2010’lar Türkiye’sinde “Olağanüstü Hâl Yurttaşlığı”nın Geri Dönüşü

Çalıştığım üniversitede bu dönem Siyaset Bilimine Giriş dersini yürütüyorum. Malum, Siyaset Bilimine Giriş dersi doğası gereği tek bir soruyla başlayabilir: Siyaset nedir? Uzaktan eğitim denen garabetin tüm zorluklarına rağmen öğrencilerim siyasete dair bildiklerini, düşündüklerini paylaşıyorlar. Siyasetin “devlet meseleleriyle”, “yönetimle”, “kamu düzeniyle” ilgili bir etkinlik olduğu, sık sık yanıltmalara ve yalanlara dayandığı, politikacıların yapıp ettikleri söz edilen temalar arasında. Öte yandan, siyasetin merkezinde yurttaşın ve yurttaşlığın bulunduğu öğrencilerimin aklına gelmiyor. İlginç olan meselelerden biri de derste kullandığımız Andrew Heywood’un Siyaset kitabının yurttaşlıktan öncelikli olarak söz etmiyor oluşu. Fakat öğrencilerimin yurttaşlığı düşünmemesi ile Heywood’un yurttaşlığa özel bir yer ayırmama gerekçesi birbirinden farklı gibi görünüyor. Zira insanlar kanaatlerini, dertlerini ve sorularını içinde yaşadıkları olgusal gerçekliğe referansla biçimlendirirler. Anglo-Amerikan dünyanın bir üyesi olan yazarımız için yurttaş figürü ve yurttaşlık kategorisi tanımlamaya bile gereksinim duyulmayacak kadar siyasetin merkezinde olduğu için bu kitapta özel bir yere sahip değil; adı sürekli geçiyor ama münhasır bir tanım ve tartışmaya yer bırakmayacak kadar ortak anlam dünyasının parçası. Benim öğrencilerim için yurttaşın ve yurttaşlığın siyasetin tarif edilmesi bakımından merkezi bir öneme sahip olmamasının nedeni ise Türkiye’de yurttaşın pek de siyasal bir aktör olarak görülmemesi sanki. Bu durum, Türkiye’de yurttaşın ve yurttaşlığın daha uzun süre tartışılması gerektiğini anlatan küçücük bir örnek olmakla birlikte daha genel anlamda bir zihniyet dünyasının ana hatlarına da işaret ediyor. Siyasal bağlamımızda yurttaşın siyaset ve devlet ile ne tür bir ilişki içinde olduğu halen sorgulanmaya muhtaç.

Yurttaşlık meselesi, başta siyasal teori olmak üzere siyaset biliminin farklı alt-disiplinleri içinde yakından incelenen ve tartışılan merkezi konulardan biri. Yurttaşlığın nasıl tarif edilebileceği ve kime, hangi koşullarda yurttaş denebileceği konusunda bir görüş birliği olduğunu söylemek ise güç. Öte yandan, bu tartışmalar içinden yurttaşlığı tanımlayan ve birbiriyle belirli dozda bir gerilim içinde olan iki temel düşünme hattının öne çıktığı kanaatindeyim. Buna göre, yurttaşlık bir yandan bir devlete, dolayısıyla bireysel ve sosyal haklar ile kamu düzenini koruma görevini üstlenen temel siyasal örgütlenmeye mensubiyeti bakımından hakları ve özgürlükleri yasalar ile güvence altına alınmış bir hukuki öznedir. Kısaca, bu yurttaşlık kavrayışının merkezinde haklara sahip olan ve hukuk düzenince korunan kişiler bulunur. Bu anlamıyla yurttaşlık, siyasal ve hukuki bir statü olarak belirir. Statü olarak yurttaşlığı kabaca bir sınıflamayla “liberal yurttaşlık” olarak da adlandırabiliriz. Liberal yurttaşlık anlayışının karşısında bulunan diğer bakış açısı ise yurttaşlığı siyasal eyleme, katılıma ve kamusal etkinliğe odaklanarak tarif eder. Buna göre yurttaşlık, bir hukuki statü olmanın ötesinde siyasal alandaki eylemlerimiz yoluyla görünür hale gelen bir etkinliğin adıdır. Siyasal etkinlik olarak yurttaşlığı da yine aynı kabaca sınıflama mantığına yerleştirerek “demokratik yurttaşlık” ismiyle anmamız mümkün. Öyleyse yurttaş kimdir? Bu sorunun yanıtının sözünü ettiğim iki perspektifin arasında bir yerde olduğunu düşünüyorum. Çağımızın yurttaşlık kavrayışı, hem haklara sahip olan ve yasalar tarafından korunan hem de kamusal alanda söz alarak/eylemde bulunarak kendisinin ve içinde yaşadığı topluluğun kaderine biçim veren özneler üzerine kurulu olabilir. İçinde yaşanan siyasal bağlama göre, liberal ve demokratik bakış açılarının ağırlığı ülkeden ülkeye değişebilir. Öte yandan, cumhuriyet olarak adlandırdığımız siyasal örgütlenme biçiminin hem liberal hem de demokratik yurttaşlık anlayışlarını buluşturma amacına yönelmiş olduğunu da teslim etmek gerekir.

Konuyu kendi siyasal bağlamımıza, Türkiye’ye taşıdığımızda karşımızda nasıl bir tablo gördüğümüzü soralım. Türkiye’nin Osmanlı modernleşmesinden bu yana yurttaşlık ile nasıl ilişkilendiğini dört dörtlük bir tartışmayla ele alan Füsun Üstel’i takip ederek kabaca şu yargıları dile getirmek mümkün:[1] Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, tebaadan yurttaşa geçiş sürecinde Türkiye’nin yurttaşlık rejimi en temelde bir “makbul yurttaş” profilinin oluşturulmasına dayalı olarak kurulmuştur. Bu bakımdan yurttaşın kamusal alandaki davranış kodları kadar, özel alanda nasıl hareket edeceğinin de belirlendiği “psikolojik bir habitus” çerçevesinde cumhuriyete yakışır “makbul yurttaş”ın sınırları çizilir. Sorgulamaya, tartışmaya ve birlikte eylemde bulunmaya çağrı yapan kamusallık anlayışının böylece iptal edilmesi ve devletleştirilmesinin sonucunda karşımıza çıkan yurttaş kavrayışının temelinde yurtseverlik, haklar yerine ödevler/yükümlülükler ve tehdit/tehlike algısı bulunur. Öyle ki yurttaşın siyasal eylemi sadece seçme-seçilme hakkı çerçevesinde anlaşılmakla kalmaz; seçimlere katılım aynı zamanda bir anayasal yükümlülük olarak tarif edilir. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren kurulmuş olan bu denkleme 12 Eylül darbesinin “armağanı” olan iki bileşen daha eklenir: Müslümanlık ve seferberlik ruhu. Füsun Üstel, iç ve dış tehditler karşısında sürekli hazır ve teyakkuz halinde olunması üzerine kurulu bu çerçeveyi (zamanımıza da çok uygun biçimde) “olağanüstü hal yurttaşlığı” olarak adlandırır. Avrupa Birliği üyelik sürecinde insan hakları yurttaşlık eğitimine dahil edilse de konu daha ziyade ulusal güvenliğin ve “milli menfaatlerin” sınırları içinde anlaşılır.

2000lerin başında siyasal iktidarın konsolidasyonu için gerekli göreli liberalleşme adımlarının atılıp Avrupa Birliği ile ilişkiler önem sıralamasında yukarı sıralara yerleşmesiyle birlikte ve Kürt açılımının da etkisiyle kamusal tartışma bakımından bir genişlemeden söz etmek mümkün olsa da bu durumun olsa olsa bir parantez olarak anlaşılabileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. 2010lar Türkiye’de yurttaşlık anlayışının haklar ve özgürlükler bakımından alabildiğine daraldığı ve “sıkı bir milli sadakat yükümlülüğü ile kuşatıldığı”, yurttaşın neredeyse tebaa statüsüne gerilediği bir dönem olarak değerlendirilebilir.[2] Bu gerilemenin yaşanmasında birkaç önemli siyasal gelişmenin etkili olduğunun altını çizmek gerek. İlk olarak, 2013 yılının uzun yazı boyunca cereyan eden Gezi eylemleri ve hemen ardından gelen forumlar süreci devlet ile yurttaş arasındaki ilişki bakımından dönüştürücü etkilere sahne olmuştur. Gezi eylemleri ile Türkiye’de pek çok kişinin demokratik yurttaş eylemini ve etkinliğini hayatında ilk kez deneyimleme şansı bulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Dolayısıyla yurttaşlar biraraya gelerek taleplerini kamusal alanda dile getirme ve müşterekler üzerinde tartışma iradesi göstermişlerdir. Bu bakımdan Gezi eylemleri Türkiye’de haklara ve özgürlüklere dayalı, birlikte eylemde bulunmayı gerektiren bir yurttaşlık bilincinin filizlenmesine hizmet etmiştir. Öte yandan aynı Gezi eylemleri, devletin yurttaş hak ve özgürlüklerini kısıtlama ve milli güvenlik algısı çerçevesinde bireysel hakları sınırlama eğiliminde daha radikal bir dönemin başlangıcı sayılabilir. Öyle ki 2013 sonrasında protesto ve örgütlenme özgürlüklerinin neredeyse askıya alındığı, zaten kısıtlı olan ifade özgürlüğünün ise hiçe sayıldığı bir dizi önlem uygulamaya konulmuştur. Söz konusu süreç Haziran 2015 seçimleri, 15 Temmuz 2016’da gerçekleşen başarısız darbe girişimi ve hemen ardından ilan edilen olağanüstü hâl ile doruk noktasına çıkmıştır. 2020 yılında karşımızdaki Türkiye tablosu, hem liberal hem de demokratik anlamıyla yurttaşlık kurumunun iflasına işaret etmektedir.

Yurttaşlığın 2010’lar boyunca gözlemlediğimiz iflasını biraz daha ayrıntılandırmaya çalışayım. Yazının başında da belirttiğim üzere, hukuk tarafından korunan haklar ve özgürlükler üzerine kurulu bir yasal statüye sahip olmak yurttaşlığın liberal ve asgari tanımını teşkil ediyor. Bu tanımın erdemi ise yurttaşı hem başkalarından hem de devletin kendisinden korumaya dayalı bir mantık üzerine kurulu oluşunda. Öte yandan 2010ların özellikle ikinci yarısında Türkiye’de bu yasal statünün ortadan kalkmasa da devletin karar verici olduğu ve olağanüstü hâl koşullarında biçimlenen bir keyfiyet rejimine terk edildiğini gözlemliyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin son yıllarda Türkiye’deki temel hak ihlalleri konusunda verdiği kararlar ve dile getirdiği kaygılar, bu gözlemi destekleyecek nitelikte. Demokratik yurttaşlık pratiği de bu süreçten azade değil. Mert Arslanalp ve T. Deniz Erkmen’in son dönem çalışmalarında yetkinlikle ortaya koydukları üzere, 2010ların ikinci yarısında kalıcı bir olağanüstü hâl rejimi içinde yaşayan Türkiye’de anayasaca güvence altına alınmış yurttaş hak ve özgürlüklerinin başında gelen protesto hakkının kullanımı siyasal aktörlere, konulara, zaman dilimlerine ve yerlere göre değişen biçimde, farklılaşan derecelerde sınırlamalara tabi durumda.[3] Arslanalp ve Erkmen “esnek, dinamik, geçici, son derece noktasal ve partikülaristik olabilen hakları askıya alma ve yönetme pratiklerinin” altını çizerek ortaya çıkan durumu “mobil olağanüstü hal yönetimi” olarak adlandırıyor. Demokratik yurttaşlık kavrayışının temel bileşeni olan siyasal hak ve özgürlüklerin seçici biçimde tanınması veya engellenmesi çerçevesinde muğlak bir tehdit algısına dayalı “olağanüstü hâl yurttaşlığı”nın geri döndüğüne; hatta yurttaşlığa içkin hak ve özgürlüklerin bir belirsizlik alanına sürüklendiğine tanıklık ediyoruz.

Bu noktada sözünü ettiğim gelişmeleri nasıl anlayabileceğimizi, 2010’larda Türkiye’de yeniden yükselen “olağanüstü hâl yurttaşlığı”na kapsayıcı bir pozisyondan bakma imkânımızı sorgulayabiliriz. Serdar Tekin yakın zamanda kaleme aldığı iki yazıda Türkiye’nin siyasal ve hukuksal dönüşümünü Ernst Fraenkel’in İkili Devlet tartışması ışığında ele aldı.[4] Ben daha farklı bir yol izleyerek yukarıda özetlediğim Türkiye’nin belirsizlik alanına sürüklenmiş ve keyfiyetin sınırlarına hapsolmuş yurttaşlık rejimini Giorgio Agamben’in çokça tartışılmış olağanüstü hâl teması ile ilişkilendirerek kavramaya çalışacağım. Agamben, Kutsal İnsan: Egemen İktidar ve Çıplak Hayat (Çev.: İsmail Türkmen, İstanbul, Ayrıntı, 2001) adlı ünlü kitabında modern siyasetin temelinde egemenlik kavramının bulunduğunu ve bu egemenlik anlayışının (liberal hukuk devleti anlatısının altını çizdiğinin aksine) belirlenmiş hukuki hak ve statüler çerçevesinde işlemek yerine belirsizlik/ayrımsızlık alanları yaratarak hayatın kendisini istisnai düzenlemelere tabi kılmak suretiyle hakimiyet altına aldığını vurgular. Bu çerçevede egemen, hangi öznelerin ve eylemlerin hukuk alanı içinde tanımlanacağını belirleyen, ama kendisi hukukun içerisi ile dışarısı arasındaki eşikte konumlanmış bir siyasal varlık olarak resmedilir. Dolayısıyla egemenin tanımlayıcı özelliği olağanüstü hale karar vermektir. Söz konusu karar edimi çerçevesinde hukukun sınırlarını her bir edim ve koşul için yeniden ve yeniden belirleyen egemen iktidar, hukukun güvence altına aldığını düşündüğümüz/varsaydığımız hak ve özgürlükleri bir belirsizlik alanına sürükleme yetisi kazanır. Bu bakımdan Agamben için siyasetin kurucu ilişkisi, kendi kendisini belirleme amacı güden öznelerin (veya yurttaşların) ortaklaşmasından ziyade egemen yasaklama/sınırlamadır. Düşünür böylece “Batı siyasetinin ta başından beri (…) siyasal özgürlükleri vatandaş haklarına dayandırma çabalarının nafile olduğu” sonucuna ulaşır (s. 236).

Böyle bir yazı çerçevesinde gereken derinlikte bir teorik tartışma yapmanın zorluklarını da gözeterek Agamben’in anlatısındaki sıçramalı genellemeleri, Antik Yunan felsefesinden mesiyanizme uzanan karmaşık referans verme alışkanlıklarını ve etimolojik temellendirmeleri ölçüsüzce kullanmasının yol açtığı sorunları bir kenara bırakalım. Düşünürün yukarıda çok kısaca özetlemeye çalıştığım iddiası, 2010lar Türkiye’sinde karşımıza çıkan “olağanüstü hâl yurttaşlığı” bakımından anlaşılır bir çerçeve sunuyor. Hukuk normları da dâhil olmak üzere siyasal hayatın tüm bileşenlerinin “devletin” tehdit algısı ve öncelikleri çerçevesinde yeniden ve yeniden yorumlandığı koşullarda yurttaşların her türlü hak ve özgürlüğünün bir belirsizlik alanında tanımlandığını, yani Agamben’in analizinin Türkiye’nin verili siyasal koşullarındaki geçerliliğini reddetmek mümkün değil. Dolayısıyla düşünürün çizdiği çerçeve, Türkiye’nin güncel “olağanüstü hâl yurttaşlığı” rejimini anlamak ve açıklamak bakımından özgün bir zemin sunuyor. Öte yandan, tam da Türkiye bağlamı üzerinden Agamben’e bazı sorular yöneltmenin de gerektiği kanaatindeyim. Türkiye’de yurttaşlığın güncel durumunu açıklamayı haiz bu bakış açısını tüm modern siyaset bakımından genellemek ne anlama gelir? Eğer siyaset halihazırda egemenlik kavramının yön verdiği ve özü itibarıyla sınırlama, yasaklama, belirsizlik alanına hapsetme ilişkilerine dayalı olarak tanımlanıyorsa siyasal özne olmanın, yurttaş olmanın anlamı var mıdır? Bu çerçevede, Agamben’in siyasal alanın en yıkıcı patolojileri olan otoriter yönetimlerin ve/ya totaliter eğilimli siyasal hareketlerin (çağımızda da örneklerini gördüğümüz) mutlak hakimiyet kurma eğilimlerini siyasetin belirleyici ilkesi olarak genelleştirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla düşünürün iddiasını olduğu gibi ve bir genelleme olarak benimsemek, bizatihi siyasal eylemin imkânsız ve aynı zamanda beyhude olduğunu kabullenmek olacaktır. Bu koşullarda da ne haklara sahip olmanın ne de siyasal alanda müşterek eylemde bulunmanın da herhangi bir anlamı kalır. Öyleyse son bir soru soralım: Bizler, Türkiye’de yaşayan insanlar bugün böyle bir siyasal pozisyonda mıyız; yurttaşlar olarak ortak bir hayat inşa etmemiz mümkün değil mi?

Yazının başında yurttaşlığın birbirini besleyen iki ayrı kavranış biçiminden söz etmiştim: hak ve özgürlükleri yasalarca güvence altına alınmış hukuki bir özne olarak liberal yurttaş ve siyasal katılım, eylem ve kamusallığın bir parçası olarak demokratik yurttaş. Yukarıda da tartıştığım üzere, verili koşullarda Agamben’i haklı çıkaran ve yurttaşlığın bu iki boyutunu da hayata geçirmeyi olanaksız hale getiren bir düzende yaşıyoruz. Öte yandan, yurttaşlığın bu zor koşullarda hayatta kalmasını, fırsat bulduğunda yeniden yeşermesini sağlayacak bir ihtimal daha olduğu kanaatindeyim. Liberal ve demokratik boyutların iflas ettiği, hak ve özgürlüklerin bir belirsizlik alanına hapsolduğu koşullarda yurttaşlık bir iddia, bir talep olarak ortaya çıkar. Unutmayalım ki modern siyasetin kurucu anları olarak niteleyebileceğimiz Amerikan ve Fransız Devrimleri tam da bu yurttaşlık iddiası üzerine kuruludur. Dolayısıyla Agamben’in olağanüstü hâl tartışmasını siyasetin belirleyici ilkesi olarak kavramak yerine, bizleri siyasete içkin bir patolojiye karşı uyaran normatif bir kaygı olarak değerlendirmeyi öneriyorum. Bu normatif kaygı ışığında Türkiye’nin yurttaşlık rejiminin dönüşümü için yurttaşların kendi hak ve özgürlüklerini ısrarla talep etmelerinden başka bir seçenek olmadığı kanısındayım.

 

 

 

[1] Türkiye’nin yurttaşlık rejimini tarif ederken (aksi yönde bir referans verilmedikçe) Füsun Üstel’in “‘Makbul Vatandaş’ın Peşinde: II. Meşrutiyetten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi” (3. Baskı, İstanbul İletişim Yay., 2008) adlı eserini takip ediyorum.

[2] Tanıl Bora, 2017, Cereyanlar: Türkiye’de Siyasi İdeolojiler, İstanbul: İletişim, s. 239.

[3] T. Deniz Erkmen ve Mert Arslanalp, 2020, “’Mobil OHAL Yönetimi’ ve Türkiye’de Protesto Yasakları,” Birikim Güncel, 20.07.2020, https://birikimdergisi.com/guncel/10211/mobil-ohal-yonetimi-ve-turkiyede-protesto-yasaklari#_ftnref8.

Erkmen ve Arslanalp’in ayrıntılı veriler eşliğinde yaptıkları derinlikli tartışma için bkz. M. Arslanalp ve T. Deniz Erkmen, 2020, “Mobile Emergency Rule in Turkey: Legal Repression of Protests during Authoritarian Transformation,” Democratization, 27 (6): s. 947-969; M. Arslanalp ve T. Deniz Erkmen, 2020, “Repression without Exception: A Study of Protest Bans during Turkey’s State of Emergency (2016-2018)”, South European Society and Politics, 25 (1): s. 99-125.

[4] Serdar Tekin, 2020, “İkili Devletin Güncelliği Üzerine Notlar,” Ayrıntı Dergi, 35; Serdar Tekin, 2018, “Diktatörlük kuramına bir katkı: Ernst Fraenkel ve İkili Devlet,” Birikim, 354, https://birikimdergisi.com/dergiler/birikim/1/sayi-354-ekim-2018-354-ekim-2018/9132/diktatorluk-kuramina-bir-katki-ernst-fraenkel-ve-ikili-devlet/9135.