olgu olarak karşımızda duruyor ve bu anlamda bir unutuş artık mümkün değil. Ancak zamana nasıl karşı duracağız? Toplama kampı tutsaklarından ve kurtulanlarından biri olan Avusturyalı yazar Jean Améry, hınç üzerine yazdıklarında, hıncını bir koza içerisinde saklamak zorunda olduğunu söyler çünkü, bahsettiğimiz dönem 1960’lardır, ne zaman toplama kamplarından bahsetse, Almanları suçlasa ve ‘bağışlamayı’ bir türlü beceremese, anında kendisine tepkisel bir kinle hareket ettiği yaftası yapıştırıldığından bahseder. Ancak mantıksal olarak çelişkili bir durum olduğunu idrak etse de hınç duygusundan kurtulamadığını da itiraf eder: “Hınç, hepimizi yakılmış bir geçmişin çarmıhına geriyor. Geriye döndürülemeyecek olanın tersine çevrilmesini, olanın olmamış kılınmasını talep ediyor. Hınç, gerçek insani boyuta, yani geleceğe çıkışın önünü kesiyor. Hıncın tutsağı olan kişide zaman duygusunun çarpılmış, ya da isterseniz, kaymış olduğunu biliyorum, çünkü bu duygu iki farklı imkânsızı talep ediyor: geçmişe dönmeyi ve olmuş olanın feshedilmesini.”[37] Özellikle de zamanaşımı tartışmasının bağışlama edimine bağlandığı yerde Améry, toplumsal ve biyolojik olarak zamanı “doğal zaman” olarak adlandırır ve geçmişte yapılan hatanın, işlenen suçun en doğal mazeretinin “ama o çok eskidendi” ifadesi ile kendini öne sürdüğünü belirtir: “Ve bizler de zamansal mesafenin uzaklığında zamanaşımı ilkesini görüyoruz. Suç toplum içinde bir huzursuzluğa neden olur; ama suçun anısı toplumsal bilinçten silindiği ölçüde, huzursuzluk da kaybolur. Zamansal olarak suçun çok uzağına düşen ceza anlamsızlaşır.”[38] Bu nedenle, doğal zaman duyumu, geçmişin üzerinden hızlıca atlayabilmeyi bir meziyet edinmiştir kendine, daima geleceği işaret eder ve yarın olacak olanın, dün olmuş olandan çok daha değerli olduğunu haykırır. 1960’larda Améry’nin yazdıkları, bugün bizim için hala canlılığını koruyor. Olup bitenin üstünden belki de nesiller geçti, şu an hayatta olanlara artık bir suç isnat etmek mümkün olmasa da, ne yazık ki olağandışı olanın normalleşmesi ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz ki bu Holokaust’tan çıkarabileceğimiz en yanlış sonuç olsa gerek. Bugünkü nesillere bir suç atfedilemez, evet, ama bugün bize borç kılınmış olan, hatırlamak ve sorumluluk hissetmektir; hem geçmişte olanlara hem de olacak olana. Jean Améry’nin, elli yıl evvel ‘doğal zaman’ olarak adlandırdığı kavram, bugün öyle bir noktaya vardı ki bu pek çok sanatçı ve entelektüelin de dikkatini çekmiştir. Bu nedenle, son üç yıldır ortaya konan üç tane çalışmadan bahsetmek istiyorum:
İlki 2016 yılında bir Alman yapımı olan, David Wnendt’in yönettiği Er ist Wieder Da (O Geri Döndü) filmi. Filmde Adolf Hitler, 2015 yılında öldüğü yerde yeniden uyanıyor. Filmin sorusu da bu sahnede zaten: Hitler günümüzde uyansa ne olurdu? İnsanı ürperten cevap da film boyunca kendini gösteriyor: Hiçbir şey değişmezdi! Hitler kılığına girmiş biri olduğu düşünülen bu kişiye karşı, gülerek, eğlenerek tepki veren Almanlar, özelikle de Alman gençleri onunla sokakta selfie çektiriyorlar, Nazi selamı veriyorlar. Kimse böyle bir kılıktaki kişiye tepki göstermiyor, aksine onunla ‘eğlenceli’ bir ilişki kuruyor. Daha sonra televizyondan, yine bir komedyen olarak daha doğrusu öyle sanılarak, milyonlara ulaşıyor ancak söylediği şeyler bundan 80 yıl önce söyledikleriyle aynı. Tepki: İnsanlar gülüyorlar. Üstelik şu an Avrupa’nın içinde bulunduğu mülteci krizine göndermeler yapan filmde görüyoruz ki, ülkede yine sınır dışı edilmesi gerektiği düşünülen milyonlarca insan var; dünün Yahudileri, bugünün mültecileri.
İkincisi, 2016 yılında Ukraynalı yönetmen Sergei Loznitsa’nın W. G. Sebald’in aynı isimli romanından uyarladığı yine bir Alman yapımı olan Austerlitz belgeseli. Sebald’in yersiz yurtsuz biri olan Austerlitz adlı karakteriyle Avrupa tarihine bir yolculuğa çıktığı, tarihsel mekânları tüm anlamlarıyla incelediği ve Austerlitz’in annesinin de izini sürdüğü ve yıllar evvel çekilmiş olan toplama kamplarından görüntüler içeren bir Nazi propaganda filminde annesini gördüğü bu roman, aslında unutuşun hikâyesini anlatıyor. Yönetmen Loznitsa da bu unutuş halinden ve romandaki mekâna dair anlatıdan etkilenerek belgeseline Austerlitz adını veriyor ve soykırım turizmini eleştiriyor. Gözlemlediği ve aktardığı şey, dünyanın en büyük zulmünün gerçekleştiği mekânların, yani toplama kamplarının bugün nasıl birer turistik mekânlar haline geldiğidir. Özellikle de toplama kamplarını ziyarete gelenlerin tavırlarına dikkat çekiyor Loznitsa, ziyaretçilerin kamplarda nasıl davrandıklarına. Selfie’ler, kahkahalar, yemek molaları… Sadece bakan insanlar, neye baktıklarının belki de farkında değiller. İnsanların bu dehşete karşı ne kadar da duyarsızlaştıklarını, olan bitenin artık ne kadar eskide kaldığını bize bir kere daha hatırlatıyor.
Üçüncüsü de, başladığımız anıt tartışmasına geri dönmemizi sağlayan, 2017 yılının Ocak ayında Berlinli Yahudi sanatçı Shahak Shapira’nın Yolocaust projesi. Yolocaust sözcüğü, ünlü Latin deyişi carpe diem’in bir tür yeni moda sürümü olan ve yalnızca tek bir hayat olduğunun ve onu dolu dolu yaşamak gerektiğinin altını çizen ‘you only live once’ deyişinin kısaltması ile Holokaust kelimesinin son kısmının birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir sözcük. Ancak vurgulamak gerekir ki, Yolo çoğunlukla internet ve sosyal medya için kullanılan bir tabir; dolayısıyla bir tür sanallığa işaret ediyor ve ‘anı yaşa’ ifadesi kendisini çoğunlukla selfie’lerde gösteriyor. Shapira, Berlin’deki soykırım anıtının bugün selfie çekmek için kusursuz bir fon sağladığı görüşünde. İnsanların kendi sosyal medya hesaplarında yayınladıkları bu fotoğraflar üzerinde oynayarak, arkadaki anıt fonunu kaldırıyor ve onun yerini toplama kamplarından sahnelerle değiştiriyor. Öyle ki insanların bu mekânda gayet neşeli, eğlenceli fotoğraflar çektirmesini hicveden sanatçı, bunun soykırım kurbanlarına karşı bir saygısızlık olduğunu düşünüyor. Shapira’nın bu projesi, hem olumlu hem de olumsuz çok tepki çekmiş: Öncelikle fotoğrafları yayınlanan kişilerin neredeyse tamamı, sosyal medya hesaplarından fotoğrafları kaldırmış ve çoğu niyetlerinin aslında bu olmadığını anlatan özür mesajları göndermişler sanatçıya.[39] Bunun üzerine projeyi sonlandırmaya karar veren Shapira’ya asıl tepki ki gerçekten tepkisel bir tepki olduğu düşünülebilir, anıtın mimarı Peter Eisenman’dan geliyor. Eisenman, Shapira’nın projesini korkunç olarak addediyor; orasının bir buluşma yeri olduğunu, anıtın kutsallıktan çıkıp gündelik bir varoluşunun olduğunu, insanların, daha doğrusu yeni nesillerin orada nasıl davranmak istiyorlarsa öyle davranmaya hakkı olduğunu, eğer muziplik yapmak istiyorlarsa bunun kendi adına hiçbir sorun teşkil etmediğini belirterek, Shapira’nın aşırıya kaçtığını söylüyor, neticede anıtın altında ölü insanlar yani naaşlar yok. Ne tuhaf! Zaten hiçbir yerde yok ki! Toplama kamplarında SS subaylarının tutsaklara, “Buradan çıkan, ancak bacadan çıkar gider,”[40] dediği bir öldürme sistemiydi bu hâlbuki.
Shapira’nın anıtı görmeye gelenlerin tavırlarını saygısızlık olarak gördüğünü söylemiştik. Saygısızlık, belki de bu durumu ifade etmek için en başta aklımıza gelen ve oldukça da duygusal ve insani bir tepki. Ancak yetersiz. Geçmişte olanlardan dolayı asla suçlanamayacak bir nesli dolaylı olsa da suçlamak veya insanlara vicdani bir yükü zorla yüklemek gibi pek çok tehlikeli ve hakikati yansıtmayan düşünce ve duygulardan kaçınmamız gerekir elbete. Bu üç eserin bizi düşündürmesi gereken nokta, soykırımın asıl niteliğine dair olmalı ve bu nitelik ki aradan neredeyse bir yüz yıl geçmesine rağmen günümüzün sanatçılarının dikkatini çekmekte. Bahsi geçen üç çalışma da bize olağandışı olanın olağanlaştığını gösteriyor ve asıl tehlike de tam bu noktada yatıyor: Olağandışı olan olağanlaştığında, belki de bunu yeniden yapabileceğimiz gerçeği gün yüzüne çıkıyor. Bauman’ın çarpıcı bir biçimde dile getirdiği gibi: “Holokaust’la ilgili haberler ve onun failleri hakkında öğrendiğimiz en korkunç şey ‘bunun’ bize de yapılabileceği değil, bunu bizim de yapabileceğimiz düşüncesidir.”[41] Bir yandan Hannah Arendt’in ‘kötülüğün sıradanlığı’ olarak adlandırdığı ve düşüncesizlikle özdeşleştirdiği, diğer yandan bugün Milgram deneyi olarak bilinen Stanley Milgram’ın 1960’lı yıllarda yaptığı ve 1974 yılında Obedience to Authority: An Experimental View adıyla yayınladığı kitabında kötülüğün bir toplumsal ilişkiler sorunu olduğu, mantık ve teknik sayesinde kötülüğün de derecesinin artabileceğini aktardığı bu durum, bize ‘normal’ olana dair, normalleşmeye dair her zaman tetikte olmamız gerektiği mesajını veriyor. Çünkü çağımızın gördüğü bu en dehşetli felaket ancak tüm cinayetlerin ve katliamların normalleştirilmesiyle mümkün olabilmiştir.
Georges Perec, ailesini toplama kamplarında kaybedişinin ardından, bu kayboluşu, onların ardında bıraktıkları boşluğu yansıtmak için Kayboluş adlı romanını Fransızca’nın en çok kullanılan sesli harfi olan “e”yi kullanmadan yazmıştır. Ana karakterin kaybolması ile başlayan polisiye bir roman da sayılabilecek, bir ailenin yok oluşunu konu edinen bu komplo öyküsü, başından sonuna kadar hikâyeye girenlerin birer birer kaybolmasıyla sürer. Bu sürgit içinde kendini belli eden düşünce ise hemen hepsinin, olan biteni anlamaya çalıştıklarında, kaybolduklarını fark ettiklerinde, gerçekten kayboluyor oluşlarıdır.[42] Belki de Hoheisel haklıydı: Yapılıp bitmiş bir anıt yerine, hala yapılan, yapılmakta olan, geçmişi kesintisizce yeniden hatırlatan bir mantıkla anıt inşa etme düşüncesi, bugün olanları hala diri tutmaya, her baktığımızda, Peter Eisenman’ın dediği gibi ‘zaten granit taşların altında yatan ölüler olmadığını’ söylememize değil de, belki de artık-var-olmayanlara bakmamıza, yani görülmeyenleri görmemize yarardı. Çünkü biz onların anısını yitirdiğimizde, gerçekten yitip gitmiş olacaklardır.
DİPNOTLAR
[1] Agamben, soykırım için kullanılan Holokaust terimini talihsiz olarak niteler. Çünkü holokaustos Yunanca’da “bütünüyle yanmış” anlamına gelmekte olup anlamı tarihsel olarak değişimlere uğramıştır. İlk başlarda Latin Kilise Babaları tarafından İbranilerin kurban edilişini ifade etmek için kullanılmıştır. Daha sonra İsa’nın çarmıhta kurban edilmesi de bu sözcükle ifade edilince, sözcük “kutsal ve yüce güdülere tam bir kendini adama ile canını feda etme” anlamını kazanır. Bu nedenle, gaz odalarında öldürülme ile kendini feda etme arasında asla bir bağ kurulamayacağından Yahudiler “yıkım, felaket” anlamına gelen Shoah sözcüğünü kullanmayı tercih ederler. Shoah sözcüğü, Kitabı Mukaddes’te ilahi bir ceza düşüncesini ima ettiğinden Yahudilerin bu sözcüğü tercih etmeleri de bir örtmece içermektedir Agamben’e göre, ancak Holokaust teriminde olduğu gibi en azından alay içermez. Bkz. Giorgio Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar: Tanık ve Arşiv, Ankara: Bağımsız Kitaplar, 2004, s.28-31.
[2] Tabii pek çok tartışmayı beraberinde getirdi bu süreç. Nitekim yarışmanın duyurulduğu tarih 1994 yılıydı ve gelen öneriler arasından bir seçim yapmak 1999 yılını buldu. Almanya başbakanı Helmut Kohl döneminde, 1818 yılında askeri amaçlarla yapılan ve 1931’den beri anıtsal bir mekân olarak kullanılan Neue Wache (New Guard House) 1993’te Almanya’nın merkez anıtsal mekânı ilan edildi, merkezine ressam ve mimar olan Käthe Kollwitz’in Mother and Her Dead Son adlı heykeli yerleştirildi ve bu heykel “savaş ve tiranlık kurbanlarına” adandı. Bu noktada soykırım kurbanlarının suçlularla birlikte, üstelik Hıristiyan bir imge altında anılmasına karşı eleştiriler geldi. Bu sebeple, yapılması gereken bir soykırım anıtının sade ve sadece Yahudi kurbanlara adanması gerektiği fikirleri ileri sürüldü. Bu düşüncede direten gazeteci Lea Rosh’tu. Yahudi olmayan milyonlarca soykırım kurbanını dışarıda bıraktığı gerekçesiyle Günter Grass, Reinhart Koselleck gibi entelektüeller bu düşünceye de itirazlarını dile getirdiler. Bir başka önemli ve özellikle de anıtın içeriğine daha doğrusu raison d’etresına karşı çıkış da Martin Walser’den geldi. Walser, hatırlama ve unutma meseleleri üzerine, biraz da milliyetçi bir çıkışla bir “soykırım endüstrisi”nin olduğunu iddia ederek, bu anıtın yapılmaması gerektiğini, soykırımın hatırlanacak bir şey olmadığını, geçmişte olan bir şeyin bugün hatırlanmasının sürekli hale getirilerek zamanın “birtakım” amaçlarına feda edildiğini ve yüz karası olarak adlandırdığı bu olayın sömürüldüğünü, utancın anıtsallaştırılamayacağını öne sürdü. Bu tartışmaların yanı sıra, yarışma için getirilen öneriler üzerine de daha somut diyebileceğimiz tartışmalar yaşandı. Örneğin, 1995 yılında Berlinli bir ressam olan Christine Jackob-Marks’ın önerisi 30 kişilik jüri tarafından kabul edildi. Koca bir levhanın üzerine katledilen Yahudilerin isimlerinin, ulaşılabildiği kadar çok ismin, yazılmasını içeren bu öneri daha sonra reddedildi; tek tek isimlerin yazılmasının bir yandan şimdiki nesillere bir zulüm olacağı düşüncesi sardı bir yandan da tek tek isimlerin “Nazilerin ölüm listesini” hatırlatacağı fikri öne sürüldü. Bunun gibi pek çok tartışmanın sonunda Peter Eisenman’ın önerisi 1999 yılında kabul edildi ve 2003 yılında anıtın yapılmasına başlandı.
[3] Zygmunt Bauman, Modernite ve Holokaust, İstanbul: Alfa Yayıncılık, 2016, s.230-231.
[4] http://www.harvarddesignmagazine.org/issues/9/memory-and-counter-memory James E. Young, “The Conter-Monument: Memory against Itself in Germany Today,” Critical Inquiry içinde, vol.18, no.2 (Winter, 1992), s.267-296.
[5] Karşı anıt formunun bir örneği olarak heykeltıraş Micha Ullman’ın Nazilerin kitap yakma eylemlerine dair yaptığı “Library” adlı anıta bakılabilir. Yine Berlin’in orta yerinde, bir yeraltı odası şeklinde tasarlanmış rafları boş olan bir kütüphane olan bu anıt, hem Yahudilikte Yahudilerden “People of the Book” olarak bahsedilmesini hem de katledilen Yahudilerden ve yakılan kitaplardan kalan boşluğu simgelemektedir. Taşların üzerine de çelikten bir levha yerleştirilmiştir, üzerinde Heinrich Heine’nin ünlü ve neredeyse geleceği sezen sözlerinin yazdığı: “Kitapların yakıldığı yerde, sonunda insanlar da yakılacaktır.”
[6] James E. Young, “Germany’s Holocaust Memorial Problem-and Mine,” The Public Historian içinde, vol.24, no.4, (Autumn, 2002), s.73.
[7] Primo Levi, Boğulanlar, Kurtulanlar, İstanbul: Can Yayınları, 2015, s.14.
[8] A.g.e., s. 90. Gorgon, Yunan mitolojisinde yılan saçlı, kendisine bakanları taşa çevirip öldüren dişi yaratıklardır. Levi’nin kullandığı anlamda ise, kamplarda ölmek üzere olan insanları anlatır. Gorgon’u görmek, görmenin ve görülmenin olanaksızlığına işaret eder. Bkz. Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar, s.52-54.
[9] Jean Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde: Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri, İstanbul: Metis Yayınları, 2013, s.62.
[10] A.g.e., s.54.
[11] Levi, Boğulanlar, Kurtulanlar, s.100.
[12] Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde, s.97.
[13] Levi, Boğulanlar, Kurtulanlar, s.81.
[14] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, İstanbul: İletişim Yayınları, 2009, s. 95-96.
[15] Primo Levi, Bunlar da mı İnsan, İstanbul: Can Yayınları, 2013, s. 33.
[16] Bauman, Modernite ve Holokaust, s.204.
[17] Levi, Boğulanlar, Kurtulanlar, s.55.
[18] Levi, Bunlar da mı İnsan, s.82.
[19] Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar, s.6.
[20] Levi, Boğulanlar, Kurtulanlar, s.129.
[21] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2013, s.144-147.
[22] Bkz. Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları / 2: Emperyalizm, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016.
[23] Agamben, Kutsal İnsan, s.155.
[24] Bauman, Modernite ve Holokaust, s.92.
[25] A.g.e., s.111.
[26] Agamben, Kutsal İnsan, s.170.
[27] A.g.e., s.150, 167.
[28] A.g.e., s.179.
[29] A.g.e., s.204.
[30] Giorgio Agamben, Açıklık: İnsan ve Hayvan, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015, s.29.
[31] Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar, s.33-34.
[32] Levi, Bunlar da mı İnsan, s.111. Muselmann, kamp argosunda kendini bırakan ve arkadaşları tarafından da bırakılan başı eğilmiş, omuzları çökmüş, iki büklüm halde yürüyen tutuklulara yakıştırılmış bir addı. İki büklüm duruşları Müslümanların secde edişini ve her türlü bilinç ve iradeyi yitirmeleri kadere teslim olmuş olmalarını anımsatır.
[33] Agamben, Auschwitz’den Artakalanlar, s.54.
[34] A.g.e., s.134.
[35] Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı: Adolf Eichmann Kudüs’te, İstanbul: Metis Yayınları, 2012, s.239.
[36] Levi, Boğulanlar, Kurtulanlar, s.13.
[37] Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde, s.95.
[38] A.g.e., s.98.
[39] Bkz. https://yolocaust.de/ ve http://www.bbc.com/news/world-europe-38675835
[40] Levi, Bunlar da mı İnsan, s.35.
[41] Bauman, Modernite ve Holokaust, s. 224.
[42] Bkz. Georges Perec, Kayboluş, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2008.