12 Eylül Tanıklarının Geçmişle Hesaplaşma Talepleri

12 Eylül askeri darbesinin yarattığı etkiler üzerine konuşulmaya başlanalı çok olmadı. Ancak darbenin üzerinden neredeyse 30 yıl geçtikten sonra, 12 Eylül farklı mecralarda dile gelmeye başladı. Televizyon dizileri aracılığıyla popüler kültür alanı, 2010 yılında gerçekleşen Anayasa referandumu, referandumun ardından 12 Eylül Mahkemesi’nin başlaması, bu süreçte gazeteler ve akademik alanda başlayan geçmişle hesaplaşma-yüzleşme tartışmaları… Geçtiğimiz dört yılda Türkiye 12 Eylül ile geç başlayan hesaplaşma sürecini, sürecin muhataplarının taleplerine ancak kısmi bir biçimde başvurarak gerçekleştirmeye çalıştı…

Oysa 12 Eylül darbesiyle hesaplaşmak için yürütülecek bir çalışma ancak 12 Eylül 1980 darbesinin öncesi ve sonrasıyla, gerek Türkiye’nin ortak toplumsal belleğindeki yerini, gerekse farklı kolektif bellek grupları için farklı anlamlarını ortaya çıkardığı, dışarıda bırakılan tanıklıklara başvurarak geçmişle hesaplaşma sürecinin başlatılmasına katkı sunduğu ve geçmişle hesaplaşmanın farklı pek çok boyutu olduğunun altını çizdiği takdirde anlamlı olacaktır. Daha önce deneyimlenmiş dünyadaki benzer örneklerde olduğu gibi, politik tartışmalara paralel olarak popüler kültürün de geçmişi ve geçmişle hesaplaşmayı nesne edinmesi; hem hakikatin ortaya çıkarılması, hem toplumsal travma olaylarının faillerinin ortaya çıkarılması yoluyla adaletin tesisi hem de egemenlerin yazdığı tarihe karşı kendi tarihlerini ortaya koyabilmenin “hayati” zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Bu bağlamda 12 Eylül’ü yaşamış olanların tanıklıklarına başvuran bu çalışma; 12 Eylül’le ve Türkiye toplumunun daha önce yaşadığı benzer toplumsal travma olaylarıyla gerçek bir toplumsal hesaplaşmanın nasıl, hangi biçimlerde ve hangi koşullarda gerçekleştirilebileceğine dair bir kapı açma iddiası taşımaktadır.

Kısaca belirtmek gerekirse bu çalışma, 12 Eylül’ün tanıklarının anlatıları aracılığıyla Türkiye’nin görünürde yaşadığı “geçiş süreci adaletinin” sadece mahkeme süreciyle geçiştirilemeyecek kadar çok boyutlu olduğu ve ancak 12 Eylül’e ilişkin hafıza, adalet ve hakikat[1] boyutlarının ortaya konmasıyla sağlanabileceğini ortaya koymayı hedeflemektedir. Bununla birlikte söz konusu boyutların ortaya konması ancak sürecin muhattaplarının tanıklıkları aracılığıyla gerçekleşebileceğinden yazının ilerleyen bölümlerinde 12 Eylül tanıklarının hafıza, adalet ve hakikat taleplerine yer verilecektir. Başka bir ifade ile “Bir Kolektif Bellek Çalışması: 12 Eylül”[2] adlı saha çalışmasının verilerinden hareketle hazırlanan bu çalışma ile şimdiye kadar tarih yazımında dışarıda bırakılan kişisel tanıklıklara başvurarak, 12 Eylül sonrası başlayan sıkıyönetim içinde yaşayan öznelerin bellek, adalet, hakikat taleplerinin neler olduğu ortaya konmaya çalışılacaktır. Bu sunuş, gerçek bir toplumsal hesaplaşmanın nasıl, hangi biçimlerde ve hangi koşullarda gerçekleştirilebileceğini sorgulamayı ve böylelikle geçmişle hesaplaşma sürecine katkı sunmayı hedeflemektedir.

Bellek ve Kültür Sosyoloji Çalışmaları Derneğinin yürütmüş olduğu söz konusu çalışma ise  2010-2012 yılları arası İstanbul, Ankara, İzmir, Diyarbakır, Mardin, Çorum, Fatsa, Konya, Datça, Denizli, Yozgat, Dersim ve Uşak’ta farklı yaş gruplarından ve cinsiyetlerden 200 kişiyle yapılan derinlemesine görüşmelere dayanmaktadır. Bu saha çalışması, 1980’de 6 ile 56 yaş aralığında olan 38, 48, 58, 68, 78, 88 kuşaklarının yanı sıra 1980 sonrası doğan 98 ve 2008 kuşaklarını da kapsamaktadır. Dönemi yaşayanların kişisel tanıklıklarına başvurulmuş ve 80 sonrası kuşakların anlatıları ise bellek aktarımı bağlamında değerlendirilmiştir.

Tanıklıklara geçmeden önce çalışmanın çerçevesini çizen temel kavramları kısaca tanımlamakta fayda var. Bu amaçla “geçiş süreci adaleti”, “geçmişle hesaplaşma” ve “tanıklık” kavramlarına kısaca değinilecektir. Ardından 12 Eylül tanıklarına yer verilecek ve geçmişin işlenmesi kavramı çerçevesinde yürütülecek bir tartışmayla yazı sonlandırılacaktır.

Geçmiş ve Tanık

‘Geçmişin işlenmesi’ mefhumu özünde geçmişin aydınlatılması ve hakikatin ortaya çıkarılmasına yönelik çalışmaları içerir ve bu çalışmaların çıkış kaynağı bir hakikat arayışıdır.[3] Sancar’ın belirttiği üzere hakikat hakkı (yani hakikati bilme, duyurma hakkı) en temel insani haklarındandır. Buna mukabil bu hakkın sağlanması için bir adım olan yargılama ise geçmişteki olayların sorumlularının sembolik olarak veya olmayarak yargı karşısına çıkartılmaları ve cezalandırılmaları anlamına gelir.

Bellek ve adalet ilişkisinde sıkça atıfta bulunulan geçmişle hesaplaşma ise politik ve hukuki suçluları saptamak, onlardan kamusal olarak hesap sormak, onları yargılamak ve cezalandırmak manasını taşır.[4] Keza suçlularla olan aidiyet bağının kesilmesi gerekir, yani kamusal alandan adlarının silinmesi gibi simgesel dışlanmaları içerir. Fakat kolaylıkla birbirine karışabilecekmiş gibi görünen geçmişin işlenmesi ve geçmişle hesaplaşma kavramlarının önemi aslında benzerliklerinde değil, farklarında yatar.

Geçiş dönemi adaleti terimi ise daha demokratik daha adil ve barışçı bir gelecek inşa edebilmek amacıyla toplumların geçmişte yaşanmış insan hakları ihlalleri, büyük ölçekli katliamlar ya da başka türden şiddetli toplumsal tramvalarla yüzleşmelerine odaklanmış bir etkinlik ve araştırma alanını ifade eder.[5]

Başka bir ifade ile geçiş dönemi adaleti sistemli ve yaygın insan hakları ihlallerine verilen bir yanıttır. Mağdurların tanınmasını, barış, uzlaşma ve demokrasi imkânlarının geliştirilmesini amaçlar. Geçiş dönemi adaleti özel bir adalet biçimi değil, adaletin, yaygın insan hakları ihlallerinin yaşandığı bir dönemin ardından kendi kendisini dönüştürmekte olan toplumlara uyarlanmış halidir.[6] Geçiş döneminin ne kadar süreceği dolayısıyla söz konusu mekanizmaların ne kadar süre uygulanacağını öngörmek zordur.

Tanımlardan da anlaşıldığı gibi geçiş dönemi adaleti pek çok mekanizmanın harekete geçirilmesini gerektiren ve bu mekanizmaların birbirlerini desteklemesini öngören bütünsel bir süreçtir söz konusu dönemin etkili olabilmesi için birbirini tamamlayan bir dizi uygulamayı kapsaması gerekir.

Örneğin hakikatin ifade edilmesi ya da tazminat girişimleri olmaksızın, az sayıda failin cezalandırılması bir tür siyasi intikam olarak görülebilir. İhlalleri gerçekleştirenlerin cezalandırılması ve kurumsal reformların yapılması girişimleri eşlik etmeksizin, hakikatin ifade edilmesi sadece sözlerden ibaret görülebilir. Yargılamalarla veya hakikatin ifade edilmesiyle birleşmemiş tazminatlar ise “kan parası”, mağdurların sessizliğini ya da muvafakatını satın alma girişimi olarak algılanabilir. Benzer şekilde, mağdurların meşru adalet, hakikat ve tazminat beklentilerini karşılamaksızın kurumların ıslah edilmesi, hesap verebilirlik açısından etkisiz olmakla kalmaz, kendi amaçları açısından da başarılı olması mümkün değildir.[7]

Uygulamaların birbirini tamamlamasının yanı sıra geçiş dönemi adaleti toplumsal cinsiyet açısından da bütünleyici bir süreç olmalıdır. Kadınların ve erkeklerin çatışmaları ve insan hakları ihlallerini nasıl farklı deneyimlediklerini araştıran bir toplumsal cinsiyet adaleti yaklaşımı da bu süreçte kritik önemdedir.

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı gibi geçiş dönemlerinde adaletin tesisi söz konusu tramvatik geçmişin tanıklarının taleplerinin, resmi tarihin dışarıda bıraktıklarının kolektif hafızasının inşasından geçer ki bu da söz konusu tanıklıklara kulak vermeyi gerekli kılar. Ancak tanıklık kavramı temel iki çekinceyi de beraberinde getirmektedir.

Latince’de “tanık” anlamına gelen iki sözcük vardır: Birinci sözcük (İngilizce’deki teatimony –tanıklık- sözcüğünün kökeni olan) testis, etimolojik olarak, bir duruşma veya davada iki hasım taraf arasında üçüncü taraf konumundaki kişiyi (terstis) ifade eder. İkinci sözcük superstes ise, bir şeyi yaşamış, olayı başından sonuna bizatihi kendisi yaşamış olduğu için buna tanıklık edebilecek kişiyi belirtir.[8]

İtalyan düşünür Agamben, Auschwitz’ten Arta Kalanlar adlı kitabında Auschwitz deneyiminden sonra tanık kavramının tekrar tartışılması gerektiğini söyler ve tanık olanın kim olacağı üzerine bir tartışma yürütür. Tanık olan kişi bizatihi durumu yaşayan mıdır yoksa bir davada üçüncü kişi olan mıdır? Ya da duruma tanık olmuş ancak bu durumu kendi deneyiminin bir parçası haline getirmiş olan mıdır?

Agamben’de tanıklık bir boşluk içerir. “her tanıklıkta bir boşluk var: tanıklar tanım gereği hayatta kalanlardır. Ve bu nedenle hepsi de belli ölçüde bir ayrıcalığa sahip olmuştur. Somut olarak hayatta kalması mümkün olmadığı için kimse sıradan tutsağın yazgısını anlatmamıştır.”[9] Yani tanıklık edemeyen, asıl tanık, mutlak tanıktır” [10]. Tanık ise insan olan, hayatta kalan ve konuşabilecek olandır. Yalnızca konuşmanın olanaksızlığının olduğu yerde tanıklık olduğu için; sadece öznelliğin yok edilişinin olduğu yerde tanık olduğu için muselmann[11] tam tanıktır ve hayatta kalan ile muselmann birbirinden ayrılamazdır”[12]

Mutlak tanığın olamayacağını iddia eden Agamben’in aksine Michael Pollack ise toplama kampı deneyimi üzerine kurduğu Tanıklık (Temiognage) adlı makalesinde tanıklığı sadece bilgilendirici olan hikâyeler değil aynı zamanda kimlik inşası araçları olarak da kabul etmektedir.[13] Sessizliğin unutma demek olmadığını belirten Pollak, bilinçli sessizliği hayattaki radikal kırılmalara karşı geliştirilen adaptasyonları anlamaya çalışan araştırmaların önündeki engel olarak görür. Pollack’a göre görüşme yoluyla toplanmış ve yazılmış tanıklıkların bütününü incelemek için tanıklıkların çeşidini, formunu bilmek gerektiğini düşünür ve farklı tanıklıkları tanımlar. Ancak toplanma biçimleri farklı da olsa tanıklıkların toplanmasında rol oynayan iki etken vardır: sağ kalanın konuşma arzusu ve dinlenme olasılığı yani kendine bir dinleyici bulması. İki etken de sağlanınca bu iki taraf arasında sosyal bir bağ kurulur ve bu bağ söylenebilecek olanların limitini belirler. Gemişin tramvatik deneyimini aktive etme riski taşıyan tanıklık alma süreci Pollack’a göre bir çeşit iktidar ilişkisi barındırır.[14]

Ancak bellek çalışması yapmak kaçınılmaz olarak tanıklıklara başvurmayı gerektiren bir süreçtir. Agamben’in bahsettiği türden bir mutlak tanığın olmaması veya Pollack’ın bahsettiği türden bir iktidar ilişkisinin ve sessiz kalınması riskini barındırmasına karşın, iktidar mekanizmalarının uyguladığı sistematik şiddet durumlarının ardından yine iktidar mekanizmalarınca inşa edilen hakikat ve hafızanın karşısında yeni bir hakikatin ve hafızanın inşası için tanıklıkların toplanması son derece önemlidir.

12 Eylül’e Tanık Olanlar…

Hafıza Talebi:

Dünyadaki örneklerinde olduğu gibi 12 Eylül süreciyle ilgili geçmişe yönelik bir yüzleşme talebinin önemli bir parçasını hafıza talebi diyebileceğimiz süreç oluşturur. Bu talepler genellikle anma girişimleri, mağdurların kamusal hafızasını koruyan ve tekrarlanmalarını engellemek amacıyla geçmişteki ihlallere dair müzeleri ve anıtları ve bir karşıt hafıza girişimi olarak faillerin adlarının kamusal alanlardan silinmesini içerir. Türkiye’de de geçtiğimiz haftalarda Darbeyle Yüzleşme ve Toplumsal Belleğimizi Onarma Girişimi’nin başlattığı faillerin adlarının cadde ve sokaklardan silinmesine yönelik kampanya bunun bir örneğidir.[15] Biz de yürüttüğümüz saha çalışmasında hafıza talebinin güçlü bir şekilde ortaya çıktığını gördük.

“Görmem inşallah. Bazı mesela, hani dolmuşla o taraflardan (Diyarbakır Cezaevi) geçtiğimizde, inan et ki yüzümü çeviririm. Yıkılsın tabi. Yıkılsın güzel bir müze yapılsın. O içerde işkencede ölenler vardı. Heykelleri dikilsin. İşkence yapanların da heykelleri konulsun. Ben öyle istiyorum.”

(Ev kadını, 77 yaşında – 16.09.2010, Diyarbakır)

Bu talepler hatırlanmak kadar yaşananların unutturulmamasını da kapsamaktadır.

“Onu değil de şöyle bir şey düşünüyorum mesela, lanetliler mezarlığı gibi bir şey sanal alemde. Bu topluma karşı suç işlemiş herkese karşı bir mezarlık hazırlamak ve bir mezar taşı dikmek gibi gerekiyor bana göre, unutmamak için, toplumsal belleği canlı tutmak için yani şimdi Mehmet Barlas çıkıyor diyor ki demokrasi adına hesap sormak diyor. Ben senin seksende yazdıklarını da biliyorum.             Yani onun için insanlara yaptıklarını hatırlatacaksın, unutturmayacaksın bu da hesaplaşmadır, illa yargılanıp hüküm cezayı anlamda hüküm giymesi gerekmiyor ama toplumun vicdanına kazıyacak eylemleri becereceksin bulacaksın yapacaksın. Bir yargılama kurarsan, bir mahkeme kurmak olur ne bileyim ama işte bunun politik örgütlülük yapmaktır.”

(İşçi, 52 yaşında, Erkek – 08.04.2010, Ankara)

“Ya şimdi bizim halkımızın hafıza kaybı zayıf olduğu için, çok çabuk unutuyor. Bizim bir handikapımız, inanılmaz bir şiddet uygulanan dönemi hatırlatmaya çalışmak yani. Hani vicdanlı bir insanın normalde unutmak istediği şeyi sen tekrar “unutma”, “bak hatırla sana böyle yaptılar, hepimize böyle yaptılar”, “bunlar niye sokakta gezsinler, niye komşuları” her zaman söylerim işte, ‘Tonton bir dede olarak niye bilinsin?’, ‘Torunu tarafından niye sevilsin?’ Yani onun teşhir olması, onun bilinmesi gerektiğine inanıyorum. İnsanlara karşı suç işlediysen, ya nedamet getireceksin, ‘ben pişmanım’ diyeceksin, gizlendiğin sürece ben seni gücümün oranında ortaya çıkarmaya çalışacağım. Yani bir şekilde, ‘ben, emir kuluydum’, diye hiç kimse kendini savunamaz, öyle bir şey yok. Onları, işkencecileri, tespit ettiğimiz, bulduğumuz her yerde açığa çıkaracağız, yargılayacağız. Yani bu hukuk yoluyla olur, hukuk yoluyla olmasa da olur. Teşhir edeceğiz, bilecek bakkal…”

(STK çalışanı, 48 yaşında Erkek – 31.07.2010, Tunceli)

Yukarıda da bahsettiğim gibi bellek taleplerinden biri olarak karşımıza darbecilerin izlerin kamusal alandan silinmesi çıkmaktadır.

“Yani şu anda ben darbe hukukunun ortadan kalkması, darbecilerin yargılanması ile ilgili bir demokratik kitle örgütünde görev yapıyorum. Ciddi anlamda bir faaliyet yürütüyoruz. Şimdi sonuna geliyor gibiyiz, yani mücadelemiz sonuç verdi. Yani darbecilerin, özellikle Kenan Evren’in, caddelerden, sokaklardan isimlerini yani kaldırma çalışmaları başladı, çoğu yerde kalkıyor.”

(Mimar, 52 yaşında, Kadın – 02.04.2010, Ankara)

“Zaten bu isimlerin kaldırılması filan yavaş yavaş yapılıyor falan ama bunun bir kere bir kanunla, bir anda, okullardan isimlerin vs. yani bütün bunların bir paket program olarak yapılması önemli. Bence en gerçekçi şey bu.”

(Yazar, 56 yaşında, Erkek – 16.09.2010, Diyarbakır )

Sonuçta mağdurların hafızaları aracılığıyla o güne kadar kabul görmüş resmi hafızayı ve yerleşik düzeni sorgulamak mümkün olacaktır. Genellikle devletlerin “resmi hafıza” yaratma girişimlerine karşı resmi tarihe düşen kaydı tartışmanın en önemli yolu hafıza taleplerinin dinlenmesi ve hayata geçirilmesidir. Bu, hafızanın demokratikleşmesi olarak da adlandırılabilir. Mağdur ve kurbanların yaşadıklarına ilişkin anıları kabul edilip tanınmadıkça ve toplumsal hafızanın bir parçası haline gelmedikçe de kalıcı bir barıştan bahsetmek mümkün olmayacaktır.

Hakikat Talebi:

Hakikat talebi Mithat Sancar’a göre en önemli insan haklarındandır ve geçmişin işlenmesi ancak hakikatin ortaya çıkarılmasıyla mümkün olacaktır.[16] Hakikat talebi denilince akla ilk elden “hakikat komisyonları” gelir. Bu komisyonların öncelikli amacı yakın geçmişte yaşanmış ihlallerin soruşturulması ve kaydedilmesidir. Çoğunlukla, bu türden ihlallerin tazmini ve tekrarının önlenmesi için tavsiyelerde bulunan resmi devlet birimleri olmuştur bu komisyonlar.

“Yüzleşme olabilir mesela bu konuda bir toplumsal duyarlılık yaratmak lazım filmler yapılmalı bu konuda, kitaplar yazılmalı, okullarda okutulmalı 12 Eylül mağdurları bu okullarda Almanya’da vardır Nazi döneminin mağdurları giderler okullarda anlatırlar ve o insanların mesela o dönemi yaşamış insanlar bile Almanlar o konuda utanç duyar. Çok önemlidir bu yani bir halkın utanç duyması kötü bir şey değil. Almanlar Nazi döneminde Almanların yüzde doksanı utanç duyuyorlar. Ama bizim ülkemizde bizim yaptıklarımızdan insanlarımız utanç duyuyor mu ben bu konuda şüpheliyim.”

(Siyasetçi, 60 yaşında, Erkek – 15.09.2010, Diyarbakır)

“Bunlar insanlık suçu işlediler, bütün bunları bize yaptılar ve mutlaka insanlığa karşı bu suçların hesabını vermeliler ve mutlaka bunlar teşhir olmalı. İnsanlık bunların karşısında durmalı. Ben, şu anki şeyim o, beni ayakta tutanda odur ve her yerde de onun mücadelesini veriyorum.”

(Gazeteci, 49 yaşında, Erkek – 10.04.2010, İstanbul)

Adalet Talebi:

Geçmişle hesaplaşma denilince aslında akla ilk gelen talepler sıklıkla adalet talepleri olmuştur. Türkiye’de de 12 Eylül mahkeme sürecinin başlamasıyla geçmişle hesaplaşma kavramının içini dolduran kavram genellikle adalet talepleri olmuştur. Bu durum saha çalışmasında da kendini göstermiş ve bizim çalışmamız sırasında da adalet taleplerinin anlatılarda oldukça büyük bir yer kapladığı görülmüştür.

Adalet taleplerinin yerine getirilmesi geçmişle hesaplaşma adına oldukça önemli bir kavramdır elbette ancak belirtmek gerekir ki adalet talebi yalnızca mahkeme süreciyle sınırlı tutulmaması gereken kapsamlı, cezalandırıcı adaletin yanı sıra, onarıcı adalet, ekonomik adaleti de içeren yeniden dağıtıcı adalet yaklaşımlarını içeren bir talepler dizisidir.[17]

Öncelikle cezai takibatlara bakalım bu talepler İnsan hakları ihlallerinden sorumlu olanlar hakkında yürütülen adli soruşturmalar ve simgesel isimlerin yargılanması bu kapsamdadır.

“Bu cuntacılardan hesap sorulması lazım. İdam edilsin demiyorum katiyen idam cezası alsalar ben onların idamlarına karşı çıkardım çünkü idamı savunmuyorum… Bu insanları yaptıklarından ötürü hâkim karşısına çıkarmalı çünkü bunlar büyük günah işlediler 12 Eylülde. İşte kimisini yurt dışında bıraktılar kimisini öldürdüler kimisini işkence ettiler, bütün her şeyimizi elimizden aldılar.”

(Siyasetçi, 60 yaşında, Erkek – 15.09.2010,Diyarbakır)

“1973’te  Allende’ye karşı düzenlenen ülke yönetimine el koyan o dönemin generallerinden General Pinochet 84 yaşında olmasına rağmen İspanya’daki bir avukatın hakkında açmış olduğu dava sonucu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılandı, mahkûm edildi. Bence süreç diye bir olay işlememelidir. Yani bu bir insanlık suçu işlenmiştir. Geriye doğru ileriye doğru değil bu darbeyi yapan ve Türkiye’yi kana bulayan bu generallerin, faşist generallerin, mutlaka yargılanması görüşündeyim. Bizim isteğimiz, bizim dileğimiz budur. Bu insanlar mutlaka yargılanmalıdır.” (Emekli Öğretmen, 66 yaşında, Erkek – 17.09.2010, Mardin)

“Kenan Evren yargılansa ne olur? Yargılanmasa ne olur?” falan, öyle değil. Sıkıyönetim mahkemelerinin verdiği kararlar adil değil bir kere, binlerce insan hukukçu olmayanlar tarafından cezalandırılmış. Bunların açılması lazım, yeniden görülmesi lazım hesaplaşma böyle bir şey. Bir de hesaplaşma, darbe hukukuyla hesaplaşma yani. Yani bir daha askeri vesayet sisteminin olmaması darbenin hukukunun akıllarından geçmemesi. Öyle bir hesaplaşma, böyle olacak bir hesaplaşma.”

(Emekli Öğretmen, 50 yaşında, Kadın – 28.03.2010, Ankara)

Çalışmamız sırasında “sembolik adalet” adalet diyebileceğimiz bir kısım talebin de yer tanıklıklarda aldığını gördük. Bu bağlamda tanıklar adaletin sembolik de olsa sağlanmasını önemsemektedirler.

“Bence hem 12 eylül darbecilerinin hem de 12 mart darbecilerinin onların hayatta kalanlarının ya da hayatta değillerse bile sembolik mahkemelerle yargılanmaları icap eder. nasıl nazım hikmetin bugün hayatta değilse bile bir yani Türkiye cumhuriyeti vatandaşlığına alındı.           Aslında yapılması gereken  bu darbecilerin de bu iki darbeyi  gerçekleştirenlerin de yargılanmaları ve toplum önünde gereken gerektiği şekliyle nitelendirilmeleri ve tanımlanmaları gerekiyor”

(Çevirmen, 63 yaşında, Erkek – 06.04.2010, Ankara)

Adalet talebi onarım programlarını kapsamaktadır. Geçmişte yaşanan ihlallerin yol açtığı maddi ve ruhsal (moral) hasarın tamirine yardımcı olan devlet destekli girişimlerdir bunlar. Mağdurlara maddi ve sembolik unsurlar içeren destekler dağıtılır; bu destekler maddi tazminatlar ve resmi özürler içerebilir.

“Hala bir adalet duygusu varsa bu anlamda adil olmak anlamında bunun hesabının verilmesi gerekiyor.  Karşılığı şunca yıl ceza, idam vs. değil, ben sadece bu hesabın sorulmuş olmasının bile yeterli olacağını düşünüyorum. hesabı sormaya başlamış olmak… yoksa benim şey anlamda kana kan, göze göz, dişe diş, bu kadar arkadaşımız asıldı bunlarda asılsın değil. Toplum önünde geçmişte haksızlığa uğramış insanlara bir şeyin iadesi olacaksa bu onurlarının iadesi olmalı.”

(İşçi Emeklisi, 51 yaşında, Erkek – 05.04.2010, Ankara )

Güvenlik sistemi reformu da adalet talebi kapsamında ele alınabilecek talepler dizisidir. Bu girişimler ordu, polis, yargı ve bağlantılı devlet kurumlarını baskı ve yozlaşmanın araçlarından kamusal hizmet ve bütünleşmenin araçlarına dönüştürmeyi amaçlar.  Benzer bir sürecin 1990’larda da işlediğini belirten Murat Çelikkan’a göre “Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun”un oluşturduğu engeller nedeniyle şüpheliler hakkında işlem yapılamıyor ve böylece bu suç, zaman aşımına uğruyor.[18]

“İdama götürürken dayak attılar, bunlarına hepsi bu köpekler yaptı yani. Bu hani masumum diyen subaylar. Daha sonra mesela bu Adana Sıkıyönetim komutanlığında görevli albay Osman Çitim bunu özellikle yazmanızı isterim, Osman Çitim daha sonra terfi etti, paşa oldu. Yani orda Serdar Soyergin’i asarken de ordaydı, Veysel Güney’i asarken de ordaydı, Mustafa Özenç arkadaşımızı asarken de ordaydı. Yani inanılmaz şeyler oldu, bunların hesabını er ya da geç soracağız.  Yani bu, şimdi bunun cezasız kalmaması gerek. Hepsinin yargılanması lazım. Sadece idamlar bile yargı önüne getirilse sorumlularının önemli ölçüde ceza almalarına neden olur.”

( Emekli Öğretmen, 53 yaşında, Erkek – 31.03.2010, Ankara)

“Kenan Evren, işte o dönem sıkıyönetim mahkemelerinde yargıçlık yapmış kimselerden tut, dönemin  idamlarına el kaldıran politikacılarına, subaylara, polislere kadar tabi benim kastım bu yargılamadan”

(Müzisyen, 31 yaşında, Erkek – 09.08.2010, İstanbul)

“Biz yüzleşmeden bahsetmiyoruz. Biz hesaplaşmadan bahsediyoruz on binlerce insanı kapsayan bir hesaplaşma. ‘Ya beş yüz bin kişiyi tutar bu, nasıl yargılayacaksın?’ Peki bizi yargıladınız ya, altı yüz elli bin adamı yargıladınız. Kapalı spor salonlarında kurarsınız mahkemeyi, işte açık havalar kurarsınız, ama yaparsınız ama yapılabilir. İradeyle ilgili bir olay bu. Bir milyon insanı tezgahtan, bir milyon iki yüz elli bin kişiyi tezgahtan geçirmişsin zaten, e o sokakta gezenin hepsi bir şekilde nasibini almış yani o dönemde. Niye yargılanamıyorsun yani onu anlamıyorum ya.”

(Emekli Öğretmen, 53 yaşında, Erkek – 31.03.2010, Ankara

12 Eylül sonrası yargının işleyişinin de gösterdiği gibi Türkiye’de yargının özellikle insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamına giren suçlarda devlet görevlilerinin cezalandırılmaması konusunda yürütme ile iş birliği yapıyor. Böylesi bir hukuk düzeniyle eşit, adil, demokratik bir düzen kurulamayacağı gibi, Türkiye’de hukukun üstünlüğünden bahsetmek de mümkün değil. Ayrıca söz konusu zanlıların çoğu terfi ettiriliyor ve görevlerine devam ediyor. Yani Türkiye’de barışı yürütecek bürokrasi kadrolarının bir kısmı da savaş döneminde insanlığa karşı suç işlemiş kişilerden oluşuyor.[19]

“İnsanlık suçunda zaten öyle bir şey varmış hukukta… Zaman aşımı olmamalı..yaşayan her biri… Zz suç işlemişe az, çok işlemişe çok ceza verilmeli… Bir Erdal Eren’in yaşını büyütüp de astıran insanlar villalarda yaşamamalı… O acıyı duymak için en azından bir iki ay hapiste kalmaları lazım.”

(Esnaf, 51 yaşında, Erkek – 07.05.2010, Konya)

“Bu karanlıkta kalmamalı, hesapsız kalmamalı, hesap sormalı, hatta gerekirse mesela dün 95 yaşında mıdır nedir faşist Kenan Evren o dönemin generali o bir günde ömrü kalsa bugün bir günde ömrü kalsa gerçi ömrü olsa da bence cezaevinde ölmeli… İnsanlığa karşı işlenen bir suç gerçekten nasıl affedilir, bunu bilmiyorum. Ben şahsen af edilmemesi gereken bir suçtur ben bunu böyle düşünüyorum. ”

(STK çalışanı, 46 yaşında, Erkek – 14.09.2010, Diyarbakır )

Çalışmamızı yürüttüğümüz sırda gündemde yer alan anayasa referandumu da tanıklıklarımız arasında yer almaktadır. Görüşmecilerimiz anayasa değişikliği taleplerini dile getirmekte ve bunun yargılama sürecini başlatacak olmasını önemli bulmakta ancak adil bir yargılamanın yapılabileceğine yönelik bir inanç beslememektedir.

“(Referandum süreci için) Bu yapılan anayasa değişikliği bir tadilattır. Geçen gün sayın içişleri bakanı biz kırk elliye yakın, kırk yediye yakın bir sayıyla bizimle bir toplantı yaptı. Orada düşüncelerimizi söyledik. Bir tadilattır, yani bir köklü değişim değildir. Ama bir adımdır, bireyi özgürleştirmek toplumu demokratikleştirmek anlamında çok önemli bir adımdır ve biz bu adımı da önemsiyoruz, benimsiyoruz, çok da önem veriyoruz.”

(Emekli öğretmen, 55, Erkek – 15.09.2010, Diyarbakır)

“…şimdi bazı şeyler var AKP diyor ki bana yeni anayasaya karşıysan o zaman darbecisin. Yok canım ne münasebet yani ben sana karşıysam niye darbeci olayım yani. Darbecilere de karşıyım sana da karşıyım kardeşim yani bu kadar basit. Yani şimdi anayasanın geçici 15. maddesini kaldırılmasını olumlu buluyorum ama bu tabi yeterli değil.”

(Mimar, 52 yaşında, Kadın – 02.04.2010, Ankara)

“O hesaplaşmayı bence siyasi olarak yapmak lazım. Yani şu anda, yeni anayasa filan, işte onu da hani şu andakiler değil de, o dönemdeki kitle örgütlerinden adamlar, şu anda siyasete devam edenler, o dönemde bırakanlar değil, cidden devam edenler, sivil örgütlerden, toplumun çeşitli yerlerinden, mesleki örgütlerden, hukukçular vs hepsinin bir araya geleceği tartışacağı bir şekilde olmalı”

(Mühendis, 57 yaşında, Erkek –21.09.2010, İzmir)

Bu başlık altında değerlendirebileceğimiz bir diğer bir konu ise darbecilere verilen tüm rütbe ve unvanlar ile bunların getirdiği tüm hakların geri alınmasıdır.

“Bana göre yapılması gereken en önemli şey, ihtilal ile gelen 2 cumhurbaşkanını cumhurbaşkanlığından gelen haklarını mutlaka geri almak, iptal etmek. O dönemde de bir şekilde parlamenterlik yapan, bundan yararlanarak kurucu meclis üyesi olup da maaş alan vs. vs. bütün bunları iptal etmek gerek. Yani bundan gelen hiçbir ayrıcalıkları, şeyleri olmayıp aksine bunlar ilgili bir kınamanın kanun olarak çıkarılması ve  bunların bugün bir şekilde ödüllendirilmesi yerine açıkçası kınanması”.

(Yazar, 56 yaşında, Erkek – 16.09.2010, Diyarbakır )

“Bu saydığım insanların büyük çoğunluğu, subayların özellikle, hepsi ordudan maaş alıyorlar, orduevlerinden faydalanıyorlar şimdi, saygı görüyorlar… İşkenceci Raci Tetik, Mamak askeri cezaevi komutanı maaş alıyor şimdi, emekli maaşını alıyor, orduevinden faydalanıyor. Bu insanlık suçu işlemiş adam, binlerce onun aleyhine şahit bulunabilir ki bulunacak şimdi mahkeme önüne çıkacaklar bu 15. madde meselesi hallolduktan sonra yargı, gideceğiz şikayet edeceğiz…”

(Emekli Öğretmen, 53 yaşında, Erkek – 31.03.2010, Ankara)

Geçmişi Yaratan Koşulları Ortadan Kaldırmak

Yazımızı sonlandırmadan önce 12 Eylül Askeri Darbesi’yle hesaplaşmanın gerçekleşebilmesi için görüşmecilerimizden gelen toplumsal yüzleşme taleplerinin ne olduğunu aktaracağım. Anlatılardan çıkan talep kısaca darbe süreciyle yüzleşmenin hukuki, teknik bir hesaplaşmayla sınırlandırılmaması; top yekûn zihinsel bir dönüşüm içinde darbe kültürünün tartışmaya açılması; darbenin uluslararası, sınıfsal, konjonktürel nedenlerinin ortaya konmasını kapsamaktadır.

“Yüzleşme olabilir mesela bu konuda bir toplumsal duyarlılık yaratmak lazım filmler yapılmalı bu konuda, kitaplar yazılmalı, okullarda okutulmalı 12 Eylül mağdurları bu okullarda. Almanya’da vardır Nazi döneminin mağdurları giderler okullarda anlatırlar ve o insanların mesela o dönemi yaşamış insanlar bile Almanlar o konuda utanç duyar. Çok önemlidir bu yani bir halkın utanç duyması kötü bir şey değil. Almanlar Nazi döneminde Almanların yüzde doksanı utanç duyuyorlar. Ama bizim ülkemizde bizim yaptıklarımızdan insanlarımız utanç duyuyor mu ben bu konuda şüpheliyim.”

(Siyasetçi, 60 yaşında, Erkek – 15.09.2010, Diyarbakır)

“Bizim hepimizin yüzleşmemiz lazım. Tabi sistem boyutunda olduğu zaman sistemle yüzleşeceksiniz. 12 Eylül ile yüzleşmek hesaplaşmak dediğimiz olay. Tabi bu yüzleşme hesaplaşma matematiksel bir olay değildir. Bu zihinsel bir olaydır, kültürel bir olaydır, toplumsal bir olaydır. Ben böyle bakıyorum. Teknik hukuki cezai boyutlarıyla değil. Belki o boyutları da olabilir ama asıl toplumun yüzleşmesi lazım. Hatta bir bütün olarak hepimizin kendimizle yüzleşmemiz, gerçeklerle yüzleşmemiz gerekli. Yani 12 Eylül’e hazırlayan koşulların içinde bizim rolümüz, misyonumuz ne oldu diye bir yüzleşmemiz lazım. Yani çünkü bu da bizim bir sorunumuzdur ve bunda ciddi bir hesaplaşma yapılmış değildir.”

(Avukat, 62 yaşında, Erkek – 14.09.2010, Diyarbakır )

Aslında hesaplaşmada asıl önemli olan nokta hesaplaşmanın amacının, öznesinin ve nesnesinin net bir şekilde açıklığa kavuşturulması veya iyi tanımlanmasıdır. Tanıl Bora’ya göre yapılacak olan şey suçu sorunsallaştırmak değildir ya da işkenceyi veya travmayı sorunsallaştırmak değildir. Çünkü suç kolayca bulunabilir ve bu suçtan kurtulunabilir. Ancak asıl sorun sorumluluğu yüklemektir.[20]

Bu noktada hatırlama ve unutmanın modern toplumlarda üstlendiği rolün önemi açığa çıkar. Modern toplumların hız, ilerleme mevhumlarına yüklediği anlamla yani değişim, yenilik ve ilerleme gibi kavramları ilke edinmiş olan modernizm düşüncesi hızlı değişimleri ve adaptasyonları içermesinden dolayı aslında bir unutma kültürü yaratmaktadır.[21] Bu noktada Alman düşünür Adorno’ya baktığımızda geçmişin işlenmesi ve geçmişle hesaplaşma kavramlarını bu tehlikeler karşısında birbirinden ayırmak gerektiğine işaret eder. Çünkü geçmişin işlenmesi geçmişin aslında başka bir otorite için araçsallaştırılması niteliğini taşıyabilmektedir.[22] Öyle ki geçmişin üstüne bir oldubitti çizgisi çekilip hafızanın içinin boşaltılması amacını güder. Geçmişin bu şekilde işlenmesi ise modern ahlakın ilerlemeci, dolayısıyla uzlaşmacı emellerinin önündeki engellerin kaldırılmasına yarar. Çünkü günümüzde ilerleme için uzlaşma şarttır ve hafıza/hatırlama uzlaşmayı askıya alma olanağına sahiptir. Bu koşullarda amaç anımsamanın ortadan kaldırılması, unutturulmasıdır. Bu nedenle Adorno modern iktidarın devamlılığı ve sürdürülebilirliği için mevcut ehlileştirici toplumsal veya bireysel terapi yöntemlerini de eleştirecektir ve doğal olarak Freud’u da bu noktada karşısına alır.[23] Bu ehlileştirici ve uzlaşmacı yönelime zıt biçimde geçmişle hesaplaşma söz konusu olduğu zaman muhatap olan öznelere yönelinmelidir. Yani tanıklıklar geçmişle hesaplaşma pratiği içinde önemli bir yer tutar. Bunun yanında Adorno kendi deneyimlerinden yola çıkarak Almanya için ırk önyargısına neden olan mekanizmaların bilincine varılmasının sağlanması gerektiğini savunur. Yani geçmiş ancak geçmiş olanın nedenleri ortadan kaldırılırsa tam olarak işlenmiş olacaktır. Doğal olarak nedenlerin ve koşulların bu şekilde ortadan kaldırılması ise ancak tam bir hesaplaşma ile gerçekleşebilir.

Bu bağlamda 12 Eylül’le gerçek bir hesaplaşma ancak nedenlerin ve söz konusu geçmişi oluşturan koşulların ortadan kaldırılmasıyla gerçekleşebilir aksi halde hukuk ilkelerinin ne derece uygulandığının sorgulandığı mahkemelerde gerçekleşen yargılama süreçlerinin tek başına geçmişle hesaplaşmanın gerçekleşebilmesi adına pek bir anlamı yoktur. Mahkeme sürecini tamamlayacak 12 Eylül’ün muhataplarının hafıza, daha kapsamlı bir adalet ve hakikat talepleri bu süreçte başvurulması gereken temel kaynaklardır.

 

DİPNOTLAR

[1] Murat Çelikkan’ın Hafıza Merkezinin web sitesinde yayınlanan “Hakikat, Adalet, Hafıza ve Barış Süreci” Başlıklı yazısında kullandığı bu üçlü kategorizasyon bu çalışma için de geçerli bir sınıflandırma olmuştur.

[2] Daha detaylı bir geçmişle hesaplaşma bölümü yer alan söz konusu çalışma kitap olarak yayınlanma aşamasındadır

[3] Mithat Sancar (2007), Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayınları.

[4] Tanıl Bora (2009) Geçmişle Hesaplaşma: Müşküller ve Yordamlar “Söyledim ve Vicdanımı kurtardım”dan Ötesi?, Birikim Dergisi sayı:248, Birikim Yayınları s.8.

[5] http://www.hakikatadalethafiza.org/sayfa.aspx?PageId=150

[6] www.ictj.org

[7] www.ictj.org

[8] Giorgio Agamben (2000), Tanık ve Arşiv: Auschwitz’ten Artakalanlar, çev: Ali İhsan Başgül, Dipnot yayınları, s.17

[9] A.g.e. s33.

[10] A.g.e s.151

[11] Muselmann, Agamben’in toplama kampındaki en alttakini anlatmak için kullandığı tabirdir.

[12] A.g.e s.158

[13] Michael Pollack & Nathalie Heinich (1986), Le temoignage, L’illusion biographique. Özgün Çeviri: Derya Fırat

[14] A.g.e

[15] http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/153323-darbecilerin-izlerinin-silinmesi-icin-kampanya

[16] Mithat Sancar (2007), Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yayınları.

[17] http://www.hakikatadalethafiza.org/duyuru.aspx?NewsId=210&LngId=1

[18] http://www.hakikatadalethafiza.org/duyuru.aspx?NewsId=210&LngId=1

[19] http://www.hakikatadalethafiza.org/duyuru.aspx?NewsId=210&LngId=1

[20] Tanıl Bora (2009), Geçmişle Hesaplaşma: Müşküller ve Yordamlar “Söyledim ve Vicdanımı Kurtardım”dan Ötesi, İçinde: Birikim Dergisi sayı:248, Birikim Yayınları.

[21] A.g.e. s.9

[22] Theodor Adorno, Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir? Çev: Tarhan Onur İçinde: Defter Dergisi sayı:38, Metis.

[23] A.g.e.

 

KAYNAKÇA

Giorgio Agamben (2000), Tanık ve Arşiv: Auschwitz’ten Artakalanlar, çev:  Ali İhsan Başgül, Dipnot yayınları, Ankara

Michael Pollack & Nathalie Heinich (1986), Le temoignage, L’illusion biographique. pp. 3-29.

Mithat Sancar (2007), Geçmişle Hesaplaşma: Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim yayınları, İstanbul

Tanıl Bora (2009), Geçmişle Hesaplaşma: Müşküller ve Yordamlar “Söyledim ve Vicdanımı Kurtardım”dan Ötesi, İçinde: Birikim Dergisi sayı:248, Birikim yayınları, İstanbul, pp 7-17

Theodor Adorno, Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir? Çev: Tarhan Onur İçinde: Defter Dergisi sayı:38, Metis, İstanbul, pp 121-137

http://www.hakikatadalethafiza.org/sayfa.aspx?PageId=150, son erişim tarihi: 20.02.2014

www.ictj.org, son erişim tarihi: 24.02.2014

http://www.hakikatadalethafiza.org/duyuru.aspx?NewsId=210&LngId=1, son erişim tarihi: 18.02.2014