ABD’de Irkçılık: Barış Ünlü ile Söyleşi

Söyleşi: Dinçer Demirkent

Sınıf, ırk ve cinsiyet gibi eşitsizlik sistemleri nasıl kesişiyorsa, eşitlikçilik ideolojileri/duyarlılıkları de kesişmeli. Bu bence süregelen 1968 dünya devriminin öğrettiği ve bellettiği bir şey.

Dinçer Demirkent: Beyazlık çalışmaları, apartheid, siyah bilinci ve Frantz Fanon üzerine çalışmalarınız, eserleriniz var. Beyazlık sözleşmesi üzerine çalışmalardan da yararlanarak Türkiye’de Türklerin ve Türk olmayanların duyma, düşünme, algılama ve performe etme biçimlerini belirleyen; ödüllendiren ve cezalandıran bir “Türklük Sözleşmesi”nin varlığı tezini, Türkiye siyasal tarihine ilişkin bir analiz aracı olarak sundunuz.

Buradan başlamak isterim, ABD’de beyazlık sözleşmesi nasıl çalışıyor?

Barış Ünlü: Modern bir fikir olan toplumsal sözleşme en azından 17. Yüzyıldan bu yana, halk egemenliği, demokrasi, eşitlik, cumhuriyet gibi modern meseleler ve fenomenler üzerine düşünmek için kullanışlı bir metafor, kurgusal ve normatif bir model. Fakat toplumsal sözleşme, yine bu modern fenomenlerle bağlantılı olarak, belli coğrafyalarda ve belli tarihsel dönemlerde belli bir somutluk ve gerçeklik de kazanmış gibi görünüyor ve bu somutluğun aldığı biçimler modern dünyanın doğası hakkında, örneğin cumhuriyet, ulus-devlet, milliyetçilik, sömürgecilik,  ırkçılık vb. hakkında bence çok şey öğretiyor. İşte ABD tarihine baktığımızda bu anlamda modern dünyanın bir bakıma laboratuvarına da bakmış oluyoruz.

Hannah Arendt’in Devrim Üzerine adlı kitabında anlattığı gibi, Avrupalılar daha Amerika’ya ayak basmadan önce bile, henüz gemilerdeyken, kendi aralarında yazılı ve sözlü sözleşmeler yapmaya, birbirlerine sözler vermeye ve tutmaya başlıyorlar ve bu sözleşmeler geleneği Amerikan Devrimi’ne kadar ve hatta sonrasında toplumsal, siyasal ve idari yapıların (örneğin federal yapının) temelini oluşturuyor. Fakat bu sözleşmeler, Aydınlanma Çağı’nın vaaz ettiği ve her şeyden üstün olan, her şeyin ölçüsü olan “insan”lar veya bireyler arasında yapılmadı, Avrupalı insanlar, yani beyazlar arasında yapıldı. Dolayısıyla sözleşme başından itibaren ülkede yaşayan her bireyin eşit olduğu bir toplumsal sözleşme değil, sadece beyazların gerçek bir birey, insan ve vatandaş olduğu ırksal bir sözleşmeydi. Hümanizmdeki “human”ın yani insanın beyaz olduğu, insan-merkezciliğin beyaz-merkezcilik anlamına geldiği bir evrendi bu. Yerli halklardan gasp edilen topraklar ustaca “boş” yani kullanıma ve özel mülkiyete açık olarak kavramsallaştırıldı, ki toplumsal sözleşme teorisyenlerine 16. ve 18. yüzyıllar arasında ilham veren de kısmen Amerikaların bu “boş”luğu, bu “doğa durumu”ydu, ve bu topraklarda zorla Afrika’dan getirilen Siyahlar köle olarak çalıştırılmaya başlandı. Irksal veya beyazlık sözleşmesi diyebileceğimiz sözleşmenin mantığı, bu yeni ülke ve devletin aslen beyazların devletin olacağı, yani devletin ve ülkenin beyazlara ait olacağı, devletin ve bütün kurumların/alanların sadece beyazların lehine ve onlar için çalışacağıydı. Bu mantık elbette sadece kurumların işleyişini değil, ahlakı ve epistemolojiyi de belirler. Çok basitçe söylersem, ahlaki yükümlülükleriniz beyazlaradır, eğer beyaz-olmayanlara karşı ahlaki duygular hisseder ve bu duyguların gereğini eylemlerinizle yerine getirirseniz, ahlaksız olarak görülür ve cezalandırılırsınız. Bu anlamda beyazlık sözleşmesi, kişilerin ahlakını şekillendirmede Tanrı’nın sözlerinden çok daha belirleyicidir. Bilgi dünyası da ahlak ve duygu dünyası gibi işler. Belli şeyler bilinecektir, belli şeyler hiç bilinmeyecektir. Ama sözleşmenin güzelliği şu ki, bildiklerinizin doğru, bilimsel ve anlamlı olduğunu size söyleyen devasa bir kurumsal ağ ve bilgi otoriteleri vardır. Bilmediğiniz ise zaten bilmeye gerek olmayan şeylerdir ve bunu da yine epistemik otoriteler (örneğin beşeri ve sosyal bilimler) onaylar. Fakat bu bilgisizlik sadece üniversitelerde değil, örneğin bir ailenin yemek masasında da üretilir. Eğer bilinmemesi gereken bir şey hakkında konuşursanız, yemek masasının, insanların ağzının tadını kaçırırsınız, gerekli uyarıları mimiklerle veya sözlerle alırsınız.  Bu bilgisizlik ister en yukarılarda ister en aşağılarda üretilsin, bilinmeyenler ve bilinmesi istenmeyenler gerçekte bir toplumun ve ülkenin nasıl kurulduğuna ve işlediğine dair en temel bilgiler oluyor. Soykırım, sömürgecilik, ırkçılık, gasp gibi… Dolayısıyla paradoks şu ki, ülkeyi kuranlar ve ülkenin gerçek sahipleri o ülkenin nasıl kurulduğunu ve işlediğini anlayamıyorlar. En iyi okullarda okusalar, en iyi eğitimi alsalar dahi anlayamıyorlar.

Beyazlık sözleşmesinin nasıl işlediğini kısmen böyle özetleyebilirim. Tabii bu ideal tipik bir özet. Yani nasıl kuruldu, temel mantığı neydi, nasıl işledi? Yoksa şu anki durum çok farklı. Sözleşmeler hiçbir zaman statik değil, birçok faktöre bağlı olarak her zaman değişmeye, daralmaya veya esnemeye, katılaşmaya ve yumuşamaya açık ve tabii bütünüyle çökme tehlikesi de her zaman var. Ayrıca beyazlık sözleşmesi sadece ABD tarihiyle ilgili değil. Charles Mills’in Türkçeye de çevrilen Irksal Sözleşme kitabında da asıl vurgu beyazlık sözleşmesinin küresel bir fenomen olması. Bu, son 300-400 yıldır küresel düzeyde hüküm süren beyaz üstünlüğüne ve üstünlükçülüğüne dikkat çekiyor.

Bu soruya cevaben son olarak, ABD’deki beyazlık sözleşmesinin aslında modern dünyanın doğası hakkında çok şey söylediğine dair başta söylediğime kısaca dönmek istiyorum. ABD tarihi aslında bize, modern ulus-devletlerin ve sözleşmelerin hep belli bir halk/ırk tarifi üzerine kurulduğunun, yani sadece belli bir ırkın veya halkın devleti olduklarını, temelde sadece o özelliklere sahip olanların imtiyazlı, güvenli ve gururlu yaşayabildiğini, o özelliklere sahip olmayanların ise o ülkede imtiyazsız ve güvencesiz, tedirgin, ikinci sınıf insanlar olarak yaşadığını gösteriyor. Dolayısıyla sözleşme mantığı içinde, halk egemenliği, ulus-devlet, cumhuriyet, millet, milliyetçilik, ırkçılık gibi bütün modern fenomenler bir araya geliyor ve bu sadece ABD’de olmuyor. Sözleşmenin eş zamanlı içericiliği ve dışlayıcılığı, yani birilerini içine alırken diğerlerini dışarıda bırakması, modernitenin kendi içinde özgürlük ve baskı, eşitlik ve eşitsizlik, rıza ve şiddet gibi ikilikleri nasıl eş zamanlı olarak barındırdığını da gösterir.

D.D. : Medeni haklar hareketi sonrası, sözleşmede değişiklik nasıl gelişti? Örneğin kurumsal dönüşüm nasıl oldu? Kurumsal ve yapısal olarak ırkçılığa etkileri ne oldu?

B.Ü. : Buna cevap vermeden önce, bir önceki soruyla da bağlantı kurmak adına, kısaca biraz daha geriye gitmek iyi olabilir. Sözleşmelerin her zaman değiştiğini söylemiştim. Örneğin bugün ABD’de beyaz kabul edilen çok sayıda Avrupalı halkın her zaman beyaz kabul edilmemiş olduğunu hatırlayabiliriz. İrlandalılar, İtalyanlar, Polonyalılar, Yunanlılar vb. veya dinden gidersek, Katolikler, Ortodokslar ve Yahudiler uzun süre beyaz kabul edilmediler. Ancak zamanla, çeşitli biçimler alan müzakerelerle, mücadelelerle ve performanslarla beyazlığın içine dâhil olabildiler. Ama bu karmaşık tabloyu basitleştirmek adına ve zaten asıl konumuz da bu olduğu için beyaz/siyah ikiliğine dönersek de değişimin sürekliliğine tanık oluyoruz. Örneğin Amerikan İç Savaşı beyazlık sözleşmesinin, yani beyazlar arasındaki mutabakatlar bütününün hiçbir zaman istikrarlı olmamış olduğunu gösteren en kanlı örnek. Sonuçta Kuzey kazandı ve kölelik kaldırıldı. Fakat 10-15 yıl içinde Jim Crow denen yasa ve kurallarla Güney eyaletlerinde ırkçılık ve ayrımcılık tekrar yasal olarak en ince ayrıntısına kadar tesis edildi, örneğin siyahların beyazlarla aynı mekanları kullanması, aynı okullara gitmesi, cinsel ilişkiye girmesi yasaklandı, oy verme hakları engellendi veya aşırı zorlaştırıldı ve bütün bunlar Kuzey’in rızasıyla oldu, yani beyazlık sözleşmesi Kuzey ile Güney arasındaki iç-savaş sonrasında tekrar güncellendi. İşte Medeni Haklar Hareketi 1950’ler ve 1960’larda bu yasal ırkçılığın ve ayrımcılığın sona erdirilmesi için yapılan şiddet-dışı kitlesel mücadeleleri anlatır ve amacı, ––Amerikan Devrimi’nden yaklaşık iki yüzyıl, iç savaştan yaklaşık yüzyıl sonra–– artık Siyahların tam ve eşit vatandaş olarak kabul edilmesidir. Bu dar amaç çerçevesinde baktığımızda, Medeni Haklar başarılı oldu, çeşitli yasalarla ve Yüksek Mahkeme kararlarıyla yasal ırkçılık ve ayrımcılık sona erdi, resmi ayrımcılık yasa-dışı ilan edildi. Medeni Haklar’ın başarıları özellikle Güney siyahlarının hayatı düşünüldüğünde devasadır. Otobüste istediği yerde bile oturamayan, istediği çeşmeden su içemeyen, çocuğunu istediği okula gönderemeyen, istediği lokantada yemek yiyemeyen, bunları yapmaya çalıştıklarında linç edilen, tükürülen, dayak yiyen, üstüne yemek dökülen insanlar bu en temel şeyleri yapabilir oldular. Ayrıca çeşitli kampanyalar ve yasalarla siyahların oy vermesini engelleyen ve zorlaştıran çeşitli engeller kaldırıldı, böylece siyahlar kolektif olarak siyasette çok daha güçlü hale geldi. Tabii hem o yıllarda hem de sonraki on yıllarda verilen mücadelelerle de siyahların çeşitli alanlardaki ve kurumlardaki varlığı, diyelim siyasetteki, yargıdaki, akademideki varlığı da yıldan yıla arttı. Medeni Haklar Hareketi bir bakıma siyahların da Amerikan sözleşmesine dahil edilmesi, veya ırksal sözleşmenin yerine toplumsal sözleşme ikame etme çabasıydı.

Genel bir muhasebe anlamında, Barack Obama’yı Medeni Haklar hareketinin neleri başardığının ve neleri başaramadığının sembolü olarak değerlendirebiliriz. Bir yandan bir siyah ABD Başkanı olabilmiştir, ki bunun anlamı siyahların büyük çoğunluğu açısından gerçekten büyük. Türkiye’de bir Alevi’nin cumhurbaşkanı seçilmesine benzetebiliriz. Fakat aynı zamanda Obama Medeni Haklar’ın sınırlarını da, nasıl yozlaştırıldığını da açıkça gösterdi. Bir kere Medeni Haklar’ın ve özellikle hareketin lideri Martin Luther King’in anti-emperyalist ve sosyalizan eğilimleri hem beyaz iktidarı hem de Obama gibi yükselmek isteyen siyahlar tarafından yıllar içinde törpülendi, King ölümünden sonra bir tür iyilik meleğine dönüştürüldü. Yani sağı ve soluyla liberal merkez tarafından sisteme entegre edildi. Böylece Medeni Haklar Hareketi ve kazanımları, Amerikan sistemi için büyük bir tehdit oluşturmayan veya oluşturmak da istemeyen siyahlar için ekonomi, siyaset, yargı, akademi gibi alanlarda bir yükselme aracına dönüştü denebilir. Bu, özellikle de yükselmiş ve yükselmek isteyen sayısız insan için küçümsenecek bir şey değil. Fakat bu gerçekleşen şey liberalizmin vaadidir, yani meritokrasi vaadi: Birey olarak çok çalışırsan, hak edersen, oyunu kurallarına göre ve iyi oynarsan, iyi yerlere geleceksin. Yani Medeni Haklar süreç içerisinde, radikalizmden arındırıldığı ve liberalleştirildiği ölçüde, ABD’nin övmeye ve izlemeye doyamadığı kişisel başarı ve kahramanlık hikâyelerinin bir söylemi haline dönüştürüldü.

Tabii bu sadece şimdiki zamandan geçmişe doğru baktığımızda gördüğümüz bir şey değil, 1960’larda da görünüyordu. Nitekim 1960’ların ikinci yarısında, henüz King hayattayken, Siyah İktidarı ve Kara Panterler gibi daha radikal ve uzlaşmaz hareketlerin ortaya çıkışı kısmen bu gözlemlerle ilgiliydi. Yasal değişikliklere rağmen siyahların orantısız yoksulluğu, eğitimsizliği; kentlerin ve okulların fiili segregasyonu; kurumların (polisin, ordunun, yargının, bankaların, belediyelerin, üniversitelerin vs.) ayrımcılığı; siyah mahallelerin bakımsızlığa ve suça/uyuşturucuya terkedilişi artarak sürüyordu. Ve genç siyah radikaller, sonunda King gibi peygamberimsi birine bile tahammül edemeyip öldürmelerini kendi haklılıkların açık bir delili olarak gördüler.

D.D. :1968 devrimini, bir sistem karşıtı hareket olarak düşündüğümüzde, kapitalizme içkin ırkçı-cinsiyetçi yapıya karşı sistem karşıtı bir mücadele deneyimini de görüyoruz. ABD’de 68 devriminde ne oldu, kurumlara nasıl yansıdı ve bugün ne kaldı?

B.Ü. : Bence en iyi Immanuel Wallerstein’in görüp analiz ettiği üzere, 1968 bir dünya kültür devrimi, yani dünyanın kültürünü değiştiren, böyle olduğu ölçüde de hala içinde yaşadığımız bir devrim. Bu kültür devriminin en çarpıcı ve kalıcı özelliklerinden biri, belki de birincisi, komünizm ve ulusal kurtuluş hareketleri gibi sistem-karşıtı hareketlerin ikincil diyerek küçümsediği ya da ertelediği ırkçılığı ve cinsiyetçiliği hayati ve ertelenemez meseleler olarak gündemin merkezine getirmesiydi. 1968’le birlikte ırkçılık ve cinsiyetçilik birer ideoloji, hastalık, sapma olarak değil, yapısal eşitsizlik sistemleri olarak analiz edilmeye başlandı. Yani belli bir ırkı ve cinsiyeti hâkim ve imtiyazlı kılmak, öteki ırkları ve cinsiyetleri aşağıda tutmak üzere kurulmuş, örgütlenmiş, işlemiş iktidar ağlarıydı. Dolayısıyla, örneğin Amerikalı genç siyah radikallere göre ırkçılık, Amerika’nın sapmasından, sözlerini yerine getirmemesinden, kendine ihanet etmesinden değil, bizzat Amerika’nın doğasından, yani doğa haline gelmiş yapısından kaynaklanıyordu. Bu tarz analizler ve eleştirilere göre sadece bazı bireyler ırkçı ve cinsiyetçi değil, bütün bir yapı ırkçı ve cinsiyetçiydi, dolayısıyla bireysel olarak ırkçı olmayan beyazlar ve erkekler de bu eşitsizlik yapılarından faydalanıyorlardı. Ve eski sol diyebileceğimiz geleneksel sistem-karşı hareketler de bu yapıların içindeydi.

ABD’deki 1968 hareketine de, emperyalist Vietnam Savaşı’na karşı muhalefetin yanında, ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtlığı damga vurdu. Fakat resmi daha komplike hale getiren şu ki, ırkçılık karşıtları, diyelim siyah radikaller cinsiyetçi/kadın düşmanı olabiliyor; cinsiyetçilik karşıtları, diyelim beyaz feministler ırk meselesini önemsemeyebiliyor veya tam olarak anlayamayabiliyorlardı. Dolayısıyla 68’in kısa ve orta vadeli en büyük etkilerinden biri bölünmeler oldu. Sistem-karşıtı hareketler içinde siyahlarla beyazlar, kadınlarla erkekler, siyahlar erkeklerle siyah kadınlar, beyaz kadınlarla siyah kadınlar ayrılabildi. Herkes kendi meselesi etrafında örgütlenmeye, o meseleyi analiz etmeye ve çözmeye koyuldu ve o meselenin küçümsenmesine bir daha asla razı olmadı. Siyah feministler tarafından ortaya atılan, toplumsal eşitsizliklerin ve sorunların kesişimselliğine dikkat çeken kesişimsellik kavramı da bu bölünmeler bağlamında, kısmen bu bölünmelerin bir analizi ve eleştirisi olarak da geliştirildi.

Fakat bu bölünmeler kendi meseleleri etrafında örgütlenen gruplara büyük bir enerji de verdi. Sokakta başlayan hareketler yavaş yavaş üniversitelere girdiler ve çok geçmeden güçlü entelektüel hareketler haline, yani düşünce akımları haline gelmeye başladılar. Kültür kurumları aracılığıyla 68 devrimi devam etmeye ve yayılmaya böylece devam etti. Ama tabii ki sadece kültür kurumlarıyla da sınırlı kalmadı. Sokakta başlayan üniversitelere girdi, sonra tekrar sokaklara döndü. Bugünün dünyasında aslında buna ve bence daha önemlisi ayrılmış olanların artık birleştiklerine tanık oluyoruz. Yani artık kimse bir diğerinin meselesini küçümsemeden bir araya gelinebiliyor. Bu sadece farklı grupların, diyelim ırkçılık karşıtı gruplarla cinsiyetçilik karşıtı grupların giderek daha sık bir araya gelmesinde gözlemlenmiyor. Birleşme tekil bireylerin içinde de gerçekleşiyor. Bugünün tipik bir sistem-karşıtı bireyinin, aynı anda aktif bir anti-cinsiyetçi, anti-ırkçı, anti-kapitalist olduğunu söylemek sanırım yanlış olmaz. Sınıf, ırk ve cinsiyet gibi eşitsizlik sistemleri nasıl kesişiyorsa, eşitlikçilik ideolojileri/duyarlılıkları de kesişmeli. Bu bence süregelen 1968 dünya devriminin öğrettiği ve bellettiği bir şey.

Ve bana öyle geliyor ki, küresel sağ bunu küresel soldan daha iyi anlayıp görüyor. Sol tarafından “yapay” denerek küçümsenen ve gerçek sorunlardan uzaklaştırmak için sağın icat ettiği bir şey olarak görülen “kültür savaşları” bence gayet “gerçek”. Son yıllarda neredeyse bütün dünyada üniversitelerin büyük bir saldırı altında olması da küresel sağın 1968 devrimini daha da geç kalmadan durdurma çabasıyla ilgili olabilir.

D.D. : Siyahlara karşı kurumsal şiddetin özellikle polis şiddetinin görünür olduğu olayların ardından yaşanan protesto eylemlerini nasıl değerlendirmek gerek? 2013’te başlayan ve Mayıs 2020’de George Floyd’un öldürülmesine karşı protestoların sloganıyla anılan Black Lives Matter hareketini sistem karşıtlığı bakımından sivil haklar hareketiyle karşılaştırabilir misiniz?

B. Ü. : Şu ana kadar söylediklerimden devam edersem, Black Lives Matter’ın (BLM) ilk defa Obama döneminde ortaya çıkmış olması bir tesadüf değil. İki nedenle: Birincisi, Medeni Haklar Hareketi’nin geldiği, Başkan Obama’da cisimleşen nokta, büyük bir hayal kırıklığıydı. Medeni Haklar belli özelliklere sahip siyahların yükselmesini ve sisteme entegre olmasını sağlamışken, siyah kitleler can güvenliklerinden endişe etmeden kapüşonlarını bile kafalarına geçiremiyor, gündüz vakti sokak ortasında polis tarafından öldürülüyor, cezaevleri siyahlarla dolup taşıyor. İkincisi, Obama’nın seçilmesi beyazların önemli bir bölümünde müthiş bir yenilmişlik duygusu yarattı, hem bir siyah olması nedeniyle hem de bir siyah olarak aslında ––kişisel karizma, eğitim ve yetenekler penceresinden bakarsak–– beyaz muadillerinden çok üstün olması nedeniyle. Bu da reaksiyon diye çevirebileceğimiz bir backlash olarak siyahlara yönelik ırkçılığı yeni bir dalga halinde tekrar güçlendirdi. Obama gibi birinin başkanlığını Trump gibi birinin başkanlığının izlemesi kısmen bu backlash’le ilgili.

Sistem karşıtlığı açısından değerlendirildiğinde, BLM çok güçlü bir feminizmle ve son on yılda hızla büyüyen bir sosyalizmle aynı döneme denk geldi. Ayrılanların hem kolektif olarak hem de tekil bireylerin içinde birleşmesiyle/kesişmesiyle ilgili söylediklerim bununla ilgili. Son yıllarda çok açık bir biçimde ırkçılık-karşıtlarını, feministleri ve sosyalistleri hep bir arada görüyoruz ve bunları çoğu zaman aynı kişinin bünyesinde de görüyoruz. Ayrıca bu üçlü birliktelik, Obama başta olmak üzere Demokrat Parti elitlerinin güçlü direnişini aşabilseydi, Bernie Sanders’ı başkan adayı yapmak üzereydi. Amerikan sistemine dair eleştiri, tespit ve talepleri o kadar radikal ki (örneğin bir sürü yerde polis teşkilatını tümüyle kaldırmak gibi), sadece sağcıları değil, merkezin çöküşünü durdurmaya çalışan liberallerin de tüylerini diken diken ediyorlar. Ama yeni hareketi tümüyle karşılarına alamıyorlar çünkü bu artık bir kitle hareketi/duyarlılığı; ayrıca merkezin çöküşüne paralel olarak artık iyiden iyiye aşırı dinci ve milliyetçi bir parti haline gelen Cumhuyetçilerle uğraşırken radikallerin desteğine ihtiyaç duyuyorlar. Radikaller Demokrat Parti’yi son yıllarda epey sola çekti, buna pek şüphe yok, ama bu radikalleri sisteme entegre etmenin bir yolu da olabilir, son yüz elli yıldır farklı ülkelerde yaşandığı gibi. Şimdilik radikallerle liberaller arasında geçici bir uzlaşı ve denge olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nereye varacağını zaman içinde göreceğiz.

D.D. : Cumhuriyetçilere ilişkin söyledikleriniz düşünüldüğünde Trump’ın seçim kampanyası sırasında düzenlediği mitinglerde Klan yanlısı pankartların açılması, bizzat Trump tarafından açık ırkçı ifadeler kullanılması belli ki arızi olmayan yeni bir şeye işaret ediyor. Birleşik Devletler’de kurumsal ırkçılık ile ırkçı hareketler arasındaki ilişkide yeni bir şey var mı?

B. Ü. : Aslında Cumhuriyetçi Parti’nin neredeyse bütünüyle bir beyaz partisi olmasının kökenleri 1960’lara, Medeni Haklar dönemine gidiyor. O günden bugüne Güney Stratejisi denilen yeni bir politik stratejiyle, Medeni Haklar’ın kazanımlarıyla büyük kayıplar yaşadıklarını düşünen (1860’lardan sonraki ikinci büyük backlash dalgası 1960’larda yaşanıyordu) ve Demokratlardan kitleler halinde uzaklaşan Güneyli beyazların partisi olmayı seçtiler. Bu tabii Güney’le de sınırlı kalmadı. Zaman içinde kentlere karşı kırsal, sahillere karşı iç bölgelerin, üniversite mezunlarına karşı lise mezunlarının, “dinsiz”lere karşı dindarların, göçmenlere karşı yerlilerin partisi oldu ve giderek bugünkü aşırı sağcı kimliğini kazandı. Fakat sorun şu ki, bu atmış yıl içinde beyazlar Amerikan nüfusu içindeki çoğunluk olma niteliklerini kaybettiler ya da kaybetmek üzereler. Buna beyazların kendi aralarında tarihte belki hiç olmadığı kadar bölünmüş ve kamplaşmış olduğunu da eklersek, kendilerini ülkenin sahibi olarak gören ve gerçekten de öyle olan beyazların nasıl bir varoluşsal tehdit altında olduklarını, ya da öyle hissettiklerini anlayabiliriz. Normal şartlarda diyeyim, yani diyelim nüfusun büyük bölümünün oy verdiği bir seçim düşünelim, Cumhuriyetçi Parti’nin bir daha seçim kazanması mümkün değil. O nedenle örneğin en başta siyahlar ve daha genel olarak beyaz-olmayanların seçimlerde oy vermelerini çeşitli dalaverelerle zorlaştırıyor ve karmaşıklaştırıyorlar. Bu aslında beyaz iktidarının köleliğin kaldırılmasından beri uyguladığı bir taktiktir, ama eskiden sorun Güney eyaletleriyle sınırlıyken, şimdi bütün ülkeyle ilgili. Ayrıca Yüksek Mahkeme aracılığıyla, kürtajın hakkının anayasal bir hak olmaktan çıkarılmasıyla, dolayısıyla çok sayıda eyalette yasaklanmasında gördüğümüz gibi, şeriatçı hukuk darbeleri yapıyorlar. Aslında ırkçılığın yapısal bir analizinden başka bir şey olmayan Eleştirel Irk Teorisi’nin yasaklanması gerektiği ilk önce Trump tarafından, başkanken dillendirilmişti, şimdi cumhuriyetçilerin iktidarda olduğu eyaletler tarafından gerçekten yasaklanıyor. Bunun yanısıra, Trump’ı destekleyen ve Trump tarafından desteklenen ırkçı ve faşist paramiliter gruplar günden güne güçleniyor, ki bu da bir iç savaş korkusunu tekrar Amerikan toplumunun gündemine sokmuş durumda.

Tabii beyaz iktidarı Cumhuriyetçilere ve beyazlık sözleşmesi de seçimlere ya da demografik oranlara indirgenemez, sadece bu meselelerin iktidar ve sözleşme açısından ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Trump, doğru, Cumhuriyetçi Parti’nin son atmış yılda geçirdiği dönüşüm sayesinde buralara gelebildi, ama yine de Trump gibi birinin başkan seçilebilmesi ve bu kadar sevilmesi, ki bugün parti içindeki gücü ve tabanındaki popülaritesi Tayyip Erdoğan’ınkiyle kıyaslanabilir, beyazlığın geldiği nokta açısından çok ama çok büyük bir krize işaret ediyor. Evet ırkçılık bir hastalık değildir, her şeyden önce bir iktidar yapılanması ve etik-bilişsel-epistemik bir şemalar bütünüdür, ama yine de ırkçılığın ruhları nasıl paramparça ettiğini beyazların büyük bir bölümüne baktığımızda bugün rahatlıkla görebiliyoruz.

D.D. : Birleşik Devletler’de ırkçılık karşıtı hareketleri ve ona verilen tepkileri Türkiye ile karşılaştırabilir miyiz? Karşılaştırma için hangi ölçütleri düşünmeli?

B.Ü. : Karşılaştırma meselesi ile ilgili olarak genel bir şey de söylemek istiyorum, çünkü Türkiye’de düşünce dünyasında bile bu türden karşılaştırmalara yönelik bir tepki veya isteksizlik var. Oysa benzerliklerin ve farklılıkların mukayese edilebileceği çalışmalar ırkçılıkla ve ırksallıkla ilgili perspektifimizi hem politik hem de entelektüel olarak bence zenginleştiriyor. Ayrıca hiç benzemez denilen ülkeler arasında yapılacak mukayeseler daha bile ilginç ve öğretici olabiliyor. Tabii ki her ülkenin kendine özgü bir tarihi ve özellikleri olabilir, ama yine her ülke yüzlerce yıldan beri aynı modern dünya-sisteminin bir parçasıdır. Bu dünya-sisteminin temel mantığını ve işleyişini oluşturan kapitalizm, ulus-devlet, kolonyalizm, ırkçılık, milliyetçilik, cinsiyetçilik gibi fenomenler, bunların yarattığı güç, zenginlik, güvenlik, gurur hiyerarşileri, bu hiyerarşilerin yarattığı şiddet ve göç dalgaları, bu dalgaların yarattığı düşmanlıklar ve kinler o veya bu şekilde her ülkenin ve her bireyin tarihine ve şimdiki zamanına damgasını vuruyor. İşte bu genel bağlam içinde birçok şeyi karşılaştırabiliyoruz, çünkü bir sürü şeyin kökeni aynı ve bir sürü şey birbirine benziyor.

Spesifik sorunuza gelirsem, ABD’deki ırkçılık-karşıtı bilincin gelişmişliğini başka bir ülkeyle kıyaslamak zor. ABD zorunlu (Afrika’dan) ve iradi göçlerle kurulmuş, çok kozmopolit bir ülke. Irk ve etnisite meseleleri bu ülkenin hep en büyük mücadele alanları olagelmiş. Bu nedenle ırkçılık çok güçlü olduğu gibi ırkçılık-karşıtı bilinç de çok güçlü. Hem toplumsal hareketler olarak hem de akademik olarak çok güçlü. Tabii bu bilinç özellikle son 5-6 yılda dünyanın geri kalanına da hızla yayıldı. Fakat bu yayılmadan hiç memnun olmayanlar da çok fazla. Örneğin İngiltere’de ve Fransa’da ırkçılıkla ilgili ABD’den “ithal edilen” teorilerin bu ülkeleri zehirlediği, çünkü bu ülkelerin bu türden bir ırkçılık sorunu olmadığı en üst kademelerle söylenir oldu. Elbette Türkiye’de de bu türden şeyler çok söyleniyor.

Yine de Türkiye’de ırkçılık üzerine bilincin son on yıllarda önemli ölçüde geliştiğini söyleyebiliriz diye düşünüyorum. Hem küresel 1968’in etkileriyle ilgili olarak hem de Türkiye içinde gerçekleşen mücadelelere paralel olarak; Kürtlere, Alevilere ve gayrimüslimlere yönelik tarihi ve güncel ırkçılıklar/ayrımcılıklar hakkında hatırı sayılır bir sol kamuoyu, yapısal Türkçülük ve yapısal Sünnilik üzerine güçlü eleştirel perspektifler oluşmuş durumda.

Fakat aynısını göçmen karşıtlığıyla, göçmenlere yönelik ırkçılıkla ilgili söylemek herhalde pek mümkün değil. Arap nefretinin çok derinlere işlemiş olduğu, Arapların geriliğinin neredeyse tartışmasız bir gerçek olarak kabul edildiği Türkiye’de bu çok zor bir mesele. Bugün Türkiye’de göçmenlere moloz deniyor. Veya Arap göçmenler vatandaş olacaklar ve sonra AKP’ye oy verecek deniyor, sanki Türklerin çoğunluğu yirmi yıldır AKP iktidarına oy vermiyormuş da sorun Türk olmayanlardaymış gibi. Tabii göçmen karşıtlığı siyaset tarafından sürekli olarak kaşınıyor, ama tabanda bir karşılığı olmasa, tabandan yükselen bir beklenti olmasa, siyaset bu işe bu kadar bulaşmazdı. Dolayısıyla ırkçılıkla ilgili geliştirilecek her mücadele ve perspektif, ilk önce dürüst olabilmeli bence. Irkçılık sadece yukarıdakilerin kendi politik ve ekonomik çıkarlarını koruyup geliştirmek üzere yarattıkları bir mesele değil, hiçbir ülkede değil. Yukarıdan aşağı dinamikler olduğu gibi, aşağıdan yukarı doğru da olabilir veya çoğu zaman bunların bir sentezi olabilir. Ve tabii ırkçılığın her zaman güçsüzleri hedef aldığını, dünyanın neresinde olursa olsun devletin gerçek sahibi olmayanları ve milletin gerçek mensubu olmayanları hedef aldığını da unutmamalıyız. Irkçılığın tarihsel nedeni modern hiyerarşilerdir ve her zaman hiyerarşinin altındakilere yöneliktir. Bir bakıma ırkçılık gücünü bastırılmış bir korkaklıktan alıyor. Güçlülere karşı gerçek bir mücadele olmadıkça ve bu göze alınamadığı sürecedaha güçsüzlere ve daha aşağıdakilere yönelik ırkçılığın devam etmesi kaçınılmaz bence. Bugün bu grubu, yarın öbür grubu hedef alabilir, ama mutlaka sürecektir.