Tarihi Değil Güncel Bir Felaket

1915 yılında Anadolu’da yaşanan “Büyük Felaket”in üzerinden tam yüzyıl geçti. Ne yazık ki Ermenilerin maruz kaldığı bu büyük trajediyle yüzleşme, hesaplaşma yolunda hiç bir adım atılmadı. Tarihi bir vaka olan Ermeni meselesinin bugün güncel siyasi bir mesela olarak canlılığını muhafaza etmesinin nedeni budur.

Türklerin tarihini Türklere filtreleyerek, temizleyerek anlatmak, yani tarihi sansürlemek, böylelikle bugünü, yakın ya da uzak geçmişi kuşatarak son Türk devletini kollamak ve muhafaza etmek devlet aklının tarih anlayışıdır. Söz konusu akıl dinamiktir ve her yeni gelişme karşısında resmi tarihi -aynı çıkarlar doğrultusunda- yeniden yazabilir. Nitekim 2000’li yıllarda resmi tarihe 20.yüzyılın ilk çeyreğine ilişkin pek çok yeni madde eklenmiştir. Bu maddelerin hemen hepsinin Ermenilerle ya da Ermeni tehciri ile bir biçimde ilişkili olması, 19.yüzyılın ilk çeyreğine ilişkin bütün diğer anlatıların dönüp dolaşıp Ermeni meselesinde kesişmesi dikkat çekici. Mesela Sarıkamış Harekatı… Allahüekber dağlarında yüz bin genci bir hiç uğruna kırdıran Enver Paşa’nın Anadoludaki bu son sergüzeştinin giderek artan sayıda incelemeye konu edilmesi, resmi tarihin yeni bir bellek yaratma seferberliğinin   karakteristiğini göstermesi açısından önemlidir. Daha on yıl önce üzerinde hiç konuşulmayan Sarıkamış bozgununun 2000’li yıllarda kahramanlık destanına çevrilmesi, yıl dönümlerinde resmi anma törenleri düzenlenmesi, pek çok kitaba ve romana konu edilmesi tesadüf değil. Çünkü dün birkaç kifayetsiz muhteris İttihatçının Turan hayalleriyle kalkışılan Sarıkamış seferinin trajik sonu bugün Ermenilere yönelik kıyımın meşru nedeni haline getirilmek, böylelikle savaş ve tehcir toplumun ortak kararı ve “iyi”si gibi sunulmak isteniyor. Ve “tarihi tarihçilerden başkasına bırakmak istemeyenler” -dün olduğu gibi bugün de- suçu üzerlerinden atmak hatta karşısındakine yüklemek için, doğrudan kanıtlar göstermeyi gerektirmeyen kurgusal anlatılarla yazılmış bir tarihi sahipleniyorlar.

Dehşetin Edebiyatı

Yakın tarihte üzerinde böylesine çok konuşulmasına rağmen Cumhuriyet döneminde yayımlanan binlerce roman arasında Ermeni tehcirinden söz edenlerin sayısal azlığı dikkat çekici. Ancak ayrıcalıklı bir azlık denemez. Yemen, Sarıkamış, Mübadele, Kürt İsyanları, İstiklal Mahkemeleri, II. Dünya Savaşı günleri, Varlık Vergisi, 6/7 Eylül olayları gibi daha pek çok kara delik var romanımızda. Utanç verici olayların sanki bir suskunluk yasasıyla tarih dışı bırakıldığı bu topraklarda. pek çok toplumsal/tarihsel mesele gibi, Ermeni meselesi de Türk edebiyatında en çok unutulmuşluğuyla, yokluğuyla, adının anılmamasıyla vardır; ve “bu yokluk, milliyetçilikle, Türk milli kimliğinin inşasıyla bağlantılıdır”. Türk romanı için -birkaç istisna dışında- sanki Doğu cephesi hiç açılmamış, bu coğrafyada yüz binlerce Ermeni sanki hiç yaşamamıştır.

Bir tarihi, bir toplumu, o toplumun kültürünü ve edebiyatını unutmak, aslında hatırlamanın bir çeşididir; farklı bir biçimde hatırlamaktır. Milliyetçi/ulusalcı kesimlerin hafızası geçmişi bugünü meşrulaştıran bir tarihe çevirerek toplumun kolektif belleğini nefretle dolduruyor. Vicdan, adalet, sorumluluk, empati duygularından hiç nasiplenmemiş yalnız ve öfkeli insanlar başkalarının hikayelerini dinlemiyorlar elbette, acılarına bakamıyorlar. Bu topraklarda bir zamanlar Ermenilerin de yaşadığını hatırlayanların yazdıkları ise, üzücüdür, ne mağdurlar ne failler için özgürleştirici etkiler yaratacak cinsten değil. Tersine, bir zamanlar yan yana yaşadığı halkların şimdi nerede olduğunu sorgulamaksızın sadece kendi hikayesini, kendi kayıp ve kurbanlarını anlatılmaya değer bulan, kendisini dünyanın ve tarihin merkezinde gören, haklılığından bir an bile şüphe etmeyen, intikamını adalet sayan, kini ve düşmanlığı biriktiren bir hafızadan söz etmek zorundayız.

Geçmişimizin bize anlatılardan daha farklı olabileceğini söylemeyi, fısıldamayı hatta ima etmeyi bir kenara bırakın, resmi tarih tezlerinden daha ideolojik, daha saldırgan ve çok daha miliyetçi-şoven anlatılar var Türk romanında. Bu anlatıların dili ve üslubu hiç kuşkusuz edebiyata değil, ötekini linç etmeye hevesli bir zihniyetin, sokağın dili ve üslubuna yakışıyor.

Geçmişi hatırlarken Ermenilerden, zaman zaman da kıyımdan söz eden romanlar arasında dikkatimi çekenleri şöyle sıralayacağım: Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban(1932), Burhan Cahit Morkaya’nın Yüzbaşı Celal(1931) ve Cephe Gerisi(1933), Ali Kemal Kırksekizoğlu’nun Beyza(1938), Kemal M. Altınkaya’nın Dalga Geçen Adam(1945), Şükufe Nihal Başar’ın Çölde Sabah Oluyor(1951), Hikmet Ilgaz’ın Şark Yıldızı(1953), Tarık Buğra’nın Küçük Ağa(1963), İlhan Selçuk’un Yüzbaşı Selahattin’in Romanı(1973), Ali Fuat Ayral’ın Kizik Duran Geliyor(1973), Ayhan Büyükünal’ın Nerede Kırçiçeklerim(1973), Barbaros Baykara’nın Nefret Köprüsü(1974), Zebercet Coşkun’un Haçin(1975) ve Haçin Ve Çallıyan Efendi(2005), Mustafa Yeşilova’nın Kopo(1978) ve Karasu(1981), Ahmet Günbay Yıldız’ın Figan(1979), Turgay Daloğlu’nun Ermeni Zulmü(1983), Şemsettin Ünlü’nün Yukarışehir(1986), Toprak Kurşun Geçirmez(1988) ve Yüz Uzun Yıl(1993), Celal Hafifbilek’in Ankara 1920(1998), Selma Fındıklı’nın Saray Meydanı’nda Son Gece(1999), Süleyman Sağlam’ın Dağı Dağa Kavuşturan(2000), Ahmet Ümit’in Patasana(2001), Mustafa Akgün’ün Ağrı’da İki Mevsim(2004), Recai Özgün’ün Laz Muhammed(2004), Erdal Erkut’un Asala’dan Bir Kız Sevdim(2005), Yılmaz Ünlü’nün Giritli Gelin(2005), Reha Çamuroğlu’nun Bir Anlık Gecikme(2005), Arif Irgaç’ın Kervankıran Bir Yıldız Hikayesi(2005), Şevki İşbilen’in Hz.Davud’un Yıldızı(2006) ve Veysel Dikmen’in Büyük Ölüler Meydanı(2006)…

Hain Olarak Ermeni

Genellemeler farklılıkları gözden kaçırır. Söz konusu romanların hepsini aynı düzlemde ele almanın kuşkusuz yazarları töhmet altında bırakmak gibi bir sakıncası var. Bu nedenle, dikey bir okuma yapacak yerimiz olmasa bile, romanların bakış açılarını kısaca özetlemekte fayda var. Yaban’la başlayalım: Hikayenin merkezine Yunan işgali ve gericilik meselesi yerleştiğinden Ermeniler ancak dolaylı biçimde anılırlar. Bir halkın varlığını dolaylı biçimde, ama hoşnutsuzlukla kabullenir Yakup Kadri;

“En kötüler Yunan Rum Ermeni/Yahudi karışımı kişilerdir. Türk kızının yüzünü zorla açtıran Yunan eri ‘Ermeni şivesiyle konuşuyordu!; Pire limanı şamataları içinde birden farklı bir ses gelir: ‘Rum şivesiyle söylenmiş bir Türkçe diyemem. Bu bağıran belki bir Ermeni, belki bir Yahudi’dir. Türkçe’nin böyle söylenmesinde, böyle bozulup didiklenmesinde ne hazin bir şey var! Sanki, haşin ve pata­vatsız bir el vücudumuzu hırpalıyor, vücudumuzun en hassas, en nazik yerlerine kadar sokulup oraya tırnaklarını geçiriyor zannedilir.’” (Milas, 2000:60)

Cephe Gerisi romanında “Milletin cephe için yaptığı feragat ve fedakârlık bir küçük sınıfın yağlanıp ballanmasına yarıyor. Bu yeni türeyen sınıf öyle bir klik ki içinde mebusu, nazırı, müdürü, kumandanı, reisi, tüccarı, Rum’u, Ermeni’si, Yahudi’si, Arap’ı, Arnavut’u, hepsi var” (Morkaya, 1933:102-103) tarzındaki ifadelerle farklı kimliklere nefrette Yakup Kadri’ye duygudaşlık yapan Burhan Cahit, Yüzbaşı Celal’de Anadolu’daki Ermenilerin hem varlığını hem de düşmanlığını ilan eden ilk yazar olma şerefine erişecektir:

Urfa gibi, öz Türk’ün tarihî mamuresinden Amerikalı bir Mise, hayrathane açmış, Ermeni çocuklarını büyütüyor” (Morkaya, 1931 :176-177)

Şimdi Fransız ve İngiliz silâhlarına Araplar yol açıyor, Ermeniler de kılavuzluk ediyordu. …Erivan’dan Toroslar’a kadar cakalı bir Ermenistan kurmak iddiasıyla dünyanın her tarafından akın akın gelen Ermeniler, teşkil ettikleri gönüllü alayları ile silâhsız, müdafaasız Türk köylerine hücum ediyorlardı..” (Morkaya, 1931:176-177)

Ermenilerin varlığını toplumun bir parçası olarak değerlendiren Beyza romanında Ali Osman Kırksekizoğlu, savaş öncesinin İnebolu’sunda başlayan bir hikaye anlatır. Ticaretle uğraşan, kurnaz ve zengin bir topluluk biçiminde takdim edilen Ermenilere kin ve düşmanlıkla yaklaşmamakla birlikte, yazar Türklerin yoksulluğuyla sevimsiz Ermeni tiplerin zenginliği arasındaki gerilime yaptığı vurguyla ilerde olabilecekleri sezdirmiştir.

1945 yılına kadar Ermenilerin ait oldukları topraklardan şu veya bu şekilde sürüldüklerini tescil eden bir romana rastlamıyoruz. Tehcirin ilk telaffuzunun II.Dünya savaşının Almanların yenilgisiyle sonuçlanıp Yahudi soykırımının hesabının sorulmaya başlamasından hemen sonraya denk gelmesini Tek Parti hükümetin benzer bir sorgulamaya çekilmekten ürkerek mukatele tezini benimsemesine bağlamak akla uygun geliyor. Dalga Geçen Adam’da Fransa’da geçen hikaye ile doğrudan ilgisi olmayan bir sahnede ansızın bir Ermeni Papaz peydah olur, Türk gençlerinin boynuna sarılır, memleketini çok özlediğini söyler. Ama bu hallere düşmelerinin nedeninin kendi nankörlükleri olduğunu da vurguyacaktır!..

Şukufe Nihal’in Çölde Sabah Oluyor romanında tam da kıyım kıyametin yaşandığı zamanda ve mekandayız. Bir ilk tespiti daha yapalım; Çölde Sabah Oluyor Sarıkamış Harekatı’nın ve Allahuekber dağlarındaki facianın bozgun tasvirleriyle dile getirildiği ilk roman. Ancak şaşırtıcı biçimde Ermenilerle Türkler arasında hiçbir çatışma belirtisi örülmüyor. Sadece bir cümle ile Ermeni çetelerine değinen Şukufe Nihal, önce iki halkın bir arada yaşadığı Temran kasabasını anlatıyor;

Burada Türklerle Ermeniler beraber yaşarlardı. Türkler. sosyal hayatta Ermenilerden daha ileriydiler.. İkişer katlı, kagir evleri, konakları vardı. Bunların içi büyük şehir evleri gibi döşeliydi. Sofrada çatalla yemek yenirdi. Genç kadınlar, ge­tirttikleri modellerle, Avrupa modasına uygun elbiseler giyi­nirler; saçlarını da öyle alafranga düzeltirlerdi. Türkler üc sınıftı: Beyler, efendiler, rençberler.(…) Türk ahali zanaatle, ticaretle uğraşmaz, bu işleri Ermeni­ler yaparlardı. Kuyumculuk, kalaycılık, kunduracılık gibi para getiren işler hep onların elindeydi. Türklerin uğraştıkları şey, ancak toprak ve hayvandı! Yüzyıllardan beri göklerinde Türk bayrağı dalgalanan bu eski Türk diyarında gitgide Ermeniler daha zengin olmıya,, daha rahat yaşamıya başladılar. (Temran)da da, daha önce ka­za merkezi olan (Kığı)da da son zamanlarda Ermeni evleri daha büyük, daha sağlam yapılıyor; Türk evleri ise gittikçe kü­çülüyor, çerden, çöpten kuruluyordu. “Taşnak Cemiyeti”nin açtığı modern mektepler, Ermeni genclerine daha sağlam ve milli bir tahsil veriyordu…”(Başar,1951:27)

Ardından savaş başlar, ordu dağlarda bozulur, asker kaçakları aç susuz köylerde dolaşır ve Moskof Erzincan’a doğru ilerler. Ahali göç etmek zorunda kalır, aileler dağılır, insanlar oraya buraya savrulurlar. İlginç olan her iki halkın çektiği eziyetin de dile getirilmesidir;

“(Ardaş) la (Artin), gözyaşları içinde, Adnan’ın boynuna sarıldılar. Dudakları büküle büküle, o da ağlamaya başladı. Bu gurbet ilde, vaktiyle birbirlerini kırdıklarını unutmuşlar; o dakika içinde ancak birbirine benziyen acılarla birleşmisler­di! Ücü de o muhacirlik karışıklığında ailelerini kaybetmişler; yersiz, yurtsuz, tanımadıkları yerlerde gelişigüzel dolaşıyor­lardı. Ermeni çocukları Adnan’a, kendileriyle beraber gelmesini, ailelerini birlikte aramayı teklif ediyorlardı.”(Başar, 1951:55)

Alıntıdaki “kırdıkları” kelimesiyle kest edilen çocuklar arasındaki sokak kavgaları. Acıları halklar arasındaki düşmanlığa bağlamayıp Moskof düşmanlığına havale edişiyle Çölde Sabah Oluyor diğer romanlardan farklı bir ideoloji sergiliyor. Ne var ki burada tarihsel olgularla uyumsuz bir hikaye var. Şukufe Nihal’in göçlerden söz ederken tehciri unutması hiç kuşkusuz bilinçli bir seçim.

Aslında bu kadarına bile razı olabilirdik. Ne var ki ardından gelen romanlarda farklı bir hatırlamayla, kin ve hınçla ele alınacaktır Ermeniler. Mesela Şark Yıdızı’nda Türkleri göçe zorlayan Ermeni zulmüdür. Tarık Buğra Küçük Ağa’da “Garbî Anadolu’da Rumlar, vilâyet-i şarkiyede Ermeniler, mezalim yapıyorlarmış, gittikçe azıtırlarmış…” (Buğra, 1970:93) diyecektir; “Aynı büyük ve asil devletin nimetiyle beslenen Rumlar, Ermeniler, arkadan vurup dururlarmış.” (Buğra, 1970:374)

Ve diğerleri öncekilerin aktardıklarını farklı karışımlar ve farklı tonlarla çoğaltır dururlar. Zebercet Coşkun, olayları Türkleri kenarda bırakan bir Kürt-Ermeni çatışması biçiminde yorumlamıştır Haçin ve yıllar sonra yazdığı devam romanı Haçin Ve Çallıyan Efendi’de aynı minvalde sürdürecektir şer güçler arasındaki kavgayı. Mustafa Yeşilova’nın Kopo ve Karasu romanlarında 1914 Ermeni techirini ele alışı ve techirin nedenini Ermenilerin Türklere yönelik katliamları olarak gösterişi, bu tarz metinlerde tarihi olayların tersyüz edilmesinin başka bir örneğidir. Hikayesinde Türkiye’den göçen Ermenilere geniş bir yer ayırıp sevgi ile yaklaşmasına rağmen, Ayhan Büyükünal’ın Nerede Kırçiçeklerim romanında da başlarına gelenden kendileri sorumludur Ermeniler. Barbaros Baykara’nın Nefret Köprüsü romanının önsözünde belirttiği “hariçte Ermeni katliamı diye yapılan propagandalara mesned olan olayların gerçek yüzünü ortaya çıkarmak” niyeti, daha baştan resmi söylemle örtüşür ve hikaye bildik yabancı kışkırtıcılığı ve Ermeni mezalimi etrafında dolaşır. Yine de karşılıklı bir katliamdan, insanların birbirlerini boğazlamasından duyulan bir üzüntüyü dile getirir Baykara. Turgay Daloğlu’nun Ermeni Zulmü ile Mustafa Akgün’ün Ağrı’da İki Mevsim romanlarında üzüntü yerini Ermeni katliamından duyulan sevince bırakmıştır. Ahmet Günbay Yıldız’ın Figan”ı “Ermenilerin ihaneti ve masum Anadolu insanı ile Ermeni ve Rus zülmünden ibretli manzaralar” sunar okuyucuya.

1914’ten öncesine uzanıp, Doğu Anadolu’daki toplumsal hayatı 93 harbi yıllarında ele alan Yukarışehir, Toprak Kurşun Geçirmez ve Yüz Uzun Yıl romanlarında, Şemsettin Ünlü’nün “yabancı parmağı”na daha soğukkanlı yaklaştığı, etnik guruplar arasında değişen ekonomik dengeleri ve Kürt-Ermeni çatışmaları öne çıkardığı söylenebilir. Ahmet Ümit’in Patasana’da geriye dönük bir anlatımla aktardığı olaylarda bir kardeş kavgası teması ağırlık kazanıyor, ama vurguyu Ermeni, Hristiyan ve Türkler arasındaki kardeşliğin dış güçlerin oyunlarıyla bozulmasına yapıyor yazar. Celal Hafifbilek’in Ankara 1920, Selma Fındıklı’nın Saray Meydanı’nda Son Gece, Süleyman Sağlam’ın Dağı Dağa Kavuşturan, Erdal Erkut’un Asala’dan Bir Kız Sevdim, Recai Özgün’ün Laz Muhammed, Yılmaz Ünlü’nün Giritli Gelin, Arif Irgaç’ın Kervankıran Bir Yıldız Hikayesi, Şevki İşbilen’in Hz. Davud’un Yıldızı ve Veysel Dikmen’in Büyük Ölüler Meydanı romanlarında bugünün ideolojisi ile canlandırılan tarihsel geri plan da oldukça tartışmalı. Yazarların “techir” yorumlarında hiçbir yenilik yok; resmi tarihin “Ermeni meselesi” maddesini alıp ekleyivermişler hikayelerine.

Ortak temalar

Yukarıdaki kısa özetlerden anlaşılacağı gibi, Ermeni meselesi ve Ermeniler bu romanlarda farklı tonlarda ve farklı düşmanlıklarla hikaye edilmiştir. Ancak metinlerden yansıyan savunma refleksleri ortaktır. Tam da Adorno’nun Yahudi soykırımıyla ilgili tutumlara ilişkin tahlillerinde söylediği gibi, Türk romanında da Ermeni tehciri ile ilgili tutumlar hem “suçların birbirine mahsubu” hem de “bizim” tarafın “suçunun küçültülmesi” çabasıyla ortaktır. Tehcirde hayatlarını kaybedenlerin sayısını bir milyondan üçyüz bine indirerek, katliamları Kürtlere mal etmeye çabalayarak ya da olayları Ermeni çetelerinin kışkırttığını iddia ederek bastırılmaya çalışılan tarihsel gerçeklikler ve dolayısıyla bellek, kimi yazarların “iyi” niyetine rağmen kurbanları ve mağdurları bir kez daha “vurmak”tan başka bir anlam taşımaz.

Ermenilerin suçlanmasında temel motif İngilizle, Moskofla ya da Fransızla işbirliği yapıp Türklere mezalim uygulamalarıdır. Kimi romanda iç içe geçmişlik, kardeşlik ya da insanların birbirlerini boğazlamasından duyulan üzüntüler hatta aralarında kimi “iyi”lerin varlığı belirtilmişse bile, başlarına gelenden kendileri sorumludur Ermeniler. Türk yazarlarına göre -tıpkı Rumlarla olduğu gibi- Ermenilerle tutuşulan kavga bir “ölüm kalım”, “ya onlar ya biz” mücadelesidir. Yazarlar da İttihat ve Terakki paşalarının bakış açılarıyla düşünmüşlerdir. Kurbanların yapılanı hak ettiğini, onların beş para etmez kimseler, aşağılık varlıklar ya da tehlikeli yabancılar olduğu­nu düşünmüş, kurbanlarına kötü sıfatını yakıştırmışlardır. Türkler mazlum, iyi, ahlaklı, Ermenilere karşı sevgi dolu, savaşa rağmen şiddetten imtina eden bir halktır. Ermenilerse nankör, hain, gözlerini kan bürümüş, ırz namus bilmez bir güruh… Böyle tasvir edilmiş bir güruhun katli de vaciptir elbette.

Romanların çoğu kolektif olarak yaşanan gerçek şiddetin -kıyımcıların bakış açısıyla kaleme alınmış, dolayısıyla karakteristik çarpıtmalardan etkilenmiş- halleri olmaları nedeniyle “kıyım metinleri” nitelemesini hak ediyorlar. Yazarlar kendi şiddetlerinin haklılığına iknadır; kendilerini yargıç olarak gördüklerinden Ermenileri suçlu kurbanlar biçiminde canlandırırlar. Kaba bir miliyetçiliğin sakil ifadesinden öteye gitmeyen kimi romanda haklı olmanın kesinliğiyle hareket edildiğinden bizim tarafın aldığı intikam saklanmaz.

Milli Mücadele’yi konu edinen Türk romanlarında Ermenilerle Rumların işlevi ve temsili birbirine yakındır. Batı’da Rumların Doğu’da Ermenilerin Türklere çektirdikleri eziyetler anlatılırken ortaya atılan iddialar arz ettikleri çeşitliliklerine rağmen benzeşirler. Bunlar öylesine suçlamalardır ki, yalnız­ca adlarının anılması bile aslıda şikayet edenlerin şikayet ettiklerine bir şiddet uygulamışlığından şüpheye düşülmesi için yeterlidir. En yaygın suçlama konusu kadın ve çocuk tacizleri ve cinayetleridir. Ömer Seyfettin’den başlayarak milliyetçi edebiyatın cinsel fiillere büyük ilgi duyduğunu biliyoruz. Ötekiler neredeyse sapıklık kertesinde tarif edilirler. Aile değerleri gibi dinsel değerlere de saygısızdırlar. Camileri ateşe verir, din adamlarına eziyet ederler, vs., vs…. Suçlamalar sürer gider.

Peki suçu karşısındakine hem de akıl almaz suçlamalarla yükleyen kurgusal metinlerden hareketle bir kıyımın varlığına ikna olabilir miyiz? “Evet” diyor Rene Girard;

Kıyımcıların bakış açısını anlamaya başladığımızda, suçlamaların saçmalığı, bir metnin bilgi değerini tehlikeye atmak bir yana, inanılırlığını güçlendirir. Bu tür metinlerde suçlamalar ne kadar inanılmazsa, katliamların inanılırlı­ğı o ölçüde güçlenir: Suçlamalar, katliamların neredeyse kesin ola­rak meydana geldiği psikososyal bağlamın varlığını bize onaylar.”(Girard, 2005:9-10)

Sonuç olarak, Türk edebiyatında Ermeni meselesinin ele alınışı bir kıyımın varlığını doğrulamaktadır. Rene Girard’ın Günah Keçisi incelemesinde söylediği gibi;

“Metin kıyım lehindeki durumları betimliyorsa, kur­banları bize kıyımcıların genellikle seçtikleri türde kurbanlar olarak gösteriyorsa ve üstelik bu kurbanları kıyımcıların genel olarak kur­banlarına yakıştırdıkları türden suçları işlemiş olarak sunuyorsa, kıyımın gerçek olma ihtimali büyüktür. Metnin kendisi bu gerçekliği doğruluyorsa, bundan kuşku duymak için pek bir neden yoktur.” (Girard, 2005:9) 

Komplo Teorileri

Bir savaşın ve bir kırımın yaşandığından hiç kimse kuşku duymuyor zaten. Sorun bütün bir toplumun yukarıdan aşağıya olup biteni makul ve meşru görme seferberliğinde. Tıpkı Hrant Dink cinayetinde olduğu gibi, daha kaba ve küstah kesimler cinayetleri sahiplenirken “incelmiş” milliyetçiler, ulusalcılar kanlı olayları birkaç kötü ya da fanatik unsura –geçmişte Kürtlere, bugün işsiz güçsüz serserilere- yükleme telaşında. Suçu normal dışılıkla kuşatmak, kötülüğünü kanıtlamak, suçun ırkçı niteliğini, suçlunun milliyetçi/ulusalcı “şahlanışın” bir neferi olduğu gerçeğini çarpıtmak, derin devletin derin topluma dönüştüğünü gizlemek istiyorlar. Bu bir komplo teorisi aslında. Çünkü anormal davranışlar ya da kötü kişilikler üzerinden yapılan yorumlar rahatlatıcıdır. Kötülüğün şeytani imgesi, kötülerin bizim tahayyül bile edemeyeceğimiz dürtülerle harekete geçtiği düşüncesi, katilin psikolojisinin bu toplumun psikolojisinin dışavurumundan başka bir şey olmadığını gizleyecektir. Oysa bir toplumun sadık bireyleri başkalarının başına gelen kötülükleri yaparken ya da bunlara rıza gösterirken o toplumun inançlarından beslenirler. Bu inançlar bu topraklarda bütün bir 20.yüzyıl boyunca birikmişti. Kürt isyanlarını kanla bastıran tenkil hükümetleriyle, Varlık Vergileri’yle, 6-7 Eylül’lerle, Kanlı Pazar’larla, askeri darbelerin işkence tezgahlarıyla, idam sehpalarıyla, Sivas’la, Maraş’la, “Çorum’la, Madımak’la, fail-i meçhullerle, “Hayata Dönüş” operasyonlarıyla, linçlerle, “papaz” cinayetleriyle çoğaltıldı. Üzücü olan toplumun ve hayatını topluma kılavuzluktan kazananların bütün bunları hiç sorgulamamasıdır. Sorgulamak bir yana toplum, bütün bir 20.yüzyıla damgasını vuran şiddetin sarsıcı, yıpratıcı, felç edici etkilerini şaşılacak bir doğallıkla soğuruyor, emip yutabiliyor. Bundan da tehlikelisi artık reddetme ihtiyacının bile duyulmaması, her şeyin komplocu bir düşünce mekanizmasıyla tersine çevrilmesi ve kendi kullanımına açılmasıdır.

Son birkaç yıldır komplocu mantıkla yazılan pek çok roman yayımlandı Türkiye’de. Bu romanlarda geçmiş değil gelecek kurgulanıyor; ama Rumların, Yahudilerin, Kürtlerin ille de Ermenilerin rolü hep aynı. Onların işbirlikçi, hain, ırz namus bilmez bir topluluk biçimindeki tasvirinin anonimliği komplocular için vazgeçilmez bir esin kaynağı oluyor. Türk milliyetçiliğinin zihinsel kodlarını çözümlemek için onda her türlü nefretin, arzunun ve korkunun simgesine dönüşen Ermenilerin –ve diğerlerinin- işlevini kavramak gerekiyor. Toplumsal normları ötekiler üzerinden, kutsal olanı iğrençten üretiyor milliyetçilik. Kristeva’nın Yahudiler için söylediğini bize uyarlarsak; toplumsal ve/veya simgesel kodun iğrencin oluşturul­ması konusunda yetersiz kaldığı durumlarda daha şiddetli bir Ermeni karşıtlığıyla karşı karşıya kalacağımızı ileri sürebiliriz.(Kristeva, 2004:250)

Komplo teorilerinin aslında birer kurmaca anlatı olduğunu biliyoruz; bu teoriler anlatı dünyasının sağladığı imkanlardan faydalanarak gerçeklerin bir roman formuna çevrilmesinden, sonra da bu romanın bir gerçeklik gibi okunarak hakikatin yerine ikame edilmesinden başka bir şey değiller. Roman formunda üretilenleri ise, her ne kadar romanın zaten bir kurmaca metin olması nedeniyle biraz kafa karışıklığı yaratsalar da, hem “inceleme” kitaplarına göre serbest “atış”a çok daha müsait ve meyilli olmaları hem de ideolojilerinin apaçıklığıyla, komplocu mantığın nasıl bir kollektif belleğin ürünü olduğunu görebilmemiz açısından çok şeffaf ve verimkar kaynaklar. Kötüler safında başka kavimlerin, başka ülkelerin, başka din ve inanışların, ama mutlaka Ermenilerin yer aldığı komplocu roman külliyatı milliyetçiliğin her rengini barındırırken Ermeni düşmanlığının ne kadar içselleştirilmiş ve yaygın bir duygu/düşünce biçimi olduğunu sergiliyor, hepsi de benzer bir suç yükleme alışkanlığını barındırıyorlar. Kabahatin gerçek nedenlerinden arındırılıp bu kabahatle -belki- çok dolaylı ilgisi olan, çoğunlukla ilgisiz kişi ya da guruplara kaydırıldığı suç yükleme alışkanlığı, gerginlikler üzerine inşa edilmiş ideolojilerde sıkça rastlanan basit bir refleks. Tarihi ya da güncel sorunlar işte böylesi komplo teorileriyle her türlü nedensellikten arındırılıyor, olaylar sonuçlardan yola çıkılarak yorumlanıyor, sonuçta yenilgi anları iç ve dış düşmanlara fatura ediliyor. Derin romanlar birbiriyle uyumsuz ideolojileri bir potada eriten ve her biri bir alıntı, bir gönderme niteliği taşıyan -muhayyer- öğelerinin bağlantısızlığıyla, derin tarihçilerle, derin devlet ve derin toplumla elele verip kendisini bütün dünya tarihinin biricik “özne”si sayan bir toplumun destanını, “Büyük Türk Metni”ni tamamlıyorlar.

Bağışlama Değil, Uzlaşma

Ermeni meselesi yalnızca büyük bir kıyıma yol açması nedeniyle unutulmuş bir tarihin parçası değil; uzun bir tarih boyunca bu topraklarda yaşamış bir topluluğun bıraktığı izlerle bugünkü “kimlik” sorunumuzun da bir parçasıdır. İnsanların tarihle uğraş­maları aslında esas olarak gelecek umudunun, yeni tahayülle­rin cazibe kazanması ile öne çıkar. İnsanların mevcudu irde­lemeleri, mevcuttan şüphe etmeleri için daha iyi bir başka du­rumun mümkünlüğü konusunda umutları olması gerekir. Bir başka ifade ile tarihin öznesi olarak bir sorgulamaya girişmeleri ile başlar hikaye”. (Kürkçigil, 2005:54)

Sayıları az olmakla birlikte, sorgulamaya girişen, meseleye farklı bir perspektifle yaklaşan, yaşanan trajedileri basit bir düşmanlığın ötesinde maddi temelleriyle birlikte ele alan ya da şiddetin her türlüsüne karşı çıkan romanlar da yazılmıştır: Kemal Tahir’in “Yorgun Savaşçı”(1965), “Büyük Mal”(1970) ve “Bir Mülkiyet Kalesi”(1977), Aysel Özakın’ın Gurbet Yavrum(1975), Reha İsvan’ın “Gün Olur Devran Döner”(1992), Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikayesi” (1998-2002), Baran Funderman’ın “Gavur Elo”(1999), Doğan Akhanlı’nın “Kıyamet Günü Yargıçları”(1999) ve “Madonna’nın Son Hayali”(2005), Kemal Yalçın’ın “Seninle Güler Yüreğim”(2000) ve “Sarı Gelin – Sari Gyalin”(2004), Ayşenur Yazıcı’nın “Bedriye”(2002), Erkan Karagöz’ün “Rus Kızı Vasilisa”(2002), Abdullah Ayata’nın “Anılarda Son Ermeni”(2004), İrfan Palalı’nın “Tehcir Çocukları”(2005), Hakan Gezik’in “Buz Yarası”(2005), Ahmet Aziz’in “Triumvira”(2006), Elif Şafak’ın “Baba Ve Piç”(2006), Osman Necmi Güner’in “Rana”(2006) romanlarında resmi tarihe karşı bir söylem yükselir. Anadolu tarihinin belki de en trajik vakasını genelde Müslümanlar ve gayrımüs­limler, özelde Ermenilerle Türkler arasında çatışmaya indirgemekten, haklı haksız, suçlu suçsuz, iyi kötü yargıları vermekten kaçınan yazarlar, şanlı tarihlerle değil savaşlardan yıkılmış halkları ve insanları anlatıyorlar. Ancak adı geçen romanların yazılış tarihlerinin ağırlıklı olarak 1990’lı yıllardan sonrasına denk gelmesi, Ermeni meselesine insani ve edebi bir yaklaşımın gecikmişliğini, toplumun her kesimini saran suskunluğu da işaret ediyor.

Onların Hikayelerini Kim Dinleyecek?

Kürtleri, Türkleri, Rumları, Ermenileri, Yahudileri, Süryanileri, Çingeneleri, kısaca bu coğrafyadaki bütün renkleri sevmek, o renklerin bizim için ne anlama geldiğini ifade etmek demek değildir. Gerçek sevgi ve dostluk karşısındakinin farklılığına, başkalığına içten saygı duyarak, bu farklılıkları anlamaya çalışarak, duygu ve düşüncelerini kendi üzerimizden dolayımlamaktan kaçınarak kurulur. “Ortak bir “sivil hafıza”ya sahip olmak, tarihin çoğul bir okumasını yapabilmeyi, başka pencerelerden bakan, başka sokaklara açılan tarih anlatıları olarak bizim ve başkalarının anılarından, hikayelerin, romanlarından beslenmeyi gerektirir”. Bildiğimizi sandığımız, üzerlerinde tasavvurlar oluşturduğumuz, ama bir kaç sözcük, bir kaç türkü, birkaç yemek tarifi dışında aslında hiç tanımadığımız halkların kültürel zenginliğini bir de kendi hikayelerinden, kendi ağızlarından dinlemek, bu kimliklerin kamusal alanda kendilerini özgürce ifade etmelerine çalışmak önemlidir.

Şimdi bir özeleştiri yapmanın tam zamanı: Ermenilerin de hikayeleri var bilmediğimiz, yazarları var hiç duymadığımız. Neden bilmediğimizi neden duymadığımızı sormalıyız kendimize. Okuyucuların, edebiyat eleştirisinin ya da kültürel incelemelerin gerek Türk romanında Ermeni meselesinin dile getiriliş tarzlarına gerekse de bu topraklarda yazılmış Ermeni romanlarına kayıtsız kalmışlığı, üzerinde durulması zorunlu bir eksikliktir.

Hayatını tehcir sırasında kaybeden Krikor Zohrab’la başlayalım. 1861 yılında İstanbul’da doğan, eğitimini İstanbul’daki Ermeni okullarında tamamlayan, Mekteb-i Sultanisinde öce Mühendislik ardından Hukuk eğitimi alan bir entelekteüldi Zohrab. Siyasetle de ilgiliydi. II. Abdülhamit döneminde özgürlükçü düşünceleri nedeniyle Fransa’da yaşamak zorunda kalmış, çok sevdiği İstanbul’a II. Meşrutiyetin ilanından sonra dönebilmişti. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda yedi yıl İstanbul mebusluğu yaptı. Tehcir’i başlatan Sevk ve İskân Kanunu çerçevesinde tutuklandı, önce Halep’e sürüldü, ardından Diyarbakır Harp Divanı’na sevk edildi, yolda uğradığı çete saldırısı sonucu öldürüldü. “Öyküler” ve “Hayat, Olduğu Gibi” adlarıyla derlenen hikaye kitaplarında ele aldığı meselelerle oraya çıkan entelektüel portresi Hrant Drink’in portresini hatırlatır. Hem kendi cemaatine hem Osmanlı yönetimine muhaliftir Zohrab. Bir yandan “geleneksel hayatla Avrupa tarzı hayat arasında sıkışıp kalmış Ermeni öğretmenleri, din adamlarını, seyyar satıcıları, tütün kaçakçıları gibi sıradan insanların hayatların” anlatırken toplumsal sistemi eleştirir, diğer yandan Ermeni din adamları ve kilisenin toplum üzerindeki etkisi ve baskısını hicveder.

İlk dönem Ermeni edebiyatının en önemli isimlerinden Hagop Mıntzuri, 1886 yılında Erzincan’ın Armıdan köyünde doğmuştu. Tehcirden kurtulmasını bademcik ameliyatı için İstanbul’a gelmesine borçludur. Kendisi kurtulmuş, ailesini ve sevdiklerinin çoğunu kaybetmişti. Yoksuldu. Hayatını kazanmak için pek çok işe girip çıkmasına rağmen, ona maddi kazanç temin etmeyen yazarlığını hiç bırakmadı. Kendi dilinde, Ermenice yazıyordu hikayelerini. Ve 1966 yılında yayımlanan ilk kitabı “Armıdan” da elli yıl öncesini, köyünü anlatırken acılarla dolu olsa da geçmişi yitirmemenin yolunu yazmakta bulmuştu Mıntzuri. “Armıdan Fırat’ın Öte Yanı” ve “Atina Tuzun Var mı?” adlı iki kitap halinde yayımlanan “Armıdan”ın dışında “Kapandı Kirve Kapıları” da yine içine kendisini de kattığı bir hatırlama hikayesiydi. 1978’de İstanbul’da öldü.

Belki doğrudan tehcirin değil, ama toprağını bırakıp gitmenin acısını yakından deneyimlemiş bir diğer Ermeni yazar Hampartsum Gelenyan, Perçenk doğumluydu(1895). 1914’e kadar Anadolunun o hep sözü edilen çok kültürünün en dikkate değer kentlerinden bir olan Harputa bağlıydı Perçenk. Gelenyan da orta eğitimini Getronagan Okulu’nda tamamladı, bir süre yine Harput çevresindeki köylerde öğretmenlik yaptı. 1913 yılında ABD’ye göç eden Gelenyan, 1966’da Los Angeles’ta öldü. Doğduğu yerden çok uzaklarda yaşamasına rağmen Gelenyan da köyünü anlattı hep. Mesela “Güvercinim Harput’ta Kaldı” romanında köyünü, Ermeni ve Türk köylülerini, köy hayatını, o topraklara, o insanlara ve o hayata duyduğu hasreti çok hüzünlü tınılarla dillendirmiştir. Hampartsum Gelenyan’ın “köy edebiyatı, hayatın dışına itilenlerin, toplumdan hatta doğadan kovulanların edebiyatı olarak da değerlendirilmektedir”.

1926’da Zara’da doğumlu Kirkor Ceyhan’sa Cumhuriyet çocuğuydu. Hayatını 1980’e kadar Beyoğlu’nda açtığı terzi dükkânıyla kazandı, 1982’de Fransa’ya çocuklarının yanına göç etti, 1999’da Almanya’da öldü. Gerek roman formunda yazılan “Kapıyı Kimler Çalıyor”(1999)da gerekse de “Seferberlik Türküleriyle Büyüdüm” ve “Atını Nalladı Felek Düştü Peşimize” adlı hikaye kitaplarında tehcirden 70’lere kadar uzanan bir zaman diliminde doğduğu Zara’dan hareketle bu toprakların geniş bir toplumsal panaromasını çıkarmıştır. Ailesiyle başlar anlatmaya Zohrab; kulaktan kulağa dolanan, siyasi ve toplumsal tarihle Ermenilerin acılarla dolu tarihini yanyana getiren yalın hikayelere uzanır. Neler yoktur ki bu hikayelerde? Seferberlik yılları, tehcir, Cumhuriyet’in ilk yılları, Milli Şef dönemi, Demokrat Parti yılları ve bu tarihi paylaşan Ermeni, Türk ve Kürt halkları. Ve hepsinde dönüp dolaşıp Zara’ya getirecektir lafı. Zara. Zaman zaman yerel ağız kullanarak aktardığı hikayelerde acılarla birlikte sevinçlere, halklar arasındaki dostluklara da yer vermiş, sıcak ve sevgi dolu bir dille yazmıştır.

Zaven Biberyan, biraz daha tanıdık bir isim. İstanbul’da doğmuş(1921), Saint Joseph Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Ticari İlimler Akademisi’nde öğrenim görmüştü. 1941 yılında askere alındığında yedek subaylık hakkı verilmedi, askerliğini Akhisar’da nafia eri olarak tamamladı. Komunistti Biberyan. Düşünceleri nedeniyle hapis yattı. 1949’da Beyrut’a gitti. Çok partili döneme geçildikten sonra –1953’te- İstanbul’a döndü. 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’nde çalıştı. 1968 yerel seçimlerinde İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine seçilmişti. Ermenice yazdığı “Babam Aşkale’ye Gitmedi” ve “Yalnızlar” romanlarında Ermeni insanının sıkıntılarını merkezine almakla birlikte, bu sıkıntıları toplumsal yapıya yerleştiren sosyalist bir bakış vardır. Özellikle babasının Varlık Vergisi günlerinde uğradığı haksızlıklarla başlayıp kendisinin nafia erliği dönemiyle sonlanan “Babam Aşkale’ye Gitmedi”, sadece Tek Parti iktidarının açıkça ırkçı politikasını teşhir etmekle kalmaz, bu akıldışı uygulamaların insani ilişkilerde yarattığı tahribatı da gözler önüne serer. Kısa bir roman olan “Yalnızlar”da da yine 1950’lerdeki siyasi ve toplumsal değişimlerin bireysel hayatlardaki karşılığını aramış, insanlar ve cemaatler arasındaki iletişimsizlikle yalnızlaşan insanların dramlarını işlemiştir.

Bir Daha Yaşanmasın

Bütün bu yazarların ortak noktası, tarihlerine, sevdiklerine, acılarına sahip çıkarak bir bellek yaratma arzusudur. Sanılanın aksine hiç de kin ve düşmanlık peşinde değiller. Sadece anlatıyorlar; bir gün ansızın değişen kaderleri, parçalanmış aileleri, oraya buraya savrulan çocukları, artık kaybolmuş kültürleri, hayata tutunmaya çalışan sıradan köylüleri, kendileriyle birlikte o toprakları paylaşan diğerlerini, ortak dertleri, ortak sevinçleri, kısacası geçmişte cereyan etmiş olayların bireyin hayatına yaptığı etkileri anlatıyorlar. Değiştirilmesinin mümkün olmadığını bilen, ama acıların dindirilmesinin, hatta daha iyi bir başka du­rumun mümkün olabileceği umudunu barındıran bir bilinçle anlatıyorlar.

Ne tarihten ne güncelden ne elemden ne kederden kaçabiliriz. Ama onları kucaklayıp başkalaştırabilir hatta tersine çevirebiliriz. Edebiyat ya da sanat onları sarmalamanın en iyi yoludur. Acıyla ancak bu şekilde baş edebiliriz.Bu aslında kendimizle ve tarihimizle barışmaktır.

 

NOTLAR

Başar, Şukufe Nihal – Çölde Sabah Oluyor, Saray yay., 1951

Buğra, Tarık – Küçük Ağa, Yağmur yay., 1963

Girard, Rene – Günah Keçisi, Kanat yay. 2005, çev. Işık Ergüden

Kristeva, Julia – Korkunun Güçleri, Ayrıntı yay. Çev. Nilgün Tutal, 2004

Kürkçügil, Masis – ‘Ermeni Meselesi,” Modernite” ve ‘Soykırım”, Sosyalist Demokrasi İçin Yeni Yol dergisi, Haz.Tem.2005 sayı 16/17

Milas, Herkül – Türk Romanı ve Öteki, Sabancı Üniversitesi yay. 2000

Morkaya, Burhan Cahit – Cephe Gerisi, İstanbul : Kanaat Kütüphanesi, 1933

Morkaya, Burhan Cahit – Yüzbaşı Celal, Garbi Trakya Kitapçısı Mustafa Hilmi Yayını, 1931

Morton, Adam – Kötülük Üzerine, Güncel yay. çev. Zeynep Okan, 2006