Yeşil Devrim, Monsanto ve Hair Üzerine Notlar

“Tarih tek bir anlatı değildir; aksine binlerce çeşitli anlatıdan meydana gelir.
Neyi anlatmayı seçersek, bir diğerini susturmayı tercih etmiş oluruz.”
(Harari, Homo Deus, 2016: 186)

2018 yılı aylar sonra tarih olacak ve yıl bitmeden daha neler yaşanacağını kestirmek zor. En azından, yaşadığımız coğrafyada çok hızlı değişen politik ve toplumsal bir gündem var.  Muhtemelen milyonlarca insan ölürken milyonlarcası da dünyaya merhaba diyecek. Açlık, yoksulluk, şiddet, sömürü ve savaşlar yerkürenin birçok yerinde devam ederken bu sürüp giden düzenden refah ve kazanç sağlayan insanlar da sistemin devamı için her şeyi yapacaklar. Yeni savaşlar çıkarıp, inançları ve vatan aşkını kullanarak, kendileri için ölmeye rıza gösterecek yoksullara hükmedecekler. Eğitim ve sağlık yerine silahlanmaya bütçe ayırmayı meşrulaştırmak için sonsuz bir düşman yaratma potansiyeline sahipler çünkü.  Öte yandan dünya gittikçe yorgun düşmekte, zenginliklerini (kaynakları) yitirmekte, kirlenmekte ve üzerindeki yükü taşıyamaz noktaya son hızla ilerlemekte. Yediğimiz, içtiğimiz, soluduğumuz hatta giydiğimiz her şeyin (eğer bunlara sahip olacak kadar şanslıysak!!!) zehirli olduğunu düşünüyoruz ve yanılmıyoruz da. Gittikçe, bir petrol türevi olan plastik denizinde yüzüyoruz. Kimyasal ilaçlar ve gübrelerden kaçamıyoruz. Elektromanyetik kirlilik, hayatın her alanında, tüm mekânlarında bizimle bir arada. Ozon tabakası incelmeye devam ediyor ve biz kanser olmaktan deli gibi korkuyoruz.  Nükleer enerji dayatmasına karşı çaresiziz, karşı çıkan vatan haini sayılabilir. İklimler değişiyor, dünya gittikçe ısınıyor ama kocaman devletler harekete geçmek yerine ağız dalaşını tercih ediyor. Her yıl bir ülkenin konforlu mekânlarında günlerce toplanıp küresel ısınma karşısında stratejiler geliştirmek için milyarlarca dolar harcayıp dağılıyorlar. Bu sırada pek çok ülkede iklim kaynaklı çevre felaketlerinden, açlıktan, temiz su ve hijyen eksikliğinden dolayı yüz binlerce insan hayatını kaybediyor. Ve onca felakete ve ölümlere rağmen, dünya nüfusu artmaya devam ediyor.

Dünyanın sorunları çok ve bu sorunlar ne yazık ki yüzyıllardır yaşanıyor. Ancak günümüzde şiddeti, yoğunluğu ve çeşitliliği artarak sürüyor. Ne Birleşmiş Milletler (BM), ne dünya barışı söylemi ne de hepimizin aynı gemide olduğunu söyleyen “Ortak Geleceğimiz” raporu çözüm olabildi. Teknoloji geliştikçe insanlar daha umutsuz ve daha karamsar, gelecek için. Bir geleceğimiz olacağı konusunda endişeliyiz. Kimileri için bu endişenin kaynağında kapitalist üretim, tüketim, bölüşüm ilişkilerinden önce, dünyanın nüfus artış hızı yer alıyor. Artan nüfusun ekosistemin kaynaklarını bölüşecek yeni paydaşlar olması bazılarının canını sıkıyor. Bunlardan birisi, Paul Ehrlich, daha 1968 yılında yayımladığı “Nüfus Bombası” (Population Bomb) adlı kitabında, bu artışın derhal kontrol altına alınması, önce sıfırlayıp sonra da mümkün olduğunca eksi oranlara düşürülmesi için çağrıda bulunmaktadır. Gerekçe olarak da dünya gıda üretiminin mevcut nüfusu beslemede yetersiz olduğunu ve gelecekte bu durumun daha korkutucu olacağını, insanların açlıktan öleceklerini ileri sürmektedir. Tam da bu sırada, Birleşmiş Milletler Uluslararası Kalkınma Örgütü’nün (United States Agency for International Development-USAID) eski müdürlerinden William Gaud tarafından 1968 tarihli şu konuşma yapılmaktadır: “Tarım alanındaki bu ve benzeri gelişmeler yeni bir devrimi simgeliyor. Bu, Sovyetler’in Kızıl Devrimi ya da İran Şahı‘nın Beyaz Devrimi gibi değil. Ben buna Yeşil Devrim diyorum.”

Dünyanın yüz yüze olduğu açlık ve yetersiz beslenme sorununa bir çözüm olarak değerlendirilen “yeşil devrim”, 1960’larda özellikle gelişmekte olan ülkelerde yaşanan tarımsal üretim artışını ifade etmek için kullanılmaktadır. Ancak, kendiliğinden doğal yöntemlerle ya da ekolojik uyumla gerçekleşen bir artış değildir bu. Daha çok, tahıl türlerinin ve sulama olanaklarının iyileştirilmesi, makineleşmenin artışı, yapay gübre, melez tohum ve pestisit gibi bugünün gıda güvenliğini tehdit eden yeni yöntemlerin ve teknolojilerin uygulanması ile sağlanmıştır. Biyoteknoloji ve gen teknolojisine yatırım yapan birkaç büyük şirketin karlarını maksimize eden bu “Devrim”, gelişmekte olan ülkelerde küçük üretici ve çiftçiyi yoksullaştırırken bu ülkelerin ekolojik zenginliklerini de yok etmiştir. Aşırı sulama ve ekim nedeniyle toprakların verimliliği azalmış, monokültür uygulamaları ile biyolojik çeşitlilik zarar görmüştür.

1968’de “Yeşil Devrim”i müjdeleyen bu konuşma yapılırken, aynı yıl Broadway’de bir müzikal sahne oyunu olan Hair, izleyicileri ile ilk kez buluşmaktadır. ABD’nin Vietnam’da başlattığı savaş tüm hızıyla sürerken, Vietnam savaşına karşı olan, barış hareketlerinin marşına dönen parçaları ile Broadway dışında da birçok sahnede 2000’e yakın sergilenen oyunun (metinlerini Gerome Ragni ve James Rado, müziklerini ise Galt MacDermot yazmıştır) öyküsü kısaca şöyle: Claude, Sheila ve Berger bir grup hippi ile birlikte New York’da bir apartman dairesinde bohem bir yaşam sürmektedir. Aralarında Afro-Amerikan (grubun üçte birini oluşturuyor) ve uzak doğulu gençler de vardır. Claude romantik, Berger dışa dönük ve Sheila ise New York üniversitesinde okuyan feminist aktivist bir genç kadındır. Uyuşturucu kullanımı ve cinselliğin özgürce yaşandığı komünal bir yaşam sürmektedirler. Oyun boyunca sahnede pek çok ünlü karakter boy gösterir: Richard Nixon, Abraham Lincoln, Papa, Adolf Hitler, George Washington, Clark Gable, Aretha Franklin vs… Bu ünlü karakterlerin her biri sembolik bir anlam taşımaktadır. Irkçılık, cinsiyetçilik ve militarizm başta olmak üzere özellikle Amerikan eğitim sistemine karşı şiddetli protestolar, müzik ve danslarla aktarılır. Oyunun finaline doğru sahnede yalnızca ölüm vardır. Claude aldığı uyuşturucu hapların etkisiyle Amerikan iç savaşından başlayarak, Kızılderili katliamı ve Vietnam savaşına kadar birçok şiddet dolu sahneyi canlandırır. Sahnede Vietnam için, “küçük, kirli savaş” nitelemesi kullanılmaktadır. Claude, kendisini Vietnam’da savaşmak üzere askere çağıran kâğıdı (celb kâğıdı) ateşe atar ancak hemen geri alır. Fikrini değiştirmiştir çünkü kafasında sorular vardır. Niçin yaşadığını ve ne için öleceğini sorar kendisine. Arkadaşları hep bir ağızdan, “boncuklar, çiçekler, özgürlük ve mutluluk” diye haykırırlar. Ancak, romantik ve anti-militarist Claude, son sahnede saçları kesilmiş, üzerinde üniforma ile askere gitmek üzere yola çıkmıştır bile. Kimse O’nu göremez, çünkü hep istediği gibi görünmez bir ruh olmuştur.

Oyunda Claude’u askere çağıran belge üzerine geçen konuşmada şöyle bir ifade yer alır: Askerlik celbi denen kâğıt, Kızılderililerden çaldıkları toprakları korumak adına beyazların siyahları, sarı derili insanları öldürmeleri için savaşa yollamasıdır. Tiyatro yazarı Scott Miller’a göre ise Hair müzikali, Amerikan gençliğinin ve özellikle üniversite kampüslerindeki gençlerin başlattığı protestoları konu etmektedir. Neyi protesto ediyorlar? Pek çok şeyi: ırkçılık, yoksulluk, cinsiyetçilik, cinsel dayatmalar, çevresel bozulmalar, evlerdeki şiddet, Vietnam Savaşı, politik yozlaşma, yeni teknolojilerin insanı yabancılaştırması ve diğerleri…. Saç (Hair), burada, reddettikleri cinsiyet dayatması ve ayrımcılığına karşı bir sembol. Hem kadınla erkek arasındaki eşitliği hem de (bir yönüyle asker tıraşı karşısındaki) isyanı sembolize ediyor. Müzikalin en öne çıkan parçası “Let the Sun Shine in” ise savaşın (Vietnam) karanlığını aydınlığa çevirmeye ve dünyayı daha iyi bir yer yapmak için değiştirmeye bir çağrıdır.

Hair müzikali binlerce gösteriden, 3 milyon satan orijinal kayıtlarından sonra, 1979’da Milos Forman tarafından sinema filmi olarak izleyiciye sunuldu. 1980’lerde Türkiye’de de gösterime giren film, aileden başlayarak, okulda, kamusal alanda, toplumsal ilişkilerde var olan her tür iktidar ilişkisine karşı bir duruşu işliyordu. Hippi ya da çiçek çocuklar olarak da adlandırılan gençler, bastırılan cinselliklerini, ailelerinin dayattığı normları, Vietnam’da savaşmaları için kendilerini askere almaya çalışan devleti ve mekânsal olarak net bir biçimde hissedilen sınıfsal ayrımı, ırkçılığı karşılarına alarak bir tür sivil itaatsizliği sergiliyordu. Çıplaklığın, cinselliğin, uyuşturucu kullanımının ilk kez bu kadar açıktan işlendiği müzikalin 1960’larda sanatsal niteliği kadar ve belki daha da çok sansasyonel yönü tartışma ve eleştiri hedefi olmuştu.2008 yılında Time dergisinde Hair için, bugüne kadar yapılmış en cesur iş olduğu ifade edilmiştir.

Film, müzikalin bazı karakterlerinde ve olaylarında değişiklikler yapılarak uyarlanmıştır. Örneğin, ana karakter olan Claude, taşralı, saf ve milliyetçi-muhafazakâr bir ailenin idealist çocuğudur ve ilk kez New York’a gelmesinin nedeni de Vietnam’da savaşmak üzere orduya katılmak içindir. Son derece kararlı ve kontrollü bu genç, New York’da sokaklarda yaşayan, dilenerek günü çıkaran, uyuşturucu kullanan ve birbirlerinden başka hiçbir şeye aidiyet duymayan bir hippi grubunun arasına tesadüfen düşer. Grubun karizmatik üyesi Berger, uzun saçları ile dikkat çeker. Sheila ise yine bir rastlantı sonucu tanıştığı, New York sosyetesinin üyesi üst sınıf bir ailenin tek kızıdır.

Claude, New York’a giden otobüse binmeden önce, babası ona veda ederken “cehalet korur” der. Her şeyi bilmeye, anlamaya, sorgulamaya çalışma, ne isteniyorsa onu yap demektedir. Claude’dan ailesinin ne beklediğini anlarız böylece, sorgulama! İtaat et! Bu devletin de beklentisidir. Askere çağırdığı gençler için duvarlarda dev puntolarla yazılmış “Devletinin sana ihtiyacı var” sloganını kullanır. Claude zaten orduya katılmaya kararlıdır ama Berger ve arkadaşları O’nu kararından caydırmak için çabalarlar hatta gruptan biri, Claude’a evlenmeyi bile teklif eder, savaşa katılmaması için.

Aşkın Claude’u orduya katılmaktan caydıracağını düşünen ve Sheila ile aralarını yapmaya çalışan Berger, Shelia’nın ailesinin sosyete için düzenlediği kapalı bir partiye arkadaşları ile girmeye kalkınca tutuklanıp nezarete atılırlar. Saçlarını kesmek istedikleri sahnede Hair şarkısını duyarız. Claude son parasını Berger’i hapisten çıkarmak için kullanmıştır, Berger ise diğer arkadaşlarını kurtarmak için gereken parayı annesinden almak üzere ailesinin yanına, eve gider. Bu sahnede aile içi çatışmayı, babayla ve anneyle olan iletişimsizliği, uyumsuzluğu görürüz.

Berger ve grup ile birlikte uyuşturucu kullanan Claude, uyuşturucun etkisinden kurtulunca hepsiyle ilişkisini keser ve askerlik işlemlerini tamamlayarak birliğine teslim olur. Birliği Nevada’dadır ve bir süre sonra New York’a, Sheila’ya mektup yazar. Sheila mektubu grupla paylaşınca Berger bir plan yapar ve Sheila’yı da alıp Nevada’ya giderler. Sheila, bir barda birliğin subaylarından birisini kandırıp çöle götürür, kendilerini bekleyen Berger subayı bağlayıp giysilerini ve arabasını alır ve Claude’u koğuşunda bulur. O’na bir geceliğine yer değiştirmeyi teklif eder. Böylece, Vietnam’a gitmeden Sheila ile bir gece geçirme şansı olacaktır. Claude teklifi kabul eder ve Sheila ile buluşur. Ancak daha Claude birlikten ayrılır ayrılmaz seferberlik emri gelir ve filmin belki de en dokunaklı sahnesi olan, tek sıra olmuş yüzlerce askerin arasında Berger’in ağlayarak savaş uçağına bindiği o sahneye geliriz. Kaçınılmaz sonda, Berger’in mezarı başında toplanan Claude, Sheila ve arkadaşlarının, “Let the Sun Shine in” şarkısı çalarken Berger’e veda edişleri ile yüreğimiz burkulur. Filmin son sahnesi ise Washington’daki, Beyaz Saray önünde gerçekleşen yoğun savaş karşıtı protestoların yakın plan belgesel çekimidir.

Film ile müzikal arasında önemli farklar yaratılmış. Müzikal savaş karşıtlığına ve grup içindeki aşk ilişkilerine yoğunlaşırken, film daha çok hippilerin gündelik yaşam pratiklerine odaklanmıştır. Müzikalde Claude taşralı değil, New York’daki hippi grubun bir üyesi olarak Berger ve Sheila ile birlikte bohem bir yaşam sürmekte ve üçlü arasında ilişkiler yaşanmaktadır. Sınıfsal ayrım müzikalde görünmez oysa filmde üç ayrı dünya vardır: Claude’ın taşralı muhafazakâr dünyası, hippilerin özgür, yoksul ve onaylanmayan/ötekileştirilen dünyası ve Sheila’nın üst sınıflara özgü seçkin dünyası. Müzikalde, başta karşı dursa da sonunda ikna olup savaşa giden Claude ölürken, filmde başından beri orduya katılmayı hiç sorgulamadan kabullenen Claude yerine, savaşa ve militarizme baştan sona karşı olan Berger ölmektedir. Sonuç olarak Film, müzikale göre, dansları, müzikleri, ustaca işlenen karakterleri, giyim tarzları ve yaşam felsefeleri ile 60’ların gençliğinin toplumsal dünyasına daha eğlenceli bir bakıştır. Giysilerin özellikle etnik azınlıklar ve Afrika kültüründen kaynaklanan renk ve motifleri ile doğal, kitlesel tüketimin dışında kalan materyalleri ile çiçek ve rengârenk boncukları ile doğanın bir parçası gibidirler. Tüketim çılgınlığına karşı azla yetinmenin, ihtiyaçların farkındalığının, doğallığın ve saflığın, sevgi ve dayanışmanın gücünü hatırlatırlar. Kendi aralarında oluşturdukları ütopik bir dünyanın fragmanını izletirler bize.

Müzikal sahnelenirken Vietnam Savaşı tüm hızıyla sürmekteydi, film ise savaş sona erdikten sonra çekilmiştir ama her ikisinde de Vietnam teması yer alır. Özellikle oyuncuların gaz maskeleri ile göründüğü sahneler bu çerçevede değerlendirilmeli. Çünkü ABD’nin Vietnam’da Agent Orange denen son derece zehirli, kanserojen kimyasalları kullanarak milyonlarca Vietnamlıyı kalıcı hasar ve ölüme götürdüğü, doğmamış bebeklerin anne karnında genetik anomaliye uğratıldığı anlaşılmıştı. 1 Kasım 1955’den, Saygon’un düştüğü 30 Nisan 1975’e kadar süren ve Vietnam, Laos ve Kamboçya topraklarında yaşanan bu savaşa kimileri Amerikan Savaşı adı vermektedir. Savaş, Sovyetler Birliği, Çin ve diğer komünist ülkelerin desteklediği Kuzey Vietnam ile ABD, Güney Kore, Avusturalya, Tayland ve diğer komünizm karşıtı müttefikler tarafından desteklenen Güney Vietnam devleti arasında gerçekleşmiştir. Savaşın en ağır hasar veren ünlü Agent Orange ilacı ise, Yeşil Devrim’in mucizevi tarım ilaçlarından birisi olarak, Devrim’ci Monsanto şirketince üretilmiştir.

Monsanto, 1901’de kurulan ve ilk ürünü yapay tatlandırıcı (sakarin) olan bir Amerikan şirketi. 1920’lerde kimya sanayinde gelişme göstermiş; II. Dünya Savaşı sürecinde, sonradan Hiroşima ve Nagazaki’de kullanılacak olan atom bombasını geliştirmek için (Manhattan Project) uranyum üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmıştır. 1980’lerin sonlarına kadar da ABD’nin nükleer tesislerinin işletilmesinde görev almıştır.

1940’larda sentetik elyaf, plastik ve (EPA’nın en tehlikeli atıklar listesinde beşinci sırada olan) polisitren üretiminde lider konuma gelmiş ve 1940’lardan itibaren Amerika’nın ilk on kimya şirketi arasındaki yerini korumuştur.

1. Dünya Savaşı sonrası dönemde tarımda kimyasal ilaç (pestisitler ve herbisitler) kullanımını savunmaya başlamıştır. Bu ilaçlardan birisi olan ve kendisinin de ürettiği Agent Orange’ın ABD güçleri tarafından Vietnam Savaşında kullanılması ile Monsanto’nun çirkin yüzü açığa çıkmıştır. Bu ilacın diğer üreticisi ve tedarikçisi olan Dow Kimyanın kullandığından çok daha fazla oranda dioxin kullanmış olduğu anlaşılınca, savaş sonrasında savaş suçlusu olarak yargılanması talebiyle hakkında dava açılmıştır. Monsanto’nun üretip sattığı Agent Orange’ın kullanılması sonucunda Vietnam’da 3 milyondan fazla insanın zehirlendiği, kalıcı hasarlarla karşı karşıya kaldıkları, yarım milyon Vietnamlı’nın öldüğü ve yaklaşık yarım milyon Vietnamlı bebeğin anne bedenindeyken daha deformasyona uğrayarak anomali ile doğduğu belirtilmiştir. Vietnam savaşından dönen Amerikan askerleri de ciddi ve kalıcı sağlık sorunları nedeniyle Monsanto aleyhine tazminat davaları açmışlarsa da çok azı tazminat almaya hak kazanmıştır. Ölen ve sakatlanan Vietnamlılar ise tazminatlardan yararlanamamışlardır. Çünkü Monsanto araştırma grubunun raporuna göre Agent Orange, yüksek oranda kanserojen dioxin içerse de insanlar için kanserojen değildir!

Monsanto’nun bir diğer marifeti ise 1950’lerde Walt Disney şirketi ile yakınlaşıp, şirket adına Disney’s Tomorrowland denilen Geleceğin Evi’ni inşa etmesidir. Tümüyle plastik, cam elyafı ve zehirli kimyasallarla üretilen bu ev, on yılda yaklaşık yirmi milyon kişi tarafından ziyaret edildikten sonra Disney şirketi tarafından yıktırılmak istenmiş, ancak, hiçbir şekilde yanmayan, kırılmayan, parçalanmayan malzeme nedeniyle zorlu bir süreçle ancak yıkılabilmiştir. Monsanto’nun Frankeştayn’ları böylece modern dünyanın her yerinde, gündelik hayatlarımızda bizi çepeçevre sarar hale gelmiştir.

1976 yılında Monsanto, Roundup adını verdikleri yeni bir herbisit (yabani ot öldürücü) ilacı piyasaya sürdü. Etken maddesi glifosat olan bu ilaç, Monsanto’yu Dünyanın en büyük herbisit üreticisi konumuna getirdi. Hemen sonrasında ise genetik değişikliğe uğratılmış ve glifosata dirençli hale getirilmiş tohumu, Roundup Ready’yi, herbisit Roundup’ın mütemmim cüz’ü olarak satışa sundu. Elbette sadece tohum ve tarım ilaçları ile sınırlamamış kendini; genetiği değiştirilmiş sığır ilaçları ile büyüme hormonları da ürün yelpazesi içinde. Ayrıca, dünyanın farklı yerlerinde on milyar dolarlık tohum şirketlerini (Cargill’in tohum bölümünü’de 1998’de) satın alarak 1990’larda dünyanın en büyük tohum şirketi de oldu. 1997’de Türkiye’ye de tarım ilaçları şirketi ile giriş yapan Amerikalı Monsanto, 2016’da Alman aspirinci BAYER tarafından 66 milyar $ karşılığında satın alındı. Özellikle ekolojistlerin lanetli ilan ettiği, geçmişi doğaya ve yaşama verdiği zararlarla yüklü böyle bir şirketin, dünyanın en çevre duyarlı ülkelerinden biri sayılan Almanya’nın, ünlü ve itibarlı bir şirketi tarafından satın alınması ne anlama geliyor? Ya da Monsanto konusunu ünlü bir Türk büyüğümüzün sorusuyla bitirelim: Dünyanın en ünlü ilacı olan Aspirini üreten dev firma Bayer, Monsanto’yu satın alarak ne yapmak, nereye varmak istemektedir?

Yeşil Devrim, Nüfus Bombası, Hair, Monsanto derken geldiğim noktada işler çok karışık. Şimdi bunca şeyi niye yazdın diye sual eden olursa diye, bu karmaşayı toparlamak isterim:

  1. 1960’larda Yeşil Devrim adı altında yeni bir kapitalist gıda üretim moduna geçilirken ileri sürülen amaç, artan Dünya nüfusunu doyurmaktı. Menşei ABD olan Devrimciler, az gelişmiş, gelişmekte olan ülkelerin toprakları üzerinde projelerini sınadılar ve çok büyük kazançlar elde ettiler. Yeşil Devrim, kapitalist karları çoğaltmıştı. Ama sonrasında açlık özellikle Afrika ve Asya’da derinleşerek büyüdü (Magdoff, 2015:39). Çünkü bu devrim, tarımsal girdileri tekelci piyasadan (ağırlıkla Amerikan şirketlerinden) edinmeyi, tarımsal üretimde bağımlılık ilişkisine dönüştürdü (Harvey, 2004:109). Harvey’in Yeni Emperyalizm olgusunu açıklamada kullandığı sözleri ile ifade edersek, (Yeşil Devrim ile oluşan yeni sistemde), “Gücün kapitalist mantığının genel güdüsü, ülkelerin kapitalist gelişimden mahrum kalmalarını sağlamak değil, onları her zaman ticarete açık tutmaktır” (2004:116).
  2. 1960’larda ABD, Vietnam üzerinde güç gösterisinde bulunurken, Monsanto ve Dow Kimya gibi Devrimci şirketlerin ürettiği tarım ilaçlarını insanlar üzerinde deneyerek bilim ve teknolojiye büyük katkılarda bulundu. Anladık ki son derece tehlikeli bir kimyasal olan dioxin kanserojen olsa da insanlara zararı yokmuş!!!
  3. Monsanto’nun hayatımıza kattığı dioxin, plastik, polisitren, sentetik elyaf ve glifosat gibi birçok kimyasal, modern dünyada gündelik yaşamın içinde yer almaya devam ediyor ve özellikle Türkiye’de bu zehirli kanserojenlerle ilgili denetim ve yasaklama olup olmadığı konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığımız için, mutlu mesut yaşayabiliyoruz. Cehalet koruyormuş!!!
  4. Dünya nüfusunun artmasından endişe eden Paul Ehrlich 1968’de Nüfus Bombası adını koyduğu kitabında bu artışın hemen durdurulması ve sonrasında da azaltılması uyarısında bulunmuş ama nüfus artmaya devam etmiştir. Bir tahmine göre 2050’de dünya nüfusu 10 milyar olacak ve bu nüfusu yeterli gıdaya kavuşturmak için ikinci bir yeşil devrime ihtiyaç var. Devrimciler iş başına!!!
  5. Hair müzikalini izleyemedim ama filmi tekrar tekrar izledim ve her birinde ayrı bir keyif, tat aldım. Müzikler harika, 1968 kuşağını görmek için izlenmeli. Amerikan emperyalizmine, sokaklara Coca Cola dökerek karşı çıkılamayacağını anlamak için de izlemeli. Savaşta ölenlerin, otoriteye itaat edenlerin, sorgulamadan boyun eğenlerin hep yoksul, muhafazakâr ve milliyetçi hanelerden gelen eğitimsiz ya da az eğitimli taşralı gençler olduğunu anlamak için de ayrıca izlenmeli.
  6. Son olarak, Monsanto, Bayer tarafından satın alındı ya, ne olacak şimdi derseniz valla olacak şudur: Bayer’in satın aldığımız GDO’lu, glifosatlı, hormonlu ve antibiyotikli gıdalarını, dioxinli kaplar içinde yiyip içerek fena halde hasta olacağız ama sağolasıca Bayer ilaçları sayesinde ölmeyeceğiz, sadece ömür boyu ilaçlarını kullanmak zorunda kalacağız. Yoksa ölecek miyiz? 

Kaynaklar

Aydın, Bahadır; A. Emre Biber ve Saadet Aydın (2011) Neo-Mercantilist Policies in Agriculture,VDM Verlag Dr. Müller GmbH&Co. KG, USA.

Harari, Yoval Noah (2016) Homo Deus: Yarının Kısa Bir Tarihi, (Çev. Poyzan Nur Taneli) Kolektif Kitap, İstanbul.

Harvey, David (2004) Yeni Emperyalizm, (Çev. Hür Güldü) Everest, İstanbul.

Magdojj, Fred (2015), “Dünya Gıda Krizi: Kaynaklar ve Çözümler”, Ekolojik Felaket ve Meta Olarak Gıda, (Der: Hakan Tanıttıran) s.39-58, Kalkedon, İstanbul. 

Yararlı web Kaynakları

gmwatch (28.04.2018), https://www.gmwatch.org/en/gm-firms/10595-monsanto-a-history

globalresearch (28.04.2018), www.globalresearch.ca/the-complete-history-of-monsanto-the-worlds-most-evil-corporation/5387964

wikizero (28.04.2018) www.wikizero.com/en/Hair_(musical)

wikizero (28.04.2018) www.wikizero.com/en/Hair_(film)

wikizero (28.04.2018) www.wikizero.com/en/Vietnam_War