“Gelin önce birbirimizi tanıyalım…
Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim…
Gelin önce birbirimizi yaşatalım…”
Hrant Dink
Hırant Dink’in bu sözleri tarihi milattan önce 600’lü yıllara dayanan Ermeni toplumunun toplumsal belleğine ve toplumsal belleğiyle şekillenen kimliğine ışık tutuyor. Kendimizi tanımlarken kullandığımız referans noktalarının çoğaldığı ve kimliklerin iç içe geçtiği, parçalandığı, tek bir kimlikle kendini tanımlamanın imkânsızlaştığı bu zamanlarda Türkiye’de Ermeni kimliği; gayrimüslim azınlık grubuna, dünyanın farklı yerlerine dağılmış Ermeni milletine mensup olma ve Anadolu kültürünün önemli parçası olma hali arasında gelip giden bir seyir izliyor. Kültürel, tarihsel dinamikler ve bunların sonucunda oluşan farklı aidiyet kategorileri de Türkiye’de tekil ve durağan bir Ermeni kimliğinden söz etmemizi zorlaştırıyor.
Kimlik taleplerinin çokça öne çıktığı böyle bir ortamda ulus devlet sınırları içinde var olan 60-70 bin nüfuslu bir topluluğun kimliğini ne şekilde, ne derece sürdürebildiğine dair merakım ve son zamanlarda azınlık mensuplarına, özellikle de Ermeni nüfusuna İstanbul’un dokusunu oluşturan bir nostalji unsuru olarak bakılması beni Ermeni kimliği konusunda çalışmaya yönlendirmişti. Bundan hareketle yüksek lisans çalışmamda, İstanbul’da Ermenilerin en yoğun olarak yaşadığı bölgelerden biri olan Yeşilköy’deki Ermenilerin etnik kimlik oluşumu, etnik kimliğin üretiminde etkili olan dinamikler ve bu kimliğin değişken sınırlarını araştırmaya çalıştım. Çalışmanın temel sorunsalını Türkiye’deki Ermeni kimliğinin hangi boyutları ile ilksel hangi boyutları ile yapılanmış olduğu, öznel ve nesnel tanımlamaların kolektif bir kimlik olan Ermeni kimliği üzerindeki etkileri oluşturdu.
Bu yazı yüksek lisans tezim kapsamında içlerinde din adamları, dernek yöneticileri-çalışanları, serbest meslek sahipleri, zannatkarlar, öğretmenler ve ev hanımları olan 25 kişilik bir görüşmeci grubuyla yaptığım alan araştırması verilerinden bir derleme niteliğindedir. Yazıda alandan edindiğim verilerle ilişkilendirerek Türkiyeli Ermenilerin kimliklerinin çok katmanlılığını, durumsallığını ve akışkanlığını etkileyen tarihsel dinamiklere ve gündelik hayat deneyimlerine değineceğim.
Bu çerçevede anavatan, tarihsel geçmiş, mitler, kolektif bellek, dil, din, karma evlilik, törenler, azınlık ve vatandaşlık algısı önemli bir rol oynamaktadır. Bu geçişken kavramlarla ifade edilen Ermeni kimliği bir taraftan bireylerin hareket alanlarını, algılarını, dünyayı ve ötekileri yorumlamalarını ve diğer aidiyetlerini belirlemede etkin olurken diğer taraftan ayrıştırıcı, soyutlayıcı işlev görebilmektedir. Bunun yanı sıra, ilişkisellik, diğer gruplarla etkileşim, gündelik hayat ve ulus devletle kurulan ilişkiler de kimlik oluşumunun önemli dinamikleridir. Türkiye’deki Ermeni kimliğinin sürekliliğini sağlayan din gibi faktörlerin yanı sıra, çeşitliğini sağlayan gelenek, etnisite, dil gibi öncelikli aidiyet kategorileri de bulunmaktadır. Ayrıca, Ermeniliğin ulusal sınırlar dışındaki katmanları da Türkiye Ermenilerinin kendilerini konumlandırmalarında ve kimliklerinin oluşumunda etkilidir.
Antropolog Frederic Barth bir topluluğunu bir etnik gruba dönüştüren şeyin özel bir kültürel içeriğin korunmasından ziyade, sınırın korunması olduğunu söyler. Bu inşacı yaklaşımda etnik kimliğin homojen, yekpare bir varoluşa sahip olmadığını, kültürel unsurlarının değişebileceğini ancak sınırlarının korunmasının etnik kimliğin devamlılığı için gerekli olduğunu savunur.[1] Burada vurgulanan sınır kavramı, Ermenilerin ilksel özelliklerin yanı sıra diğer gruplarla ilişkilerini, kültürel alış verişi ve bu geçişenliğe rağmen Ermeni kimliğinin devamlığını açıklamada kullandığım bir kavram oldu. Özellikle siyasi kriz dönemlerinde, ekonomik ilişkilerdeki değişimlerde, karma evliliklerde sınırın geçişkenliği kavramı daha da önem kazanıyor. Geçişkenliğin arttığı bu dönemlerde kendisini geleneklerine bağlı olarak nitelemeyen görüşmecilerin bile birçok pratiği özellikle de dinsel pratiği uygulamakta gösterdikleri özen gibi kimliği korumanın bir yolu olarak gösterilebilir.
John Hutchinson ve Anthony D. Smith, etnik grubu “paylaşılan etnik geçmiş, ortak mitler ve kolektif bellek, ortak kültürel unsurlar, semboller, inançlar, anavatana bağlılık ve dayanışma ile tanınan ve ayırt edilen kültürel kolektif bir tip” olarak tanımlar.[2] Buna karşılık bu tanım etnik kimliklerin değişim, yok olma ve yeniden ortaya çıkma süreçlerini de göz ardı etmez. Görüşmecilerin anlatılarında bu tanımın yansımalarına sıklıkla rastlamakla birlikte kimliğin sınırlarının korunmasında diğer gruplarla etkileşim sonucu oluşan aidiyet ve dışlanma mekanizmalarının da önemi büyüktür. Türkiye’deki Ermenilerin kimliği siyasal, sosyal ve ekonomik kırılmalarla ve etkileşim bazı değişimler yaşasa da geçmişle bugün arasında kurduğu bağ süreklilik gösterir. Antropolog Frederic Barth’ın kavramsallaştırmasıyla, Ermeniliğin sınırları örgütsel yapıyla belirlenen bir tasarım olmakla birlikte Ermeni kültürü bu sınır ötesi etkileşimlerle değişime uğramıştır. Görüşmecilerce kullanılan bir başka kavram olan topluluk kavramı ise, antropolog Anthony P. Cohen’in tanımlamasıyla örtüşür. Cohen topluluğu “semboller bütününün şekillendirdiği bir simgesel alan” olarak tanımlar.[3] Topluluğu tanımlarken kullandığı cemaat kavramı Ermeniler için seküler olmayan bir anlam çağrıştırsa da görüşmecilerin kültürel unsurlara ve sembollere atfettikleri önem ve bir arada var olma şekilleri bu kavramı çalışma sınırları içinde kullanılabilmekteydi.
Bu noktada araştırmanın gerçekleştirildiği alan olan Yeşilköy mekânsal olarak merkezi bir yerde duruyor. İstanbul’un Bakırköy ilçesine bağlı bir semt olan Yeşilköy, 9. Yüzyılın başlarına dek bir Rum balıkçı kasabası olarak bilinmekteymiş. İsmini Hıristiyan bir Aziz olan Saint Stefano’dan alan semt 1924 yılına kadar Ayastefanos adını taşımış. Bu semt İstanbul’da Ermenilerin toplu halde yaşadığı, fiziksel ve psikolojik olanakları ile cemaat yaşamını sürdürebildikleri az sayıda semtler arasında sayılabilir. Uzun süredir Yeşilköy’de yaşıyor olmanın yanı sıra, Ermeni cemaatine ait bir adet kiliseyi dernek ve okulu barındırması ve Ermeni nüfusunun bölgede sayıca fazla oluşu Ermeni cemaatinin bir arada varoluşuna imkan sağlamakta. Geçmişe göre bugün sayısı azalmış olmakla birlikte yine de belli bir oranda Ermeni Süryani ve Türk nüfusun bir arada yaşayabildiği bir semt olarak varlığını sürdürüyor. Bu semtte yaşıyor olmak görüşmeciler için bir aidiyet sınırı da çiziyor ve kendilerini, Yeşilköylü olmak üzerinden de tanımlayabiliyorlar. Bundan hareketle ilk olarak görüşmecilerin aidiyet ve anavatan algısı ile başlamak yerinde olacak.
Anavatan-Anadolu-İstanbul
Ermeni toplumunun milattan önce 600’lü yıllara dayanan uzun tarihi kurulan pek çok krallığı, büyük imparatorluklarla yapılan uzun süreli savaşları ve bu imparatorluklar boyunduruğunda yaşama dönemlerini kapsıyor. Bu savaş ve bağımlılık sürecinin Ermeni kimliğinde bıraktığı en önemli izin “Anavatan” algısında, (yaşanılan toprağa ait olma halinde) ortaya çıktığını söyleyebilir. Araştırma süresinde görüşülen kişilerin çoğu İstanbul’a Anadolu’dan; Erzurum, Kastamonu, Van, Kayseri, Yozgat, Sivas ve Malatya’dan göçmüş kişilerden oluşmaktaydı. Bu kişiler için Anavatan kavramı Anadolu’yla eşleştirildi ve gurur duyarak telaffuz ettikleri Anadolulu olma hali saf ve temiz kalmak, bozulmamak, geleneklerin devam ettirilmesi anlamına geliyor. Bir görüşmecinin doğduğu yerde misafir olarak adlandırılmasından duyduğu rahatsızlık da bu vurguya işaret ediyor:
“Geçenlerde Sivas’a gittik bir arkadaşımla. Sivas’a giderken onun tanıdığı birkaç kişiye rastladık bir kafeteryaya otururduk çay kahve içiyoruz. Arkadaşım tanıştırdı beni o kişilerle. Bir tane kelli felli adam belli ki göçmen muhacir yani bana “siz bizim misafirimizsiniz” dedi. Arkadaş söyledi sanırım yavaşça beni Ermeni olduğum, daha evvelden veya. Dedim ne maksatla bunu söylüyorsunuz. Ya dedim sen dedim benim misafirimsin. Ben Sivas’ta doğmuşum doğum yerim Ulaş. Dedemin dedemin dedesi de burada doğma büyüme. Siz dedim kaç yüz senedir buradasınız. 100-150 sene evvel siz gelmişsiniz. Kalkıyorsun diyorsun ki bana misafirimizsiniz” (72 yaşında, Erkek, Sivas)
Görüşmeciler anlatılarında kolektif geçmişlerini, tarihlerini, ailelerinin doğduğu Anadolu’daki şehirlerle özdeşleştirerek, Smith’in terimiyle “anıların bölgeselleştirerek” anlatma yolunu seçtiler.[4] En genç görüşmeci bile Anadolu’yu mutluluk, barış, birlik içinde yaşadığı, güzel anılarını, doğal güzellikleri, ataların mezarlarını barındıran, şiirsel bir yaşam alanı olarak tasvir etti. Anlatılarda Anadolu bir taraftan Ermenilerin kolektif belleğindeki anavatan imgesiyken bir taraftan da Ermenilerin Anadolu siyasi, edebi, sanatsal katkılarıyla güzelleşen bir medeniyet beşiği olarak tasvir edildi. Görüşmecilerin çoğu Ermeni kültürünün bu topraklarda doğduğunu Anadolu kültürünün bir parçası olduğunun altını çizerken bazı Türk geleneklerini bilmek, bir seviyeye kadar kültürel melezleşme normal ve olması gereken bir süreç olarak değerlendiriliyor. Buna da bağlı olarak, görüşmeciler Türkiye dışındaki Ermenilerle kendilerini ayrıştırırken yine Anadolulu kavramını ön plana çıkarıyor.
Anavatan toprak sınırları içindeki vadilerin dağların nehirlerin toplamı değil atalarının yaşadığı toprakları sulayan nehirlerin aktığı, atalarının mezarlarının üzerinde bulunduğu tepelerin olduğu alan anlamına geliyor görüşmecilerin belleğinde. Geçmişe duyulan bu özlem ve nostalji Anadolu’dan İstanbul’a göçün ardında İstanbul’un bir çeşit telafi alanı, sığınak olarak görülmesinde kendini gösteriyor. İstanbul görüşmeciler için kolektif geçmişlerini ailelerinin doğduğu Anadolu’daki şehirlerle özdeşleştirerek kimliklerini yeniden yeşertmeye çalıştıkları, köksüzleşme hallerini telafi etmeye çalıştıkları ikinci bir anayurt olarak niteleniyor. Bu yersizleşme durumunu telafi çabası bir görüşmeci tarafından şöyle tasvir ediliyor.
“Bizim aslında şu anda burada kökümüz kesilmiş, kökümüz Anadolu’da kalmış. Kökü kesilen ağaçtan bir fide İstanbul’da yeşertilmeye çalışılmış. Yani biz burada yeşermiş bir fidanız belki ama kökümüz yok. Kök Anadolu’da. Diğer fidelerden de haberimiz de yok açıkçası. Niye sayısı az çünkü insanlar yurt dışına gidiyorlar yurt dışında kimliğini rahat yaşayabilmek için. Hıristiyan kültüründe yaşayabilme.,imkanları var. Yani mesela son zamanlardadır ki insanlar yılbaşı olayına daha rahat yaklaşabiliyorlar.” (40 yaşında, Kadın, Malatya)
Bunun yanında İstanbul’da yaşamak, Anadolu’yu terk etmemiş olmak Türkiyeli Ermenilerin kendilerini Türkiye dışında yaşayan Ermenilerden ayırt etmekte kullanacakları önemli bir bileşen görevi görmekte iken İstanbul’un Şişli, Bakırköy, Yeşilköy, Kadıköy gibi belirli semtleri Ermenilerin huzurlu, kültürel bağlarını koruyup yaşatabilecekleri yaşayabileceği nadir yerler olarak nitelendiriliyor.
“Zaten bir Ermeni olarak Türkiye’de İstanbul’un belli semtlerinde yaşayacaksınız ya yurtdışında yaşayacaksınız fazla bir alternatifimiz yok. Gidenlerin çoğunun gitme sebebi de bu.” (44 yaşında, Kadın, Malatya)
“Benim atalarımın toprakları bunlar benim atalarım bu topraklarda yaşadı büyüdü ve son derece de sağdık yaşadılar benim atalarım bu topraklarda her şeye rağmen. Biz çok rahat bırakıp oraya buraya gidebilirdik. Benim bütün sülalem içinde 400e yakın yaşayan insan var şu anda dünyada anne tarafım akıl almaz geniş bir sülaledir. İstanbul’da yaşaya 20 kişi yokuz biz. Ben rahat rahat bırakıp gidebilirdim. Hayır, burası benim, ülkem ben Türkiyeliyim ya, niye gideceğim.”(33 yaşında, Erkek, Sivas)
“Burası tabi ki bizim vatanımız. Burada doğduk büyüdük köklerimiz burada. Ama bazen öyle olaylar oluyor ki yani öyle bir davranılıyor ki sanki biz buraya bir yerlerden gelmişiz de buraya bizi birileri koymuş ve sanki hala gitmemiz bekleniliyor gibi bir his var. Öyle davranılıyor gibi. Ben de bu ülkenin insanıyım burada doğdum büyüdüm.”(54 yaşında, Kadın, Van)
Kimliğin yapıtaşları: dil ve din
Tarihsel olarak bakıldığında Ermeniliğin kültürel biricikliği, Hıristiyanlığın Ermeni krallığınca ulusal din olarak kabul edilmesi (MS 301) ve 506 yılında Ermeni Apostolik kilisesinin kuruluşu ve sonrasında Mesrop Mashots tarafından 5. Yüzyıl başlarında Ermeni alfabesinin oluşturulması ile sağlanmış olur. Ermeni tarihi için bir dönüm noktası olan bu süreçlerle Ermeni kimliği bütünleşmiş bir etno-dinsel bir kimlik olarak var olmaya başlamıştır. Anthony Smith “Seçilmiş Halklar” kitabında bir topluluğun mitler, anılar ve ritüellerle aktarılan kolektif kimliğinin yaratılmasında en önemli rolü din ve dilin üstlendiğinden bahseder.[5] Smith’e göre Ermeni halkı için din, kendilerini yalnız ve kimsesiz hissettikleri karanlık dönemlerde milli gurur ve rahatlık hissi veren bir kaynak işlevi görmüş ve dünyanın farklı yerlerine savrulmalarına rağmen Ermeni halkını bir arada tutmuştur. Bu noktada Hıristiyanlığı ilk kabul eden devletin Ermeni devleti oluşu, Anadolu’nun yerleşik en büyük medeniyetlerden birine mensubiyet ve ilk Hıristiyan Ermenilerin karşılaştığı zorlukları görüşmecilerin anlatılarında da önemli yer tutuyordu. Ermeni toplumunun dili ve dini sayesinde dünyanın pek çok yerine dağılmış olmasına rağmen dayanışma ve bağlılıkla devamlılığını sürdürebildiğini vurgusuna da görüşmecilerin anlatılarında da sıkça rastlanıyordu.
“Bence alfabe, konuşulan dille birlikte Ermeni kimliğinin temel unsurudur. Ermeni Alfabesi sayesinde Ermeni toplumu Roma İmparatorluğunun içinde erimekten, kurtuldu. Yoksa sağlam bir kültürümüz olmasına rağmen o dönemlerde çok kolay asimile olabilirdik.” (40 Yaşında, Erkek, Kayseri)
“Kendi dilinde yazamayan bir toplum var olamaz. Birçok millet böyle yok oldu. Biz de alfabemiz olmasa yok olabilirdik. Alfabemiz bizi, bizim kimliğimizi korumuştur”(41 Yaşında, Erkek, Sivas)
Bu noktada kilise, kimliğin sürdürülmesi ve temsilinde bugün de önemli bir rol oynamayı sürdürüyor. Bir görüşmeci etno-dinselliğin ve kilisenin kimliğin şekillenmesindeki önemini şöyle ifade ediyor:
“Kilise Ermeni kimliğinin tam ortasında duruyor. Ermenilik ve Hıristiyanlık iç içe geçmiş bir şey dolayısıyla kilise bizim hayatımızın tam ortasındadır eğer dikkat ettiyseniz Ermeni kilisenin hemen bitişiğinde Ermeni okulu vardır yani bir okulun zaman her zaman yanında kilisesi vardır. Biz aynı zamanda dünya üzerinde ilk Hıristiyan olan milletiz bunun da onurunu taşıyoruz. Dindar olalım ve ya olmayalım kilisenin bizim kimliğimizde çok önemli bir yeri vardır. Bütün kız ve erkek çocukları bir gün kilisede evleneceklerini bilirler buna özenirler hepimiz vaftiz olduğu evlendiği ve öldüğünde cenazesinin kalkmasını istediği kiliseler varıdır. Hepimizin mezarlıkları vardır aile kabristanları o aileden herkes oraya gömüleceğini bilir. Dolayısıyla ben Ermeni kimliği ile Hıristiyanlığın kilisenin içice olduğunu düşünüyorum. Hatta bizde şey vardır, yabancı biri ile evlenmiş, yabancı derken Müslüman biriyle evlenmiş kişi için Türk olmuş derler oysa biri milliyettir diğeri dindir ama Ermenilik ve Hıristiyanlık o kadar iç içer geçmiştir ki Ermeni dışında biriyle evlenen Türk olmuştur yani Müslüman olmuştur. Böyle bir şey vardır. Gidelim veya gitmeyelim kilise bizim hayatımızın tam ortasındadır.” (36 Yaşında, Kadın, Yozgat)
Kilisenin birleştirici yönlerinin, aynı zamanda özellikle genç nüfus için sınırlayıcı olabiliyor. Ermeni kültürünü ve toplumunu devam ettirme sorumluluğu gençler özellikle de genç kadınlar üzerinde daha da büyük bir baskı unsuru oluşturuyor. Ermeniliği, kültürü ve dili çocuklarına aktaracak olanlar kadınla bunun yarattığı baskı altında eziliyorlar. Evlilik bu noktada kilit bir role sahip. Bunun altında, karma evlilik korkusu ve buna bağlı olarak sayıca azalma korkusunun olduğu görülüyor. Bununla birlikte karma evliliğin Ermeniliğe çok büyük zarar verdiğine inanan ve bu durumun Ermeni kimliğinin sınırlarını aşındırdığını düşünen görüşmeciler de mevcut.
“Kimliğimiz açısından bakıldığında, en çok kanayan yaramız. Karma evlilik yapan herhangi birisini yargılayabilir miyim, veyahut da onu herhangi bir şekilde reddedebilir miyim? Hayır. Dediğim gibi özellikle iki genç birbirini seviyorsa, artık yapacak bir şeyimiz yok. Fazla bir şeyimiz yok, üzücü mü? Çok üzücü.” (40 Yaşında, Erkek, Kayseri)
“Benim gerçek düşüncem aynı dinden olan kişilerin evlenmesi, çünkü mutlaka ilerde bir sorun çıkacak en azından çocuklar açısından. Ama arada sevgi varsa aşk varsa din diye bir şey yok bana göre ama doğru bulduğum aynı dinden kişiler evlenmesi bu mutluluktan ya da evliliğin sürmesi açısından değil. Çünkü Hıristiyanlıktan ya da Müslümanlığın ayrı ayrı gelenekleri kültürleri gereklikleri var.” (54 Yaşında, Kadın, Ankara)
Tarih-bellek-bugün…
Anthony Smith “Seçilmiş Halklar” isimli kitabında da mit ve kolektif anıların bir etnik grubun varlık sebeplerinde birini oluşturduğunu söyler.[6] Etno–dinsellikle birlikte, tarihsel ve toplumsal belleğe dair hikayeler Türkiye’de Ermeni kimliğinin insaası için önemli bir hammadde teşkil ediyor. Köken, göçler mitleri, seçilmiş topluluk olma, anavatana bağlılık altın çağ, düşüş ve yeniden doğuş mitlerinin etkisi görüşülen Ermenilerin anlatılarında da önemli yere sahipti. Anlatılarda görüşmeciler Ermeni krallıklarının altın çağ dönemleri, Hristiyanlığın kabulü, sonrasında bir arada yaşamanın mümkün olabildiği millet sisteminin Ermenilere tanıdığı özerklik, millet-i sadıka olarak konumlandırılmaları, 1915’in yarattığı yıkım, Cumhuriyet döneminde uygulanan Türkleştirme politikaları, varlık vergisi, 6-7 Eylül gibi konulara değindi.
Millet sistemi Osmanlı imparatorluğunda devletin ve toplumun algılamasını şekillendiren bir görünüm arz etmiştir, Ermeni cemaatinin millet statüsüne kavuşmasının ardından 1461 yılında İstanbul’da Ermeni Apostolik Patrikhanesinin kurulması ile Patrik, siyasi otoriteler ve cemaat gözünde cemaat lideri konumu kazanmış ve devlet- cemaat arasında bir arabulucu rolünü üstlenmişti. Bu gelişmelerle Ermeni toplumu kimliğini koruyup geliştirebilecekleri ruhani özerklik sahibi olmuş ve 15. Yüzyıldan 18. Yüzyıla dek İran Kafkasya, Kırım ve Anadolu’dan pek çok Ermenin İstanbul’a göç etmesine neden olmuştu. Görüşmecilerin anlatılarında bu döneme dair sıklıkla Ermeni milletinin millet-i sadıka olarak anılmasından ve Osmanlı medeniyetine önemli katkılar sağlamış; sanatçılar müzisyenler, aydınlar (Türk sanat müziğinin notasını yaratan Hamparsum, bugünkü Türk alfabesinin oluşumuna büyük katkı sağlayan Agop Dilaçar vb) yetiştirdiğinden söz ettiler.
Kültürel yeniden üretime imkan sağlasa da farklılaştırma üzerine kurulu olan millet sisteminin yeni kimlik taleplerine ortak hak ve özgürlük alanı sunamadığını biliyoruz. Osmanlı devleti milliyetçi hareketlere cemaatleri Osmanlıcılık üst kimliği etrafında birleştirmeye çalışarak cevap vermiş ama kültürel özerkliğin yarattığı etkileşimsizlik yüzünden toplumsal bir birlik bir yaratmayı başaramadığı da açıktır.
İmparatorluğun parçalanması, ulus devlet kurulma süreci ve bu süreçte yaşanan çatışmalar, kırılmalar Cumhuriyet döneminde Ermeni toplumunun hukuki statüsünde etkili olduğu kadar Ermeniliğin kurgulanmasında da önemli rol üslenmişti. Bu süreç bir anlamda milleti sadıka olarak görülen Ermenilerin masumiyetini yeni cumhuriyeti kuran kadroların gözünde yitirilmesi ve eşit vatandaşlık statüsünden mahrumiyet olarak tasvir edebilir Bu noktada 1915 tarihsel olarak Anadolu ile özdeşleşen kolektif bir travmaya işaret ediyor. Bununla birlikte cumhuriyetin kuruluşundan sonra uygulanan devlet politikaları da Ermenilerin kimlik inşa sürecinin önemli ayaklarını oluşturuyor.
Görüşmecilerde 1915’ in acılarına dair genel bir sessizlik ve kırgınlık halinden de bahsetmek mümkünken bu travmanın bir “kendini kurbanlaştırma” sürecine neden olmadığı, çoğu için geçmişle gelecek arasında, kimliğin devamlılığında çok büyük bir kesintiye yol açmadığı görülüyordu. Kayıplara sabit bir bağımlık yerine kayıpları travmayla baş etme stratejisi olarak tanımlanabilecek bu yaklaşım görüşmecilerde kendilerini diaspora ve Ermenistan Ermenilerinden ayrıştıran bir özellik olarak kendini gösteriyor.
“Her iki toplum arasında da geçmişe dönük bir kırıklık var. Onu tedavi etmek zordur. Hani bıçak yarası geçer dil yarası kalır. Burada insanların birbirini doğru tanımaması orada o ortamda, bazı şeylerin o ortama uygun olarak cereyan etmesi bunları hepsi etken. Bu sözlü anlatı geleneği her iki toplumda da var. Anadolu’da bugün gittiğinizde biz söyle yaptık böyle yaptık diye konuşan insanlar buluyorsunuz. Anadolu’da artık azınlıklardan kimseyi bulamıyoruz zor oluyor işte onlar da zaten göçmüş durumdalar onlar da gittikleri ülkelerde yaşadıkları acıları kaleme almışlar. Bugün okuduğunuzda yeni yaşanmış gibi bu acıyı değerlendirdiğiniz zaman düşmanlık hissedersiniz. Ya acıyacaksınız bir tarafa diğer tarafa karşı düşmanlık hissedeceksiniz. Geçmişteki hatalar üstüne de yeni bir dünya bina edemezsiniz. Hikayelerin benim üzerindeki etkisinden ziyade önemli olan hikayeyi dinlerken olayları objektif değerlendirme yaklaşımı ve karşılıklı anlayıştır.” (46 Yaşında, Erkek, Sivas)
“Tabi onlar çok farklılar bizden kaçınılmaz bir şey yani. Birçoğu da buradan gitmiş olmasına rağmen ki ama 1915de gitmişler çoğunluğu ve ya 1915 öncesinde gitmişler ve ya 1990 a kadar olan bir dönem var geçiş dönemi. Ermenistan’a gittim. Acayip kötü hissettim kendimi…. Başka ne şekilde ayakta kalacak ? Ancak acı edebiyatı ile ayakta kalırsın.” (44 Yaşında, Kadın, Malatya)
“Yarayı kanatmanın bir anlamı yok, hala bir arada yaşıyoruz… Önemli olan daha iyi bir gelecek inşa edebilmek…” (54 Yaşında, Kadın, Ankara)
1. Dünya Savaşı sonrasında tüm uluslararası azınlık koruma anlaşmalarında soy dil din gibi çok geniş bir kapsam kullanılmış olmasına rağmen Lozan’da azınlık tanımının içine sadece gayrimüslim (Ermeni-Rum-Musevi) cemaatlerin dahil edilmesi çok kültürlü bir devletin mirasını devralan yeni ulus devletin Türklük tanımındaki İslam vurgusunun altını çizmişti. 1930’lu yıllardan itibaren daha da keskinleşen Cumhuriyet döneminin azınlık politikaları da aynı bu anda vatandaş ve azınlık olmanın gerginliğini yaşayan Ermenilerin kendi kimliklerini ve ötekilerle ilişkilerin şekillenmesinde belirleyici olmuştur. Tüm bunlara bağlı olarak görüşmecilerin pek çoğunun kendini tanımlarken azınlık kavramından uzak durduğunu görülüyor. Aşağıdaki alıntı bu özene işaret ediyor;
“Azınlık sen şu kadarsın demek. Azınlık ne demek yani. Mesela Amerika’da bin bir çeşit adam var ona sen azınlıksın çoğunluksun demiyor. Amerikalısın diyor. Biz buranın asli unsuruyuz niye azınlık densin bu hiç hoşuma gitmiyor açıkçası ama. Azınlıkta kalmışız şu anda herhalde ondan öyle deniyor ama güzel hoş bir şey değil bence seni ötekileştiriyor.” (37 Yaşında, Kadın, Malatya)
“Ben azınlık falan değilim bir kere azınlık kelimesinin benim için sadece bir anlamı var o da nesli tükenmiş hayvanlara denir ben bir Ermeni çocuğuyum”(46 Yaşında, Erkek, Kayseri)
“Azınlık kelimesinden hoşlanmıyorum sen burada azınlıktasın hiçbir hükmün yok gibi bir anlam çıkıyor ortaya. Azınlık kelimesi güzel bir şey değil. “.(54 Yaşında, Kadın, Ankara)
Görüşmecinin yarısı kendilerini Ermeni diye tanımlarken yine bunların yarısından çoğu Ermeniliğin hemen ardından yani Hristiyan vurgusunu da ekleyerek tanımlarından Ermeni kimliğinin etno-dinselliğine vurgu yaptı. Geri kalanlar ise yaşanan yer ve vatandaşlık üzerinden kendini tanımlama yoluna gitti (Türkiyeli- İstanbullu- Anadolulu- TC vatandaşı). Bu durumu bir görüşmeci söyle açıklıyor;
“Ermeni cemaatinin mensubuyum demek yerine gayri Müslim bir gruba mensup olmak Hristiyan’ım demek bir kaçış gibi bizim için. Bu kamu kurumlarında ve kimlik kartlarımızda da böyle belirtilmiş. Kitabi bir din mensubu olmak daha kabul edilebilir bir şey.”(29 Yaşında, Kadın, Yozgat)
Bu tanımlamalardan Ermenilikten çok Hristiyanlık ve Türk vatandaşlığı kavramlarının kullanılması ve azınlık kelimesinden duyulan rahatsızlığın görüşmelerde sıklıkla dillendirilmesinin altında Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan ayrımcı politikaları yatıyor. 1926 yılında çıkarılan “devlet memuru olmak için Türk vatandaşı olmak yerine etnik kökeninin Türk olması” zorunluluğu, 1930’larda sürdürülen “Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyaları”, Varlık Vergisi ile sermayenin Türkleştirilme projesi, 20 kura askerlik uygulaması, 6-7 Eylül olayları, Vakıflar meselesi hafızalarında 1915 kıyımı ile birlikte belki de en çok yer tutan ve görüşmecilerin kolektif hafızalarında etkileri bugüne ulaşan kırılma noktalarını oluşturuyor. Örneğin; 1926 yılında çıkan kamu görevlisi olmayı Türk olmak koşuluna bağlayan yasa görüşmecilerin kişisel tarihlerini derinden etkileyen olayların başında geliyor. Bu yasa 1965 yılında kaldırılsa da etkisinin sürekliliği görüşmecilerin anlatılarında kendi belli ediyor. Görüşmecilerin neredeyse tamamı devlet memurluğuna başvursalar da alınamayacaklarını düşünüyor. Bu durum gündelik hayattaki bazı pratiklerin yazılı yasalardan çok daha etkili oluğuna işaret ediyor. Bir görüşmeci vatandaşlık hakları ve ödevleri arasındaki dengesizliği şöyle değerlendiriyor;
“Bütün dünyada siz başka din adamı bulamazsınız ki yaptığı cenazeden aldığı bahşişsin gidip devlete dürüst bir şekilde beyanını versin ve vergisini ödesin buyur kardeşim ben şu kadar bahşiş verdiler yaptığım düğünde buyur. Türkiye’de acaba aldığı bahşişi vergisini veren bir kişi var mıdır bizim din adamlarımızdan başka. Şimdi ben bu ülkenin eşit vatandaşıyım oy kullanıyorum, askerlik yapıyorum, beni çok rahat bira şekilde devlet memuru da olmam lazım kaymakam da olmam lazım, ilahiyat fakültesine de sahip olmam lazım. Bir Sünni Müslüman bu ülkede hangi haklara, imkanlara sahip ise, hangi imkanlara sahip ise eşit olarak benim dinimi dilimin ırkımın tamamen devam edebilmesi için gerekli olan her çeşit imkanlara sahip olma hakkına sahip olmam lazım. Ben bir ayrımcılık istemiyorum, fazladan hiçbir şey istemiyorum. Benim vatandaş olarak ihtiyaç ve haklarımın karşılanmasını istiyorum”(41 Yaşında, Erkek, Sivas)
Devletin azınlık politikalarının gündelik hayata yansımalarının Ermeni topluluğunu kimliğini daha özenle korumaya ve aktarmaya yönlendirdiğini söyleyebilir. Eriksen’ in de bahsettiği gibi bu uygulamaların aktarımı da kültürel sermayenin bir parçası ve gereklilik olarak resmediliyor görüşmecilerce.[7]
“Dürüst olmam gerekirse bu hatıraları çocuklarıma aktarıcam. İnsanların bu olayları nasıl adlandırdığı önemli değil aslında. Bir sonuçlarını gördük. O yüzden aktarıcam, ama çocuklarımın bu ülkenin insanlarına düşman olmasını da istemiyorum. Sonuçta alınan yanlış siyasi kararlar yüzünden oldu yaşananlar…” (36 yaşında, Kadın, Erzurum)
Yaşanmışlıklarla birlikte gelenek görenek, dil din gibi unsurların aktarım süreci en çok da aile içinde ve kadınlar tarafından gerçekleştiriliyor. Görüşmelerde kültürün taşıyıcısı olan ve çoğunlukla, özel alanda var olan kadının Ermeni dilini, dinini, geleneklerini kültürel özelliklerini çocuklarına aktarma, taşıma görevi çalışma sırasında göze çarpan, sıklıkla dile getirilen bir başka önemli nokta. Evliliğin bu noktada kilit bir role sahip . Bunun altında karma evlilik korkusu ve buna bağlı olarak sayıca azalma korkusunun olduğu görülüyor. Ve bu durumun kadının rolü, sorumluluğu ve buna bağlı olarak kadın üzerinde kurulan denetim de bu korkuyla pekişiyor. “ Biz kafayı sürekli bir şeyleri yaşatmaya takış kişileriz, omuzlarımızda kültürü devam ettirmek gibi bir yükle doğuyoruz” diyor bir kadın görüşmeci. Bir başka görüşmeci de karma evlilik korkusunu şu cümlelerle ifade etmiş;
“Karma evlilikler kimliğimiz açısından ciddi düzeyde yıkıcı yani az buz değil bizim aslında. Kimliğimiz açısından bakıldığında en büyük kanayan yaramız o bizim herhangi bir şekilde karma evlilik yapan herhangi birisini yargılayabilir miyim aklımda ve yahut da küçük görebilir miyim ve yahut da onu herhangi bir şekilde reddedebilir miyim? Hayır. Dediğim gibi özellikle iki genç birbirini seviyorsa artık yapacak bir şeyimiz yok. Fazla bir şeyimiz yok üzücü mü? Çok üzücü. Açık açık çok üzücü. Kilisemiz bundan birkaç sene önce karma evlilikler içinde bir orta yol, ayinde orta yol başlattık. “Şimdi biz 60 binlik bir cemaatiz yılda 300 düğünümüz var bir yıl içinde cemaatimizin bunun yüze yakını eğer karışık evlilikse gelecek nesilden ne beliyoruz. 4te bir 3te bir gibi bir oran bu kimliğimiz açısından sorulduğunda, biyolojide bize şöyle bir şey öğretilirdi zamanında büyüyen popülasyon, sabit popülasyon, küçülen popülasyon. Biz şu anda küçülen bir popülasyonuz ve kimliğimiz açısında çok ciddi sorunumuz var bu konuda”(48 Yaşında, Erkek, Sivas)
Tüm bu verilere bakarak cemaat hayatının bir yönüyle cemaat dışı dünyaya karşı sığınılacak bir liman olmasının yanında bireyi sınırlandıran yönü de olduğu söylenebilir. Buna karşılık nadir de olsa topluluktan sıyrılabilen bireylerde topluluk içi kişisel bir alan yaratma çabasına rastlanıyor. Bir başka değişle benzerlikler ve farklılıkları bir arada barındıran bir kimlik alanından söz etmek mümkün.
Gündelik hayatta yaşanan dışlanma ve dahil etme süreçleri, kimliği ifade etmedeki zorluklar da görüşmecilerin kimlik algılarında önemli bir yer tutuyor. Görüşmeciler her ne kadar devlet ve toplumla olan ilişkilerini ayrı değerlendirseler de ve Türklerle yakın ilişkilerine vurgu yapsalar da zaman zaman karşılaştıkları önyargıların ve isimlendirmelerin etnik kimliklerini dile getirememelerine yol açtığını söylüyor. Yeterince tanımama ve eğitimsizlik bu tip olumsuz görüşlerin nedeni olarak görülüyor. Buna bağlı olarak Ermeni kimliğini ifade etmede yaşanan zorlukların da kimliğin şekillenmesinde önemli bir rol üstlenmekte.
“Çocukluğumdan beri gavur olduğumuz herkes hissettirdi bana. Yeri geldiğinde gavur diye dalga geçilirdim. Sokakta yürürken annemin ödü kopardı mama deme derdi. Askerde korkunç bir ayrıma tabi tutulduk be Kenan evren dönemi askeriyim cumhurbaşkanı Kenan evren başbakan Turgut Özal,.. Sakıncalı askerler öne çıksın denildiğinde biz çıkardık. Sakıncalıyım ben. Hukuksal açıdan, sabıkalı insanlarla ben eşit kategoride tutuluyordum sadece Ermeni olduğum için. Birçok ortamda bu bize tokat gibi indi her zaman için.” (40 Yaşında, Erkek, Kayseri)
Bu uygulamalar sonucu ortaya çıkan suskunluk, Türk’ten daha Türk olma, iyi bir vatandaş olma vurgusu, cemaat ilişkilerini ve kültürü koruma çabasıyla bir nevi içe dönme hali ulus devlet içinde azınlık olarak var olabilmenin stratejileri olarak karşımıza çıkıyor. Görüşmeciler çoğunlukla Türklerin Ermenilere atfettiği çalışkanlık dürüstlük gibi özelliklerin altı çizilerek bu isimlendirmeleri tersine çevirme yoluna gidiyor
“Bu ülkenin Ermenileri bu ülkedeki en sadık Türk’ten daha sadıktır bu ülkeye. Bu ülkenin Ermenileri en çok katkı yapan Türk’ten daha çok katkı yapmaya hazırdır. Biz garip bir milletizdir. Yaşadığımız ülkeye çok fazla bağlanırız biz. O ülke için çok fazla şey yaparız. Elimizde değildir. Ermeniler için biz deriz, el iyisi ev kötüsü deriz. Kendi lafımızdır bu” (48 Yaşında, Erkek, Kastamonu)
Bununla birlikte görüşmecilerin pek çoğu devletle ilişki kırmaktan kaçınsa da devlete bağlılık vurgusu pek çok anlatıda dikkati çekiyor.
“Kilise ayininde devletin bekası için dua ederiz. Nerde olursanız olun o devletin bekası için dua ederiz. O devlet Hristiyan’dır, Müslümandır, Japon’dur, İnguş’tur o önemli değil yapımız bu, yaşadığımız topraklardaki devletin bekası için biz dua ederiz.” (40 Yaşında, Erkek, Kayseri)
Yeşilköy’de Ermenilerin farklı gruplarla bir arada yaşama geleneği var olsa da Süryaniler Yahudiler ve Kürtler Ermenilerin olumsuz özellik atfettikleri ve genelde Türklerle ilişkilerini bozan ötekilerini oluşturuyor. Bu stenotipler kaynağını tarihsel geçmiş ve deneyimlerden alıyor.
Görüşme yapılan Ermeniler için Ermenistan ve diasporanın kimliklerinin dış halkasını oluşturduğunu söyleyebiliriz. Buralardaki akrabalar ve yakınlarla ilişkiler sürdürülse de pek çok görüşmeci kendilerini Anadolu kültürünün parçası olmaları, atalarının yaşadığı toprakların sınırlarına yakın bir yerde yaşamaları ve gelenek ve görenekleri gerektiği gibi yaşatabilmeleri açısından Ermenistan ve diaspora Ermenilerinden kesin çizgilerle ayrıştırıyorlar. Pek çok görüşmeci etno- dinsel ve dilsel bağları kabul etmekle birlikte Türkiye Ermenilerinin tüm Ermeni toplulukları arasında kültürünü geleneklerini en iyi şekilde yaşatabilen, en bozulmamış topluluk olarak tanımlanıyor.
Görüşmecilerin bir kısmına diaspora Ermenileri hakkındaki fikirleri sorulduğunda Ermenilerinin çok kolay asilime olduğunu çünkü gelenekleri yaşatabilecek fiziksel olanaklara sahip olmadıklarını vurguluyor. Buna karşılık dış faktörlerin etkisiyle Türkiye’de ve diğer doğu ülkelerinde Ermeni kimliğinin belirginleştiği vurgusu da görüşmecilerce dillendirdikleri arasında. Bu doğrultuda Hrant Dink de bir yazısında doğuda Ermeni kimliğinin sınırlarını belirgin olmasından dış faktörlerin etkisinden bahseder. Dink’e göre çoğulculuk fikrinin hakim olduğu batıda ise asimilasyon çok daha olasıdır. Dink’e göre “Batının özgürlükler cenneti kimliklerin cehennemine dönüşürken, çok kültürlülük adına kimliklere tanınan kolaylıklar ne yazık ki bu cehennemin ateşini söndürmeye yetmedi.”[8] Bir görüşmecinin sözleri de bu fikri doğrular nitelikte.
“Yurtdışından gelen tanıdıklara da söylüyorum benim adım Aleksan diyorum senin gibi Fransa’ya gidip Andre olmuyorum Muhakkak… Benim yeğenim var Kanada’da mesela Jean Aris.” (58 Yaşında, Erkek, İstanbul).
Ermenistan ise görüşmelerde yeni kurulmuş bir anavatan ve dini bir merkez olarak, Ermenilerin tarihsel ve dini sebeplerle görmesi gereken merkez olarak tanımlanıyor. Buna karşılık okul öncesinde Ermeni dilini çocuklara aktarımını sağlamak için pek çok Ermeni ailesinin Ermenistan’dan gelen çocuk bakıcılarını tercih etmeleri Benedict Anderson’un dilin birbirini tanımayan bir bireyler arasında yarattığı hayali cemaat fikrini tamamlar görünüyor.[9]
Bu noktada görüşmeciler her ne kadar belli bir ayrıştırmaya gitseler de ortak etnik köken ve kimi benzer diasporik özellikler ulus devlet sınırları dışındaki Ermenilerle bir bağ kurmaları sağlıyor ve Ermeniler için Ermenistan ve diasporanın kimliklerinin dış halkasını oluyor demek mümkün.
“Çünkü Ermenistan benim ırk bağımın dışında hiçbir bağımın olmadığı bir ülkedir. Benim ülkem Türkiye. Nasıl bir Azeri Türkiye’de yaşayan bir Türk’le ırk bağına sahiptir. İki farklı ülkedir, ne kadar yakın hissederseniz hissedin. Kafa yapıları bile farklıdır, bakış açıları bile farklıdır. Aynı ırka ait olmak aynı düşünce tarzını getirmiyor. Türkiye’de bile farklı yapılar var ama biz yine de uyuşabiliyoruz. ırk özellikleri olarak evet ırkdaşım ama o ülkenin siyasi bakışı yapısı yaklaşımı benim yaşadığım ülkeyle ilgili hangi yapıyı oluşturur beni ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren ülkemin bakış açısı. Irkdaşım diye Ermenistan’ı kollamam.” (70 Yaşında, Erkek, Sivas)
“Onların büyükanneleri büyük babaları bu şey zamanında 1915’den sonra yaşanan olaylarda yurt dışına gitmişler ve onlar çok şey yaşamışlar. Dolayısıyla çocuklarına bunları, yaşadıklarını anlatmışlar. Onlar Türkiye’yi bilmiyorlar sadece babaannelerinin dedelerinin büyüklerinin anlattıkları şeyleri biliyorlar. Ve çektikleri acıları biliyorlar onun için de insanları bilmiyor. Kin duymalarının uzak durmalarının nedeni bence bu. “(50 Yaşında, Kadın, Elazığ)
Gruplar arası ilişkilerin yanı sıra devletle olan ilişkiler de görüşmecilerin kendilerini konumlandırmalarında önemli bir çıkış noktası oluşturuyor. Azınlık grubu mensubu ve vatandaş statüsünün bir aradalığının yarattığı ikilem görüşmecilerce sıklıkla belirtildi mülakatlarda. Bu noktada Türk vatandaşlığına etnik bir anlam yüklenmesi ve azınlık olmanın 2.cil bir statüye işaret etmesi görüşmecilerin en çok dile getirdiği konular. Bunların yanı sıra askerlik devlet dairelerindeki olumsuz deneyimler devlet memurluğu yapamama vakıfların mülk edilme sorunları devletle ve kurumları ile olan ilişkilerde dile getirilen diğer sorunlar oldu.
Görüşmecilerin kimliklerine dair yaklaşımlarındaki iki belirgin eğilim dikkat çekiciydi araştırma da. Bir grup geleneklerine dinine daha gönülden bağlı olduğunu, melezleşmeye tepkisini ifade edip, etnik kimlik yerine Hıristiyanlıkla kendini tanımlarken, diğer grup ise Ermeni etnik kimliğini daha açıkça ifade ediyor, kimliğin yaşamasında politik alana dahil olmanın, hak ve özgürlüklerin önemine dikkat çekiyordu
Sonuç olarak, Tek bir Ermenilik tanımı yapmak bu noktada daha da güç denilebilir. Çok katmanlı, öznel ve nesnel unsurları bir arada barındıran, duruma bağımlı ve pek çok dış süreçten etkilenen ve pek çok dış sürece de etkisi olan bir kimlikten söz etmek daha doğru gibi görünüyor. Türkiye’deki Ermeni kimliği, gayrimüslim azınlık, Anadolu kültürünün önemli bir parçası, olma hali ve dünyanın farklı yerlerine dağılmış Ermeni milleti mensubu olma hali arasında gidip gelen kaygan bir zeminde varlığını sürdürüyor denilebilir. Bu noktada değişim ve devamlılık, ilksel ve oluşturulmuş özellikleri bir arada bulunuyor hatta zaman zaman birbirinin içine geçebiliyor. Sayısal olarak 60 -70 bin gibi az bir sayıyla ifade edilse de Türkiye’deki Ermeni kimliğinin çok katmanlılığını incelemek kanımca pek çok süreci anlamlandırmaya yardımcı olabilir.
DİPNOTLAR
[1] Barth, F. (1969). ”Introduction”. In Ethnic Groups and Boundaries: the social organization of culture difference, Fredrik Barth (Ed.), Boston: Little, Brown
[2] Hutchinson, J. Smith A. D. (1996). Ethnicity (Eds.), Oxford, New York: Oxford University Press. s.7
[3] Cohen, Anthony P.,(1999)Topluluğun Simgesel Kuruluşu, Dost yay. Ankara.
[4] Smith, A. D. (2003). Chosen Peoples: Sacred Sources of National Identity, Oxford, New York, Oxford University Press. s. 134
[5] Smith, A. D. (2003). Chosen Peoples: Sacred Sources of National Identity, Oxford, New York, Oxford University Press. s. 69
[6] Smith, A. D. (2003). Chosen Peoples: Sacred Sources of National Identity, Oxford, New York, Oxford University Press.
[7] Eriksen, T. H. (2002). Ethnicity and Nationalism. London, Pluto Press.
[8] Dink, H. (2008). İki Yakın Halk İki Uzak Komşu, İstanbul: Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları. s. 20
[9] Anderson, B. (1991). Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, London: Verso.