Ahmet Tulgar’ın yeni öykü kitabının ismi Arzunun Serbest Dolaşımı. Serbest dolaşım ilk anda malların, sermayenin, paranın serbest dolaşımı ve hatta bu dolaşımın hızı; kesintisiz akışkanlığı üzerinde etkide bulunan kur, konvertibilite, faiz, enflasyon gibi kapitalist ekonominin olmazsa olmaz kavramlarını aklımıza getiriyor. Tam da bu nedenle “serbest dolaşım”ın önüne “arzu” sözcüğü geldiğinde yadırgayıp duraklıyoruz ve kendimize soruyoruz, içinde yaşadığımız toplum düzeninde arzu kendini serbestçe ifade edebiliyor mu? Dikkatle düşündüğümüzde bu sorunun yanıtını iki şekilde verebileceğimizi fark ediyoruz. İlk olarak, arzu içimizde belirdiği anda onu hemen tatmin etmeye yönelemeyeceğimizi, uygun zaman ve koşulların belirmesini beklememiz gerektiğini biliyoruz. Bir seminerde tuvalete gitme ihtiyacımızı gidermek için ara verilmesini beklemek, cinsellik rejiminin evlilik kurumuyla sıkı sıkıya bağlantılı olduğu bir toplum yapısında nikâh tarihini beklemek gibi. İkinci olarak, toplumun gayri meşru kabul ettiği arzu formlarını bastırmaya zorlanıyor; arzumuzu, meşru kanallara yönlendirerek öğretilmiş şemalar, uygun görülen temsil biçimleriyle ikame ediyoruz. Diğer bir deyişle bireylerin arzularını denetim altına almayı, ertelemeyi, bastırmayı ve ikame etmeyi öğrendikleri türden bir sistemde yaşıyoruz. Öyleyse, kapitalizmin serbest dolaşım rejimi ile arzunun kısıtlayıcı rejimini bir başlıkta bağdaştıran nedir? Kitabının bu yadırgatıcı başlığından da anlaşılacağı üzere Ahmet Tulgar’ın öykü evreni, serbest dolaşım bağlamında, kapitalizmin arzu ile ilişkisine odaklanıyor ve bu bakımdan Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus, Kapitalizm ve Şizofreni eserinin sunduğu kavramsal çerçeve ile bir okuma imkânına açılıyor[1].
Deleuze ve Guattari kapitalizmin örgütleyici ilkelerini ve dinamiklerini, olumlu ve olumsuz potansiyellerini ifade etmek için; –klinik tanımlamalarından bağımsız olmak kaydıyla- bir kavram ya da metafor olarak şizofreni ve paranoya terimlerine başvururlar (ŞG, s.23-24). Görüleceği üzere, aynı zamanda birer arzu yatırım biçimine tekabül eden bu iki terim yani şizofreni ve paranoya, kapitalizmin sermaye ilişkilerine içkindir. Şizofreni terimi, arzunun özgür, üretken, akışkan, sürekli yeni bağlantılar oluşturan, yayılarak çoğalan, dağılan, saçılan, yersizyurtsuzluğuna işaret eder ve bu bakımdan sermayenin hareketliliğini imler. Arzuyu bir temsil biçimine indirgeme edimi ise onun paranoyak boyutunu oluşturur. Paranoya, arzunun sınırsız semiosisine yönelik beyhude bir yerliyurtlulaştırma girişimidir çünkü her bir temsil çabası yanlış bir temsil üretir. Paranoya kısıtlayıcı ve hegemonik yöntemlerle arzuyu bütüncül yapıların altına yerleştirdiği ölçüde sınırlayıcı ve despotiktir. Dolayısıyla, kapitalizmin serbest sermaye rejiminin içinde hüküm sürmeye devam eden her türlü totaliter yapı paranoiddir. Devlet rejimlerinin kışkırttığı milliyetçi arzu temsilleri ya da fanatizm üreten spor takımları bu yapılara örnek gösterilebilir. Fakat bundan fazlası da vardır. Arzu, sınırsız bağlantılanma ve üretim yapısında anti-üretimi de içerir. Anti-üretim, örneğin meme emen bir bebeğin, tatmin sürecini askıya alarak, aniden emme eylemini kesmesi ve gülümseyen bir yüze odaklanması gibi, arzunun farklı, yeni, yaratıcı, üretici bağlantılar kurarak dağılmasına, dallanıp budaklanmasına hizmet eder ve bu bakımdan arzunun işleyiş biçimine içkindir (ŞG, s.75-76). Öte yandan, özünde üretici olan şizofrenik arzunun; sürekli yinelenerek tekdüzeleşen, otomatiğe bağlanan bağımlılıklara karşı, -öteki türlü memeden ayrılamazdık- kendi içinde bir nevi önlem olarak, yenilenen ve farklılaşan bağlantılar oluşturmak için hizmetine koştuğu anti-üretim biçimleri, belirli kurallara bağlanarak aynılaşan modeller altında tekrarlanmaya başladığında paranoyak bir yapıya dönüşür. Tam da bu nedenle kapitalizmin ürettiği sermaye hareketleri hem şizofreniktir hem de paranoyak. Sermayenin özgün, yenilikçi ve üretici şizofrenik yapısının kendi bağrında yeşerttiği paranoyası, anti-üretimin sabit ve yinelenen bir kurala bağladığı artı-değerdir. Sermaye, artı-değer üretmek için artı-değer üretmesi; artı-değerin sonsuzca yinelenen bir biçimde bizatihi yeni artı-değer üretimine koşulması bakımından kendi kuyruğunu ısıran bir yılan gibidir. Artı-değer sistemin paranoyak bağımlılığı haline gelir.
Kapitalist sistemde, sermayenin üretici güçlerden temellük ettiği artı-değer ya da kâr, şirket ve banka bilançolarında pasif tarafta görülür. Yani yükümlülüktür. Bu yükümlülük bir sonraki dönemde şirket ve bankaların işbirliğiyle yeni yatırım ve kredilere dönüştürülecektir. Bu yapının ortaya çıkardığı sonsuz ve sürekli ötelenen bir borçlanma zinciridir. Bu sistemde işçiler kendi emeklerinin ürününü tüketemezler çünkü artı-değer şirketler tarafından temellük edilir ve bankacılık sisteminin başat rolüyle sermayenin hizmetine koşulur. İşçiler hayatta kalmak için patrona boyun eğerek maaş/emeklilik günlerini bekledikleri; ihtiyaçlarını giderecek nakit akışını sağlamak için çeşitli finansal araçlarla bankalara biteviye borçlandırıldıkları çileci bir yaşama sürüklenirler. Bu yapı hiç de tesadüfi olamayacak bir biçimde çekirdek ailede yaşanan, çocuğun arzu nesnesi olan anneden koparılıp baba ile özdeşleşme sürecini temsil eden Oedipus karmaşasını andırmaktadır. Aile bir bakıma kapitalizmin temel ilişkilerini yeniden üreten bir mikrokozmos gibidir çünkü “sermayenin işçiyi yaşam araçlarından ayırıp, tatmini iş sonrasına, ödeme-gününden sonraya ve emeklilikten sonraya ertelemesi gibi, iğdiş eden baba da çocuğu, besleyen anneden ayırıp, tatmini olgunluğa ve yeni bir ailenin kuruluşuna kadar erteler.” (ŞG, s.159). Bu nedenle Deleuze ve Guattari’ye göre Oedipus karmaşası tarihseldir. Oedipus’u arzu mekanizmalarının zorunlulukla tâbi olduğu evrensel bir yasa olarak görmek, arzunun baskı-erteleme-ayrılma-feragat-özdeşleşme kalıbını yinelemeye zorlayan paranoyak yerliyurtlulaştırılmasına tekabül eder. Bu bakımdan kapitalizm Odipalleşmiş özneler üretir (ŞG, s.195). Odipalleşen özneler ise kapitalizmin sorunsuz işleyişinin başat unsuru hâline gelir.
Ahmet Tulgar’ın Eğlence Kültürü isimli öyküsünün, tam da bu bağlam üzerine kurulduğunu görüyoruz. Bankacılık sisteminin sarsıldığı bir dönemde bireyler kendilerini eğlenceye vermiştir. Burada eğlence kültürü; mevduatın bankacılık sisteminden hızla çekilmesi sonucunda artı-değerin sermaye tarafından temellük edilmesinin kesintiye uğradığı bir harcama kültürünü temsil eder. İlk başta, yalnız yaşayanların ve çocuksuz çiftlerin evleri yanmaya, kasaları boşalmaya başlamıştır fakat bankacılık sektörü ile şirketlerin bir türlü toparlanamamasının ardından birbirini izleyen çocuk cinayetleri gündeme gelir. Kapitalist sistem ile çekirdek aile arasındaki sıkı bağ öyküde şu cümle ile dile getirilir: “Bankalar batarsa, çocuk da ölür” (s.137). Çocuk cinayetleri, geceleri onları bırakıp, kendilerini eğlenceye vermiş ebeveynleri evlerine döndürecek ve bankacılık sektörünün nihayet sağlıklı bir biçimde işlemeye başladığı ekranlarda yeniden dönmeye başlayan reklâmlarla fark edilecektir: “Çekirdek aileler şeker rengine boyanmış evlerinin bahçelerinde çoluk çocuk mevduat güvencesinin keyfini sürüyordu ekranda. Demek yeniden belini doğrultuyordu bankalarımız öyle mi?” (s.136)
Deleuze ve Guattari, sermayenin ekonomi politiği ile çekirdek ailenin libidinal ekonomisi arasındaki bu türdeşliğin toplumsal yapıda, parti örgütleri, spor takımları, ordu gibi çeşitli gruplar içerisinde tekrarlanan bir kalıp şeklinde ortaya çıktığını ifade ederler. Bu kalıbın yinelenen biçimi: Bay Sermaye, Bayan Yeryüzü ve çocukları İşçi’dir. (ŞG, 195-201) Bu sistem; işçinin, sermayenin (patron) lehine, yeryüzü (anne) üzerindeki haklarından feragat etmesi ilkesi üzerine kuruludur.
Çiğdem ve İşçi Sınıfı ile Tutarlı İfade bu türdeşliğin yinelenen kalıplarını ortaya koymaları bakımından dikkat çekiyor. Çiğdem ve İşçi Sınıfı öyküsü Marksist devrimci bir örgütün içindeki hiyerarşik yapılara odaklanır: Bugüne kadar tek bir işçiyle konuşmamış örgüt üyesi burjuva aile çocukları, işçilere tepeden bakan ve “onlara soğuk sandviç ve meyve sulu kumanya taşır gibi siyasi bilinç taşımaktan” (s.9) söz eden şefler, yasaklanan aşk ilişkileri. Çiğdem bu yasaklara karşı koyan bir karakter olarak öne çıkar. Örgütten aşk sebebiyle birlikte atıldıkları küçük burjuva eşi aile şirketinin başına geçmiş, büyük iş bağlantıları yapan ve bu bağlantıların kurulması için düzenlenen yemeklerde, toplantılarda ortaklarını etkilemek için eşinin cazibesinden yararlanmaktan sakınmayan bir patron olmuştur. Çiğdem (diğer bir ifadeyle patronun temellük ettiği yeryüzü) grev çadırlarında, (patron, yeryüzünü temellük etme haklarını ellerinden aldığı için direnişe geçen) işçilere seks hizmeti vermeye başlayarak bu denklemi tersine çevirir. Böylelikle çocuk İşçi patron Baba’ya nanik yapar. Ancak burada Odipal kodların ataerkil yapıları nasıl ürettiği de işçilerin seks eyleminden sonra giyinir ya da pantolonlarını çekerken yüzlerinde parlayan özgüven ve gurur ifadesiyle açığa çıkar. Çiğdem’in devrimci eylemi Odipal kodu tersyüz ederken bu kodun cinsiyetçi eril yapısını da yeniden üretmekten kaçınamaz. Tutarlı İfade öyküsünde bir rejim değişikliği yaşanmış ve ana karakter bu “yeni rejim”de işsiz kalmıştır. Karısının, “yeni rejim”in suç ve cezalandırma bağlantılarında yüksek makam sahibi, silahlı ve güçlü bir adamla kendisini aldattığını bildiği halde bu duruma boyun eğer: “Bu öyle bir dönemdi ki, elbette ben de her şeyin farkında olduğumu yüzlerine vurup olay çıkaracak durumda değildim. Yeni rejim buna el vermezdi. Kabullenip sineye çektim.” (s.67). Adam, karısını pervasızca temellük eden ve bunu bildiğini de bilen otorite figürüne boyun eğmekle kalmaz, “bu yeni rejim” altında başka seçeneği olmadığı ve hatta adamın “yetkisi onu kendisine doğru çektiği” için; katıldıkları partide bahçede yan yana işeyerek, “bir çeşit el sıkışma”, “tokalaşma” manasına gelecek şekilde “tenasül uzuvlarını sallayarak” uzlaşma ve bu esnada belindeki silahı fark ettiği “karısının sevgilisiyle aynı cepheye yerleşme” yoluna gider. Bu işbirliğine öfkelenip aşağılandığını düşünen karısı, eve döndüklerinde iç çamaşırını indirip kasıklarına vurarak kocasını cezalandırır.
Kapitalist sistemde arzuların sürekli ertelenip bastırılması, esas doğası gereği üretken olan arzunun bir eksiklik olarak algılanmasına neden olur. Pazar Ekonomisi öyküsü, eşini ve çocuklarını yazlığa bırakıp, geçici olarak çekirdek aile çemberinden yakayı kurtaran bir adamın, adeta bir eksiği giderme telaşıyla yapamadığı ne varsa peşinde koşup hepsini bir güne sığdırmaya çalışmasını konu alır. Aynı anda çay ve limonata içer, soğanlı kol böreğiyle pudra şekerli Kürt böreğini ardı ardına mideye indirir. Metresiyle doğru dürüst tek kelime konuşmadan kanepede yarım yamalak sevişir ve ardından arkadaşlarıyla okey oynamak için kahveye koşar. “Vaktini ekonomik kullanarak” acınası haz peşinde koşma çabalarının beyhudeliğinin ardından ailesinin yanına yazlığa dönmeye karar verir. Öfkeli metresi ise kendini bir alışveriş merkezine atmış indirim reyonlarına dalmıştır. Bir vitrine bakar ve “bu kampanyaya girilir” der (s.47). Girilecek kampanya ürünü ise bir bıçaktır. Odipal rejimin kastrasyon sembolü.
Öyküler, heteroseksüel Odipal rejimin dayatmalarını ihlâl eden arzulama biçimlerini ön plana çıkarması bakımından dikkat çekiyor. Kadını, mahalleliyi birbirine düşüren arzu nesnesi olarak tarif eden geleneksel anlatının karşısına; kadına boyun eğdiren münasebetsiz erkek güzelliğini, kadınıyla erkeğiyle tüm bir mahallenin arzu nesnesi olarak betimlenen adamları koyuyor Ahmet Tulgar. Yer silen kadının kalça hareketlerinin yanına merdivenlere paspas yapan adamın kalçasını. Beraber “bir sınırı aşmak”, bir erkek ve bir kadının mevzusu olmaktan çıkıp bedenlerin mevzusu haline geliyor. Askısı düşmüş şeffaf gecelikleri içindeki ihtiyar kadınlar; onlara banyo yaptıran adamlara, ellerini tutan dolmuş şoförlerine yönelen arzuları ve erotizmleriyle yer alıyorlar öykülerde. Erkek ayakları en az ojeli kadın ayakları kadar erotik. Ayakların çıplaklığını vurgulayan, parmaklardan kurtulup duran flip floplar, mahcubiyetle çıkarılan çoraplar, çalışan erkek bedenleri, eşyaları taşırken çıkarılan, giyilen gömlekler, bedenin hatlarını ortaya çıkaran işçi tulumları, ellerin kavradığı golf sopaları ve paspaslar, “arka arkaya dolana dolana yürümeler”, kapı aralarına dikilen gözler arzunun yoğunluğunu anlatıda belirgin kılan unsurlar olarak öne çıkıyor. Bunların yanı sıra, Ahmet Tulgar, arzuyu bir eksiklik olarak içselleştiren ve toplum tarafından kabul gören temsilleri üzerinden kısıtlayan -paranoyak- kapitalist arzu rejiminin karşısına; arzunun -şizofrenik- üretkenliğini ve akışkanlığını vurgulayan bir anlatı evreni kuruyor. Ter, su, ıslaklık, nemlenme ve müzik akışkanlığı sembolize eden unsurlar olarak dikkat çekiyor. Öte yandan salgılanan terin; hastayken bedendeki kırıklığı sıvıya, çalışırken neşe damlacıklarına dönüştürmesi, bir uğraş esnasında, adeta kendisiyle sevişirmiş gibi tarif edilen bedenler, arzunun üretkenliğini ve elbette onları birbirinden ayıran kapitalist anlayışa karşı alternatif bir arzu-emek ilişkisini simgeliyor.
Ostinato öyküsü, arzunun üretici gücünü temalaştırması bakımından özel bir ilgiyi hak ediyor. Ostinato müzikte tekrarlanan motif anlamına geliyor. Öyküde bir yandan, bir iş makinesi olan ekskavatörün çalışması ile seksin mekanik, saplanan biteviye vuruşları arasında paralellik kurulurken, bir yandan da bunun karşısına, bir klasik müzik eserinin dönüşlü hareketleri, uzaklaşmaları, yakınlaşmaları, kaçışları, damlayan ya da dokunan vuruşları getirilip kıyaslanıyor. Öte yandan, ekskavatör ve sadece bir gitme gelme eylemine indirgendiği ölçüde sekse kıyasla, klasik müzik her ne kadar arzunun üretici ve özgürleştirici gücünü sembolize etse de nihayetinde bir partisyona bağlıdır. Çocukların oyuncaklarıyla oynama eyleminde ise hiçbir düzen yoktur. Onlar oyuncak kutularının üzerindeki yönergelere riayet etmezler. Çocuklar, kuralsız, düzensiz ve herhangi bir dizi arayışı olmadan oyuncakları saçar, onlarla oynar, yapar, bozar, parçalar, birleştirir, ayırır ve yepyeni bağlantılar kurarlar. Çocukların oyuncaklarla oynama tarzı arzunun serbest çalışan doğasının tezahürüdür bir anlamda. Belki tam da bu nedenle, işinden istifaya, karısıyla seks yapmaya son vermeye karar veren baba çocuklarının odasına girdiğinde, parçalara ayrılmış, yerlere saçılmış bu oyuncakların ve onların düzensiz renk geçişlerinin kendisine terör uyguladıklarını düşünür. Bir bakıma haklıdır çünkü bu terörle baş etmek, onlara zorla bir düzen dayatmayı gerektirecektir. Böylelikle baba “çocuk yapmanın sıradan, yetiştirmenin kötücül ve şiddet temelli bir iş olduğuna” (s.107-108) karar verir.
Sonuç olarak, Ahmet Tulgar, Arzunun Serbest Dolaşımı’nda, bir yandan kapitalizmin, serbest dolaşım yanılsaması altında, arzuları nasıl sınırlayıp denetim altına aldığını farklı veçheleri ile göstermiş; bir yandan da bu yapılardan kurtuluşun ve özgürleşmenin kaçış çizgilerini nerelerde aramamız gerektiğinin ipuçlarını veren bir öykü evreni kurmuştur.
DİPNOTLAR
[1] Bu metinde Anti-Oedipus ile ilgili tüm analizler için, Eugene W. Holland’ın Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş, (ŞG olarak anılacak) kitabından yararlanacağım.
KAYNAKLAR
Tulgar, Ahmet, Arzunun Serbest Dolaşımı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2021.
Holland, Eugene, Deleuze ve Guattari’nin Anti-Oedipus’u: Şizoanalize Giriş, çev. Ali Utku, Mukadder Erkan, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2013.