Ad

Burada her varlığın karnında bir oyuk vardır. Yaşım analarının kanat çırpmayı öğrettiği güvercinlerden küçüktü, boyum bahçedeki cevizlerden kısaydı, sanırdım ki gövdemi içine sığdırıp yıldızları seyreylediğim, köy dolmuşu ile çarşıya giderken bizi zıp zıp zıplatan o çukurlar doğuştandır; Boş da, Boşluk da bizlerin kolu bacağı gibi bir parçasıdır Şeylerin. O yüzden onların da adları olmalıdır, nasıl ki benim kulağıma Heveskâr diye fısıldanmışsa bir vakit, duvarın gövdesindeki bu Yok’lara da adları konmalıdır artık. Büyükler besbelli unutmuşlardı bunu, gözlerinden kaçmıştı bunca zaman, belki düşünmüşlerdi de akıllarına uygun bir ad gelmemişti, kim bilir. Mademki bunu fark etmiştim, kolları sıvamalı, köydeki bütün oyukları, çukurları bir bir tespit etmeliydim. Hepsini ismine kavuşturunca sıra civar yörelere de gelirdi. Belki elimde değneğimle, ömrüm yettiğince, Dünyayı dolaşıp tüm Yok’lara adlar arardım, değil mi ki adım Heveskâr’dı, güneş çöllerin kucağında gövdemi ağartsa, suyun tuzu yakıp kavursa tenimi muradımdan caymayacaktım.

Başlangıçta kolaydı. Koca koca duvarlar, şehir kapıları, surlar irili ufaklı oyuklarla doluydu. Her adımım yaşlı bir çukurun bezgin gözlerince ağırlanıyordu. Bu böyle günler geceler boyu sürdü. Deste deste kâğıt heybeme sığmaz, heybedeki yük sırtımı eğdikçe eğer oldu. Ufak krokilerin üzerine yerlerini işaretlediğim çukurlara ağaç gövdelerindeki oyuklar, âmâ bir serçenin göz çukurları, annemin içtiği tütünün dairesel dumanı eklendikçe kafam iyice karıştı. Tomarların üzerinde tek çizik atacak yer bile kalmamıştı. Üstüne bir de başta can sıkıntısından döne döne dolanıp serserilik ettiğimi düşünen annem çeşmenin başında benim meczup olduğumu haykıra haykıra ağladı, dizlerini dövdü, gövdesini paraladı. Birini kaybetmiştim dedi, bu da kayıp gitti ellerimden.

Öyle kızdım ki ona. Biri de ne demekti? Nasıl anmazdı, nasıl saklardı bu iğreti sözcüklerin ardına onun adını? Bir nefes bile yokluğunda adıyla çağırılmıyorsa ne diye uğraşıyordum Boşluk’lara ad koymakla? Ya bu tomar tomar kâğıdı yakacaktım ya aklımı teslim edecektim rüzgârın buyurgan taşkınlığına. Tayın kuyruğunda, üveyiğin kanadında iplik iplik dağılacaktım. Öğütemedim ve öğütemezdim öfkemi, kalkıp bahçe duvarlarını, kaldırımları, balkon korkuluklarını yazıladım, göğe “Çavlan, Çavlan, Çavlan, Çavlan, Çavlan” diye haykırdım.

II

Yıldızlar hırıldıyor, çimler soluk alıyordu. Bozyeşil bir yusufçuk gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Suyun öte yakasında yaşlı bir eşek dolanıyordu, ötelerde koyunlar ve irice köpekler vardı. Islak, çamurlanmış onlarca ayak çiğnedi donmuş dudaklarımı. Ne dingin yerdi burası. Hava ılınıyordu. Ne olduysa oldu. Bu derin uykunun kollarındayken affedilmiştim belki, belki hatamın doğurduğu acı kabul edilemezdi, geri dönemeyecektim. Suyun yatağı ne genişti, önü ve ardı vardı suyun biliyordum, ama başsız ve sonsuz oluşuna inanmak arzusuyla debeleniyordum. Bilgimin yetersizliği, havsalamın kifayetsizliği miydi içimden bu sancıyı söküp atamamamın nedeni bilmiyordum. Neden şu ceviz ağacına, çevresine aldırışsız şu sakaya, deli incire özeniyordum, nereden çıkıyordu bunlar? Neden, şimdi koyunların ve köpeklerin gezindiği o tepede aklımın erdiği ilk hayal kırıklığı geliyor aklıma? O tepenin ardında da, bir sonrakinde de, daha sonrakinde de uğultularını hala hatırladığın o trenleri göremeyeceksin, rayları göremeyeceksin, terk edilmiş bir istasyon bile karşılamayacak seni. Bunu fark ettiğinde üzüntüden burnunun direği sızlıyor, o günden sonra varlığını sorgusuzca idame ettiremezsin. Artık eylediklerinden ve eylemediklerinden sorumlusun. İyinin ve kötünün ötesine yürüyeceksin.

III

Gürültüyle soluyordu yanıma çöktüğünde. Başta korktum yine aynılarının tekrarlanmasından. Herkes bir ferah nefes daha alabilme telaşında brandanın yırtıklarına erişme kavgası verirken bu adam, çiğ ve ot kokan, ıslak elbiseleriyle bu adam, ellerini bacaklarımda, bacak aramda, göbeğimde gezdirecek; ben huzursuzlanıp kıpırdandıkça kollarımı cimcikleyecekti. Gözlerimi gözlerine diktiğimde bir anlığına geri çekilecekti. Görebilsem o karşılaşmada yüzlerinin aldığı şekli, belki akıllarından geçenleri tahmin edebilirdim. Bir yüz seğirmesinden, kalkan kaştan, beleren gözlerden anlayabilirdim belki utanç mı, şaşkınlık mı, o kısacık zamanda akıllarına geliveren gözleri görmez bir yakınları mı bu duraksayışın, ânın aksayışının müsebbibi? O her ne ise, varlığı arsızlığın, pişkinliğin altında kalıp görünmez olurdu gözlerine. Ağız seğirmeleri duruyor, açılan gözleri kısılıyor olmalıydı tekrardan. Başka türlü birkaç dakikaya kalmadan nasıl sararlardı yılansı kollarını belime de etekliğimi sıyırmaya savaşırlardı, nasıl çürümüş ve ölü ağırlığındaki gövdeleriyle abanırlardı üstüme, nasıl mengene gibi sıktıkları ellerimi dizlerine örttükleri abaların altındaki yapış yapış erkekliklerine değdirmek için sabırsızlık ve korkuyla solurlardı? Bu ceberut adamların hepsi olup bitenlerden sonra yeleğimin cebinden çıkardığım poşete kusmamı iğrentiyle karşılar, gözlerine kestirdikleri ilk boşluğa gövdelerini apar topar sığdırmaya bakardı.

Havasızlıktan başım dönüyordu. Avcumdaki akamberi bana dirayet verebilirmişçesine sıktıkça sıktım, yavaşça dikelip taşın sivrilttiğim yanıyla deldiğim muşambayı genişlettim kimselere fark ettirmeden. Parmaklarımı dışarı çıkarıp salındırdım, gövdemi kamyonun buzdan kasasına yasladım. Dağlara, çavlanlara, örselenmiş kayalıkların direngen taşlarına dokundum, uykulu gözlerinde dolaştırdım parmaklarımı, kırağılanmış yüzlerini soluğumla ılıttım, mağaraların çıplak kollarına sığınıp çatlaktan sızan ışığa doğru sürüdüm gövdemi. Görmez gözlerime gözlerini diken kuşlardan kurtuluş yoktu. Çamurdan, suratıma yapışan örümceklerden, saçlarımı sarıveren koca karıncalardan korkup sığındığım biberiye yuğup arındırdı beni. Onun kucağında mis kokulu uykulara yuvarlandım. Ah, bin yıl sürecek uykulara yuvarlansaydım, o zaman bu kamyon kasasından da bu adamlardan da onların kara ağızlarından da kurtulurdum. Sahi, kurtulur muydum?

IV

Elinden düşen taş omzuma çarpıp ayakucuma yuvarlandı. Dönüp alacak diye bekledim, almadı. Bir elinin parmaklarını yırtıktan dışarı çıkarmıştı, diğer elininkiler ağır ağır salınarak bir hikâye anlatıyordu. Bu hikâyeyi hep bir eksiltip bir çoğaltarak binlerce kez anlattıkları belliydi, öyle ki, hikâyenin bin yüzü vardı artık, bin gözü vardı, şimdi gözlerimin önünde bin birincisi doğuyordu. Ne sancıydı yüzündeki, bedenindeki ne acıydı…

Hikâyeyi kendi gibi bir çocuk anlatıyordu. Çocuğun dili tutuktu, gözleri Yusuf’un atıldığı kuyuydu. Gevşettiği avcundan yere kupkuru üç zeytin tanesi düştü. Çocuk bu tanelerin etrafında döndü, döndü, ayaklarını sürüye sürüye ötelere savruldu. Sokulduğu dağlara o dağlara yabancı adlar ünledi, dağları sürgününe tanık kıldı. Evi olan ormanın kalbinde öldürüldüğünde sayısız zeytin düştü toprağa ceplerinden. Bin hikâyenin bin çocuğu bunları toplayıp cevizin boyasıyla üzerlerine onun sonsuz adlarını kazıdı. Olur da unuturlardı bu adların birinden birini, o vakit bu dönüşsüz kaybı hangisi omuzlardı? Çoğu adaştı, dudakları hala susuzluktan çatlaktı bazısının. Ayakları yürümekten yaraydı. İlk rüyalarını aynı cılız ağaçların gölgelerinde gördüler, o rüyalardan korkuyla uyanıp erginlediler.

Bir anda parmaklar hareketsiz kalıp kıvrıldı, cılız bedenini metalden ayırıp yere çöktü telaşla. Elleriyle yeri yokladı. “Onu gördün mü?” dedi. Onu görmüştüm. Ondan utanmıştım. Bu utancı dillendirmekten de utanacaktım. Ufacık taşı yerinden kıpırdatamadım. “Burada,” diyebildim, “burada ama kaldıramıyorum onu yerinden”. Alnı hafifçe kırıştı, parmaklarıyla sarıp kavrayıverdiği taşı cebine yerleştirip rahatladı.

V

Kimse ne olduğunu anlayamadan devrildi kamyon. Daha önce de bir kaza geçirmiştik. Hasat bitmişti, evlerimize dönüyorduk. Biz kalabalığa alışmıştık ama ufak çocuklar durmadan kusuyordu. Aras yeleğinin cebine sakladığı masmavi bir kuşun tüylerinden bahsediyordu. Dediğine göre kuşun ölüsünü görmüştü sazlığın etrafında gezinirken. Zavallıcık dedi, öyle cılız, öyle solgun duruyordu ki, ölüsüne bile dokunmaktan çekindim başta. Yanından geçip gidecektim. Sonra gönlüm razı gelmedi farelerin, karasineklerin başına üşüşmesine. Ufacık bir çukura sığıverdi sığıvermesine ama dokunur dokunmaz bütün tüyleri dökülüverdi. Ne hastalığı vardı kim bilir. Şu yol bir bitse, bitse de sana da göstersem onları Zelda. Çocukların elimizden kapıp bin parçaya ayırmasından korkuyorum o canım tüyleri şimdi.

Aras bunu der demez sol yana savruluverdik hepimiz. Herkes çığlık çığlığaydı, kasadaki keklikler kafeslerini paralıyordu, Aras’a seslendim, ses vermedi. Önümdekilerin, ardımdakilerin yüzlerine dokunuyordum, hiçbiri o değildi. Emekleyerek öte uca gittim, Aras yoktu, bütün yüzler başkalarınındı, hepsi kesik kesik soluyordu. Bazıları ayaklanmıştı. Ben artık bilisizce kendi etrafımda dönüp dururken dedem onun adını haykırdı. Yanına gidip kirpiklerini öptüm, çamura bulanmış saçlarını taradım parmaklarımla, üzerine kapandım ki gömmeye yeltenmesinler onu. Tüm gece gövdemi sıyırmaya savaştılar onun gövdesinden, uyuyun dedim, uyuyun, bizim daha birbirimize diyecek sözümüz var. O söz bitmeden vermeyeceğim size ölüsünü. Hepsi gitti, bir dedem bekledi ötede. Gün doğarken gömdük Aras’ı. Cebinden kuş tüyleri çıkmadı. Biliyordum, o hikâyeyi ben yolda sıkılmayayım diye anlatmıştı.

VI

Ama ne olursa olsun bu kez yas tutmayacaktım. Bilincim yerimdeydi. Önce heybesini buldum, kendisi de uzakta değildi. Akşama kadar ağaçlığın içine doğru sürüdüm bedenini. Geceden korkuyordum. Onu yalnız bırakamadığımdan başımızı sokacağımız bir kovuk aramaya gidemiyordum. Yere çöküp soluklanırken bir kibrit çakımıyla fırladım yerimden.

“Ne yapıyorsun burada?” diye bağırdım. “Kuşları gözlüyorum” dedi. “Ne zamandan beri buradasın?” “Gün doğumunda gelmiştim.” “Arkadaşın yaralı, eve taşıyıp yarasına bakalım.” “Adın ne?” “Fırat adım.” “Neden gözlüyorsun kuşları?” “Bunları bırak da yarasına bakalım artık, haydi”

Kollarımda derman kalmayıncaya dek yürüdük. Kulübenin önündeki sedire yatırdık onu. Ben de yanına çöktüm, boynuma astığım heybesini çıkarıp yanına koydum. Eğilip “Adın ne?” diye sordum. Göğsü hafifçe inip kalkıyordu. Onu içerideki genişçe yatağa taşıdık. Bu yatakta ikimiz de günlerce uyuduk, o bu uykudan hiç uyanmayacaktı.

Fırat’la günlerce konuştuk. Sanki Aras hiç ölmemiş, o gün onu gömdüğümüz yerden kalkıp buraya yerleşmiş; yerin altında geçirdiği her an bir yıla denk düştüğünden oradan çıktığında Fırat’ın yaşına gelivermişti. Onun zihninde dolanıyordum sanki, onun yorgunluğunu yaşıyordum, düpedüz yer değiştiriyorduk. Ara sıra araladığı gözleri çabucak kapanıyordu. Dalgaların kudurgan sesini belli belirsiz duyuyordu. O dalgaların içine koşacağım, kollarımı kocaman açarak ve bağırarak, bağırarak… Burada asla bağıramazdı. Burada değilken de hiç bağırmamıştı. Bağırmak isteyip istemediğini bile hatırlamıyordu, bu onun yaşamasına çok uzaktı. Belki bununla bir temsilde karşılaşsa hoşuna giderdi. Karakterin atılımını, dirimini överdi. Delice bir at olarak doğsaydı, delice bir at olarak solusaydı şimdi ne olurdu? Ölümüne kavgalara girişse, diş bilese, sıçrasa… Biliyordu, o dalgaların içine koşmayacaktı, kumun dalgalardan öte yanına çökecekti, dalgaları seyredecekti, bu hiçbir anlam ifade etmeyecekti ona. İfade etsin diye bekledikleri ötede değildi. Bunu biliyordu, yine de sanki idrak bir eşikmiş de, kendisi o eşiği bir türlü aşamıyormuş, o öte yakaya, bilincin apaydınlık olduğu, göğün kıvrımlarının teğellerini çırpınarak koparıp attığı, ne Yer’e, ne Zaman’a ait o mahluta bir türlü varamıyormuş hissiyle doluydu. Belki bir zamanlar denemişti o mahluta özünü katmayı, kabuğu kırıp o öze dokunmayı. Belli ki olmamıştı.

VII

Her hafta bir gece kulübeye misk kokulu bir kadın gelir, günü bizimle karşılayıp giderdi. Haftalarca ağzını bıçak açmadı. Onun ebedî uykusundan, benim uyku girmez gözlerimden mi korkuyordu? Konuşmaya değer mi görmüyordu bizi? Belki annem gibi dilsizdi. Gönlümden geçen gidip dizlerine gömmekti başımı, göğsüne sığdırmaktı koca gövdemi utançla. Diyemiyordum bu yüklerin artık ağır geldiğini omuzlarıma. Son gelişinde kucağıma onun heybesini bıraktı. “Heveskâr’mış adı.” dedi. “Bir tomar da kâğıt çıktı torbasından.” Kâğıtları yere serdi. Kâğıtların yüzüne attığı derin çiziklerin üzerine yerleştirdi parmaklarımı. Başta anlamadım ne olduklarını, hiçbir nizam yoktu bu çizgilerin arasında, hiçbir bağ yoktu. Haftalarca geçtim onların üzerlerinden ve hatırladım – akamberi elimden düşürmeden evvel teker teker aştığım dağları işaretlemişti. Ağaç kovuklarını, köstebek yuvalarını, mağara ağızlarını, farelerin kemirdiği ağıl kapısını bile anımsıyordum. Yalnız tek bir işaret, öyle belli belirsizdi ki, defalarca silinip yeniden geçilmiş gibiydi üzerinden. “Burası neresi?” diye sordum. Anlatmak için gecenin o kopkoyu karanlığının üzerimize çökmesini bekledi ve söze tercüme etti göğsünde kavrulmuş esmer sesi:

O yolda öldü. Çatlayan dudaklarını ve yürümekten parçalanan ayaklarını örtecek bir bez bulamadık. Söylemeye çekindiysem de gönlüm onu sarıp sarmalamaktan yana değildi. Çok dokundu bu annesine. Ölüsüne üzüldüğü kadar üzüldü kefensizliğine. Rüzgârın savurduğu kum açtığımız çukurları dolduruveriyordu. Öbek öbek insan dizlerinin üzerine çökmüş bir yandan kumu yarmaya savaşıyor, bir yandan yakarıyordu. Anne bizi izledikçe daha da kahroldu, inlemeyi andıran sesi onu iyice güçten düşüren çığlıklara dönüştü. Bir kavganın ortasında ortadan kayboluveren muhatabını geri çağırır gibiydi. Kucaklarındaki bebekleriyle gepegenç kadınlar, başlarındaki lime lime olmuş örtüleri düzeltmeye bile mecali olmayan yaşlılar, yaşamı şaşkınlıkla mı sorgulamazlıkla mı karşıladıklarını bir türlü anlayamadığım çocuklar görene birazdan göğe savruluvereceklerini düşündürten solgun bedenleriyle izlediler onu. Ellerimi yeryüzünün kabarık ve direngen gövdesinde son kez gezdirdim. Onun arkamızı döner dönmez güçlükle örttüğümüz bu bedenleri çırılçıplak bırakıvereceğini bilerek ve ne kanmak ne de yakarmak arzusuyla suskun, yürüyemeye koyulanların ardı sıra gittim. Gövdesiz ve başsızdım sanki. Yalnız ayaklarım vardı, yalnız yürümekten ibarettim. Bu kalabalık yoktu, aştığımız tepeler, susuzluk, uyandığımız bu gün yoktu. Hepsini defediyordum işte böyle teker teker, öylece yürüyecektim. O vakit anne mezarın başına geri döndü. Yokluğunu uysal bir iç serinliğiyle karşılıyordu şimdi. Onun dizinin dibine çöktü, diyeceklerine kulak kesildi. Oysa en ufak bir mırıldanma bile ortalıkta yoktu. Soğuktan aşınıp her yanı çatlayan ellerini kumların arasında gezdirdi, sımsıkı kenetlediği dişlerinin sızısını dindirecek bir iki kırıntı aradı. Yokluğun dergâhındaydı. Sanki ruhu ve bedeni, ruhları ve bedenleri, ruhlar ve bedenler bir dürbünün içinde hafızasız, zamansız ve mekansız döneniyordu. Nasıl oluyordu bu? Bir An yok muydu, bir Yer yok muydu? Artık geride kalmış koca bir köy, o köyden nerelere uzandığı bilinmez dipsiz bir yol, cümle varlığın sızım sızım sızlayan ayakları, zonklayan şakakları yok muydu? Sıra sıra dizdikleri ölüler vardı, çoktular. Hepsinin bir mezarı yoktu. İki tepenin kucağında da evler, ölüler, sesler vardı. Belki onlar da mezarsızdı artık. Kalktı, “Arkana bakma.” dedi. “Arkanıza bakmadan yürüyün.” dedi ve der demez çöl gürültüyle inledi. Yüzümüzü o iki tepeye dönüp savaşı izledik.

VIII

Bana gözlerini ve adını verdi. Heveskâr’ın heybesini yükledi sırtıma. Heveskâr’ın ad verdiklerine can olmamı istedi. Eğri sırtımı dikledi, yılgınlığı yanımdan yöremden kovaladı. Sanki Aras’ın mavi kuşunun insan suretiydi. Bir var bir yoktu, hem var hem yoktu. Fırat’la karşılaştığımız suyun başına çöktüm. Ay ve nehir ardımdaydı. Elimde körelmeye yüz tutmuş bir bıçak, ağzımda yemişin yemyeşil tadı vardı. Ağacın içe doğru genişleyen çukurdan gövdesine kuruldum. Bacaklarımı boşluğa sallandırdım. Dudaklarına serçeler tünedi. Kollarımı havaya kaldırıp yaslandığım gövdeye sımsıkı sarıldım. Yüzüm güneşe dönük, göğsüm çıplak, ıpılıktı. “Adın nedir?” dedi su. “Umut’tur,” dedim. Ey su, suretinde kendimi bildiğim, “Adım, Umut’tur”.