AKP, Cengiz Holding ve diğerleri: Türkiye’de beton-yönetsellik, yerelde başkaldırı ve doğa varlıklarına el koyma süreçleri

Savaş ve iç savaş gibi ana kavramların çerçeveleri hakkında bile fikir birliğine varılamamış olsa da (“Hangi olguların varlığı bir iç savaşa tekabül eder?” “Bölgesel çatışmaların hangi ölçüde yayılması ve şiddetlenmesiyle iç savaş oluşur?” gibi soruların hala genel geçer yanıtları yok ve araştırmacılar farklı veri setleri üzerinden tartışmalarını sürdürüyor), conflict studies, yani çatışma araştırmalarının tespit ettiği en yaygın korelasyonlardan biri, temel kaynaklara bağımlı ekonomilere sahip bölgesel yönetimler veya ülkelerin, diğer emsallerine göre daha yüksek çatışma riski barındırması. Micheal L. Ross’a göre, petrol yataklarının ve kıymetli madenlerin varlığı bir coğrafyada çatışma riskini yükseltiyor; bu çatışmalara çoğunlukla ayrılıkçı motivasyonlar eşlik ediyor.[1] Yağmalanabilir, yani bir kere elde edildikten sonra kolaylıkla sevk edilip pazarlanabilecek metaların (Değerli taşlar ile uyuşturucu hammaddeleri gibi) bulunduğu bölgelerdeyse çatışmalar belki bizatihi bu metalar yüzünden çıkmıyor ancak bu bölgelerde ortaya çıkmış çatışma veya savaşların daha uzun dönemlere yayılma eğilimi olduğu gözleniyor. Ross, tarımsal ürünler ile iç savaş riski arasındaysa anlamlı bir ilinti tespit edemediğini belirtiyor.

Temel kaynaklara bağımlı ekonomilerde sömürülen kaynağa bağımlılık arttıkça çatışma riskinin de yükseldiği önermesi bir kez kabul edilince, bu önermenin nüansları hakkında geniş tartışmalar başlıyor. Le Billon, kaynakların bir bölgede yoğunlaşmasının iç savaşın söylemsel boyutunu ve hedeflerini değiştirebileceği kanısında.[2] Bu teze göre, bir ülkenin veya bölgenin belirli bir coğrafyasında yoğunlaşmış elmas madenleri (elmas çıkartılması çalışmalarının teknolojik olarak görece zahmetsiz ve emek yoğun olarak da yapılabilmesinden ötürü özkaynaklarla halledilebileceği savından da hareketle emsal olarak elması alabiliriz) ilgili bölgedeki çatışmacı harekete bağımsızlık arayan bir nitelik katabilir. Eğer sömürülen doğa varlıkları teknolojik birikim ve yatırım gerektiriyorsa, bu ayrılıkçı hareket yabancı yatırımcılarla iş yapabilmek için de otonom, hatta bağımsız olmak isteyecektir.

Yine de işin sonunda Türkiye’yi, ülkenin temel kaynaklarının nasıl bölüşüldüğünü, ortaya çıkan rantın siyasal ağlar üzerinden dağıtım biçimlerini, neticede bunun yarattığı çatışma riski ve istikrarsızlığı (‘İstikrar’ kavramının ekonomik veya siyasal bir tekdüzelik anlamında değil, çatışmalı halin zıttı biçiminde kullanıldığını not düşmek gerek. Dünya literatüründe iç savaşlara yorulan çatışma riskini, Türkiye örneğinde toplumsal direniş hareketleriyle de eşleyebiliriz) konuşacağımız için, çatışma-temel kaynak bağımlılığı konusunda bir başka ülkeden somut örnekleri değerlendirmek faydalı olabilir.

Kaynakların üzerinde oturan yurttaşı ne yapmalı?

Nijerya’daki 36 eyaletin 6’sı, dünyanın hacmen en büyük petrol havzalarından biri olan Nijer Deltasında yer alıyor. Petrolün en yoğun olduğu eyaletlerse Delta, Rivers, Bayelsa ve Ondo. Temel kaynak olan petrolün sömürüsünün getirdiği eşitsizlik, bu 4 eyaletin de ortak kaderi; petrol çıkartılmasının yarattığı olumsuz etkiler bölge halkları tarafından göğüslenirken, petrol rantının neredeyse tamamı merkezi idareye gidiyor. Yani tüm ülkeye yeniden bölüştürülmek üzere başkente akarak kamusal bir meta haline gelen (sistem için yozlaşmışlık petrol rantının kamusallaşmasını önlüyor) petrol üretimindeki dışsallıklar yerel halklar tarafından ödeniyor. Petrol arama ve çıkartma çalışmalarından ötürü su kaynaklarında meydana gelen kirlilik, balıkçılığın gerilemesi, petrolün toprağa sızmasından ötürü tarımsal üretimin düşmesi ve kalitesizleşmesi gibi hususlar, merkezi idarenin çok da ilgisini çekmeyen, yerelde çözüm bulunması gereken sorunlara dönüşüyor. Devletin petrol rantı için yabancılaştırdığı yurttaşlar ya bölgelerinde konuşlanan STÖ’ler aracılığıyla daha fazla yurttaşlık hakları için mücadele ediyor (su kaynaklarının temizlenmesi talepleri, eğitim altyapısının güçlendirilmesi gibi yollarla bölgeye daha fazla yatırım yapılması istekleri, petrol üretim ve sevkıyat yöntemlerinin iyileştirilmesiyle sızıntıların önlenmesi ve benzeri) ya da petrol rantının daha büyük kısmının bölgede kalması için silahlanıyor. Oil Wealth and Insurgency in Nigeria kitabının yazarı Omolade Adunbi’ye göre, merkezi idarenin açık deniz petrol platformları kurmak, petrol nakit hatları oluşturmak gibi çıkarları uğruna yerel yaşamın taleplerine sırt çevirmesi, tarıma dayalı yaşayan toplulukların marjinalleşmesine yol açıyor ve bu topluluklar uzun vadede militanlaşıyor.[3] Merkezi idare, şirketler ve yerel toplulukların eşitsiz ilişkilerinden oluşan petro-yönetsellik [eng. petro-governmentality], petrol çıkartma ve sevkıyat işlemlerinin yol açtığı çevresel hasarlar sebebiyle yerel halkın geleneksel yaşam yollarını tıkıyor ve toprağa erişimini engelliyor; bu da insan yaşamını Agamben’in tarifiyle ‘banal olana’ indirgeyip yerel toplulukların mensuplarını siyasal özelliklerinden arındırarak Homo Sacer’e dönüştürüyor. Bu şablonda kazanan merkezi idarenin yönetimindeki bürokratik oligarşi, bu yapının yereldeki uzantıları (vekilharçları) ile Texaco ve Chevron gibi çok uluslu petrol şirketleri olurken, yerel toplulukların kendi yaşamları pahasına el konulan rantın bir kısmına legal veya illegal yollardan el koyma çabaları sonuçsuz kalıyor. Türkiye, Nijerya tipi bir ya da birkaç temel kaynağa bağımlı bir ekonomi olmasa da –pek çok temel meta üretip ihraç eden yapısı ve gelişkin olmayan sanayisiyle– çoğunlukla toprağa bağlı rantın (hatta inşaat sektörü dolayısıyla doğrudan toprak kaynaklı spekülatif emlak rantının) ve kamu kaynaklarının siyasal oligarşinin belirlediği sermaye grupları arasında bölüşümünün yarattığı yerel etkiler bakımından Nijerya’yla ve diğer temel kaynaklara bağımlı ekonomilerle benzerlikler gösteriyor.

Türkiye’de beton-yönetsellik

Nijerya’daki petro-yönetselliğin bir benzerini –kavramı biraz değiştirerek– Türkiye’de de bulmak mümkün. Geleneksel yaşam biçimlerinin mahvı pahasına AKP iktidarı ve siyaseten tercih edilen sermaye kesimlerinin oluşturduğu beton-yönetsellik (Sömürünün temel üretimleri nihayetinde inşaat sektörünü desteklediği için bu tanım yapılabilir. İptidai üretim olan enerji, sistemin bütününü işlevsel kılarken, sistemin en temel çıktısı spekülatif emlak rantı olarak karşımıza çıkıyor), 2002’de AKP’nin iktidara geldiği tarihten beri muazzam büyümeler kaydeden bazı şirketler incelenerek tespit edilebilir.

İktidarının erken dönemindeki ekonomik büyüme başarısını borçlu olduğu deregülasyon ve doğal kaynak ekonomisinden çıkış bulamayan AKP’nin, yine aynı tercihlerin getirdiği emekçi ölümleri ve üretim darboğazıyla anılması boşuna değil; bunlar toprak rantının dağıtılış biçimlerinin doğal sonuçları olarak ortaya çıkıyor. 2004’te Maden Kanununda yapılan değişiklikle getirilen rödovans sistemiyle madenler için işletme ruhsatı almak kolaylaştırıldı. Yine aynı yıl yürürlüğe giren 5162 sayılı kanunla Başbakanlık Toplu Konut İdaresi Başkanlığı (TOKİ) özel yetkilerle donatıldı. “Dönüşüm uygulamalarında kamulaştırma ve imar planı yapma yetkisi” alan TOKİ, sonraki bir düzenlemeyle Hazine arazilerini Başbakanlık onayıyla bedelsiz devralma özgürlüğüne de kavuşunca, kurum taşeron olarak kullandığı AKP’ye yakın inşaat şirketlerine kamu kaynaklarının aktarımının kilit noktalarından biri haline geldi.

Torunlar, Soma Holding, Kolin ve daha pek çok firmanın benzer hikayeleri var. Bu şirketlerden Hattat Holding, 1996’daki kuruluşundan bu yana, sistemin en kritik üç sektöründe birden, yani inşaat, enerji ve maden sektörlerinde yatırım sahibi oldu. Zonguldak Kandilli, Amasra ve Bartın’daki kömür sahalarının işletme ruhsatlarını edinen Hattat Holding, 2005’te rödovans sözleşmesiyle Amasra-B kömür sahasını Türkiye Taş Kömürü Kurumundan almasının üzerinden çok geçmeden maden sahasının yakınına bir de kömüre dayalı termik santral planladı. Henüz üretime geçmeyen Amasra-B kömür madeninde şimdiden 10’dan fazla işçi ölümü gerçekleşirken, Holding İstanbul’da ihtilaflı Pearl of İstanbul ve Diamond of İstanbul gibi inşaat projelerine de girişti; Amasra-B kömür madeni sahasının yanına planlanan HEMA Termik Santralı projesiyse, Amasralı ve Bartınlı yurttaşların yoğun itirazlarıyla karşı karşıya.

İnşaat-enerji-doğa varlıkları üçgeni

Her holdingi tek tek incelemeksizin şablonu şu şekilde ortaya koyabiliriz: 2004 Maden Kanunuyla birlikte rödovans ve taşeron uygulaması yaygınlaşırken özel sektöre verilen işletme haklarıyla madenlerdeki iş cinayetleri rekor kırdı. Madenlerden çıkarılan ucuz kömür yakıt olarak kömüre dayalı termik santrallara ve AKP’nin popüler siyasetlerini desteklemek üzere sosyal yardım biçiminde seçmenlere gitti. Madenlerdeki egemenliğin ardından HES’lerle başlayan enerji yatırımları termik santrallara kaydı (Büyük baraj projeleriyse sürüyor). Elektrik alımları yoluyla şirketlere düzenli finansman sağlanırken, yakılan kömürlerden arta kalanlar çimento fabrikalarına hammadde oldu ve inşaat sektörüne girdi oluşturdu. Kârlı maden ve enerji sektörü yatırımcıları yönlerini inşaata çevirdi; sosyal konut üretme hedefiyle yola çıkan TOKİ’ye taşeronluk yapan holdingler, kurum yoluyla kamulaştırılıp imar planlarına kavuşan hazine arazileri üzerine inşa edilen dev projelerle, AKP’nin spekülatif ranta yönelik kentsel politikalarından da destek alarak (Örneğin Kanal İstanbul Projesi) inşaatla büyüdü. Bu şablon tek yönlülük prensibine göre çalışmıyor; unsurlar birbirleriyle yer değiştirebilir, şirketlerse farklı aşamalardan sisteme dahil olabilir. İnşaat sektörünün sıradan bir aktörünün enerji ve maden sektörlerine giriş yaparak, bu sektörler arasındaki geçişkenliği lehine çevirip gelişimini hızlandırması da pekala mümkün. Bu varsayımsal tarihçelerin akla getirdiği ilk şirketlerden biri, 2015 yılı itibarıyla Türkiye’nin aktif toplamları en büyük 500 şirketi listesine giremese de,[4] 17-25 Aralık soruşturması sırasında yayımlanan ses kayıtlarında sahibi Mehmet Cengiz’in sarf ettiği ileri sürülen küfürlerle ülkenin en tanınan ve tepki çeken sermaye gruplarından biri haline gelen Cengiz Holding.

Sonradan Cengiz Holding olarak anılmaya başlayan, 1987’de kurulan Cengiz İnşaatın ilk gündeme gelişi, 1990’larda ANAP iktidarı döneminde temelli atılıp 2000’lerin ortasında tamamlanan, 4,2 milyar dolar maliyetli Karadeniz Sahil Yolu projesiyle oldu. Limak, Makyol, Nurol, MNG, Tekfen ve Kolin şirketleriyle birlikte yolun bir kısmının inşaatını üstlenen Cengiz İnşaatın aldığı kamu ihalelelerinin hem sayısı hem de işlerin büyüklükleri AKP iktidarı boyunca arttı.

Kuruluşunu izleyen ilk yıllarda daha çok şehirler arası yol, altyapı, liman ve çeşitli idari binalar gibi kamu projelerinin inşasını üstlenen şirket, 2000’lerle birlikte enerji projelerinin müteahhitliğini yapmaya girişirken, bir süre sonra kendi enerji yatırımlarına da başladı. Aynı yıllarda madencilik sektöründe de özelleştirmeler ve işletme hakları yoluyla ağını genişletti. Cengiz Holdingin tamamladığı veya yapımına devam ettiği kamu projeleri şunlardan oluşuyor: Akçabat-Düzköy Yolu, Çamlıhemşin-Ayder Ilıcası Yolu, Kemerhisar-Eminlik Otoyolu, Köstere Deresi-Gümüşhane Yolu, Genç Servi Yolu, Ankara-Pozantı Otoyolu, Yakakent-Gerze Yolu, Çayeli-Ardeşen-Hopa Yolu, Hopa-Kemalpaşa-Sarp Yolu, Kastamonu-Çankırı (Ilgaz Tüneli) Yolu, Kığı-Yedisu Yolu, Gümüşhane Çevre Yolu, İstanbul-Şile-Ağva Yolu; Ovit Tüneli, Ilgaz Dağı Tüneli, Hasankeyf köprüleri; Palu-Genç-Muş Demiryolu, Ankara-İstanbul Hızlı Tren Projesi Kesim 1 ve 2, Taksim 4. Levent Metrosu, Ankara-Sivas Hızlı Tren Projesi, Kırıkkale-Yerköy ve Yerköy-Sivas Demiryolu Hattı, Köseköy-Vezirhan Hızlı Tren Projesi Kesim 1 ve 2, Ankara Hızlı Tren Garı; Giresun, Ereğli, Alanya ve Hopa Limanları, Maltepe Sahil Düzenlemesi; İstanbul’a Üçüncü Havalimanı Projesi, Ordu-Giresun Havalimanı, Samsun Şehri Doğal Gaz Şebekesi, İkitelli İçme Suyu Ana Dağıtım Sistemi; Atasu Barajı, Ilısu Barajı ve HES, Yusufeli Barajı ve HES, Akkuyu Nükleer Güç Santralı Deniz Hidroteknik Yapıları, Artvin-Cerattepe maden arama projesi işletmesi. Bunlara ek olarak, şirketin faal işletme niteliğinde olmayan varlıkları da bulunuyor.[5] Maliye Bakanlığıyla varılan uzlaşma çerçevesinde, 2005-2009 yıllarına 422 milyon TL tutarındaki vergi cezasının tamamı silinen Cengiz Holding, Samgaz Doğalgaz, SelçukGaz Doğalgaz ile Boğaziçi, Meram, Çamlıbel, Uludağ ve Akdeniz Elektrik Dağıtım şirketlerinde de ortaklıkları bulunuyor.

Enerji Piyasası Düzenleme Kurumunun (EPDK) verileri ve AKP iktidarlarının söylemleri yan yana getirilip incelendiğinde, 2013’te enerji politikalarında ciddi bir kırılma meydana geldiği görülüyor. EPDK’dan alınan ve hâlâ yürürlükte olan elektrik üretim lisansları incelendiğinde, 59. Hükümet sırasında 259, 60. Hükümetin görev süresince 445 HES, 61. Hükümetin iktidarda kaldığı süre boyuncaysa 187 HES için lisans sağlandı. Ancak bu yönelim 20 Kasım 2013’ten sonra dramatik biçimde değişti. 20 Kasım 2013’te, TBMM Plan Bütçe Komisyonunda Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütçesinin görüşmeleri sırasında komisyon üyelerinin sorularını yanıtlayan dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, şu ifadeleri kullandı: “HES’lerle bu iş olmaz. Haklısınız, ufak dereleri mahvediyoruz, ben de sizinle aynı fikirdeyim. Artık 10 megavattan daha aşağı enerji üretecek HES’lere izin vermeyeceğiz, kesinlikle vermeyeceğiz. Bu tarihten sonra bunun hesabını sorarsınız.”

Bayraktar bu açıklamayı, HES projelerinin yarattığı yerel tepkiler ve çatışmalı durum maliyetleri yükseltip gerçekleşme oranlarını sürdürülebilir olanın çok altına düşürünce yapmak zorunda kalmış olmalı. O tarihten itibaren kamudan özele sermaye transferinin enerji sektöründeki yaygın yolu değişti ve çoğunlukla tünel tipi mikro HES’ler üzerinden işleyen sistem, kömüre dayalı termik santrallara döndü. Bu dönüşümün en önemli sebepleri arasında, yereldeki sermaye ağlarını kurma çabasının stratejik öneminin azalmasıyla ulusal ve çok uluslu şirketlerle çalışmanın yeğlenmesi, siyaseten iktidara yakın şirketlerin 2002 dönemindeki teknolojik altyapı yetersizliğinin bugün bir ölçüde giderilmiş oluşu (Mikro HES projelerindeki düşük teknolojiye karşın termik santral piyasasına girişte hâlâ teknolojik bariyerler mevcut) ve termik santral projelerine uluslararası finansman bulma kolaylığı sayılabilir. Yine de yukarıda açıklanan şablon uyarınca sektörler arasında kolayca kurulan bağlantılar (bir sektördeki son ürün veya artığın diğerine hammadde olabilmesi) ile kârlılık temel motivasyonlar arasında: Kömür madenciliği-inşaat-kömürlü termik santral üçgeninde belirli sermaye kesimine mensup aktörlerin faaliyet göstermesi, birbirlerine hammadde sağlayan bu sektörlerdeki tüm faaliyetleri daha kârlı hale getiriyor. Cengiz Holdingin yıllara göre yatırım portföyü incelendiğinde, bu dönüşümden izler bulmak da mümkün ancak mikro HES’lerden ziyade kamu yatırımı olan dev baraj projelerinin müteahhitliğini yapan Cengiz Holding, bu dokuya tam da uymuyor. Devlet eliyle işletilen barajların inşasını üstlenen Cengiz Holding, kendisi de pek çok dev baraj projesine sahip. Bazılarına Özaltın İnşaatın ortak olduğu, Beyhan 1 ve 2, Yukarı ve Aşağı Kaleköy Barajları ile Gözeler HES projesi, Oymapınar HES, Kalehan Enerji Santralı ve Menge Barajı, Cengiz Holdingin sahibi olduğu yatırımlar arasında. Samsun’da Kombine Çevrim Enerji Santrallarına sahip olsa da, Cengiz Holding kömüre dayalı termik santral piyasasında şu ana dek sadece Çanakkale’nin Biga ilçesinde kurulması planlanan Cenal Termik Santralı projesiyle boy gösteriyor.

Partiler-üstü sistem

AKP iktidarıyla belirginleşen beton-yönetselliğin izleri, Cenal Termik Santralı projesinde açıkça gözüküyor. Özel şirketlerin projelerinin yurttaşların katılımıyla, kamu yararı adına kamu tarafından denetimini hedefleyen Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) süreçlerinin uğradığı yıkım da Cenal Termik Santralı projesinin ÇED macerası üzerinden okunabilir. İtirazlara rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığının ÇED Olumlu kararı aldığı Cenal Termik Santralı projesi idari yargıya konu olup ÇED Olumlu kararı iptal edilince, Cengiz Holding ilginç bir yöntem uyguladı. Tek bir termik santral projesi olmasına karşın, etkilerini azaltmak adına santralın her bir ünitesi için ayrı ayrı ÇED Raporları hazırlayan şirket, yatırımı 4 parçaya bölerek regülasyondan kaçmak istedi. Bu çaba Çevre ve Şehircilik Bakanlığı nezdinde de onay buldu. 4 ayrı ÇED süreci için Cenal Termik Santralının yapılmak istendiği Karabiga’da yaşayan halk 4 farklı dava açtı. Neticede tüm davalar Karabigalılar lehine sonuçlanırken, ortaya çıkan yeni ÇED Raporu Bakanlıktan onay alınca aynı hukuk mücadelesi üçüncü kez başlamış oldu. Üçüncü seferde daha emin adımlarla başlayan projede inşaat safhası sürüyor ama idare-şirket bağıntısını gösteren kanıtlar tükenmek bilmiyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığının verdiği ÇED Olumlu kararlarının yürütmeleri durdurulmuş veya iptal edilmiş olduğu dönemlerde dahi süren inşaat, şikayet üzerine yapılan incelemelerde idari makamlar tarafından tespit edilemedi. Kamu kurumlarının olumsuz görüşlerine ve Karabiga kasabasının merkezine 1 kilometre mesafede bu yatırımın yapılamayacağı uyarılarına kulak tıkandı, bölgede yaşadığı bilim insanlarınca kanıtlanmış Akdeniz Foku mahkemeler kapsamında yapılan keşiflerde bulunmadı (daha doğrusu keşifler santralın proje alanında yapılan yürüyüşlerle sınırlı kaldığı, Akdeniz Fokunun yaşam alanı olan kıyı mağaraları incelenmediği için zaten bu canlı türüne rastlanması ihtimali yoktu). Cengiz Holding ile CHP’li Karabiga Belediyesi arasındaki ilişkiyse, beton-yönetselliğin partiler-üstü statüsünü kanıtlar nitelikte. Cenal Termik Santralının inşasında kullanılacak yol, 3 bin nüfuslu Karabiga beldesinin nüfus yoğunluğu ve gelişim sebebiyle çevre yoluna ihtiyaç duyduğu bahanesiyle, Belediye tarafından üstlenildi. Bilirkişi raporlarının da tasdiklediği gibi, plancılık ilkelerine uygun olmayan planlar hazırlayıp, bu planlar uyarınca yurttaşların ekili arazilerini kamulaştıran Belediye, inşaatın daha kolay ilerlemesi için tasarlanan çevre yolunu yapıverdi. Üstelik çevre yolu projesi Karabiga’yı başka hiçbir belde veya ilçeye de bağlamıyor.

Kolin, Cengiz gibi iktidara yakın sermaye kesimlerinin enerji sektöründe baraj inşaatlarının yanı sıra termik santral projelerini de üstlenmeye başlaması, teknolojik bariyerlerin yüksek olduğu sektörlere de girilmeye başlandığına dair bir işaret veriyor. Yine de AKP’nin etrafında örülü sermaye ağının neredeyse tamamı (Cengiz Holding de dahil) en kârlı işlerini görece basit projelerden kazanmayı sürdürüyor. TCDD projeleri, otoyollar ve İstanbul’a Üçüncü Havalimanı gibi yapı projeleri, şirketlerin gelirlerinin büyük kısmını oluşturmaya devam ediyor. Dolayısıyla AKP-sermaye bütünleşmesinde Güney Kore tipi bir karma modelden bahsetmenin imkânı yok: Güney Kore ve benzeri karma ekonomi temelli kalkınma modellerinde, devletle veya iktidarlarla bağ kuran sermaye kesimlerinin uluslararası sektörlerde rekabetçi üstünlüğü ele geçirip, ulusal pazarlarda ithal-ikameci işlev görmeleri, uluslararası pazarlardaysa ciddi pay sahibi olmaları hedefleniyordu. Samsung, Hyundai, Kia, LG gibi sıradan tüketicinin tanıdığı, Güney Kore’nin devlet destekli eski tröstlerine bakıldığında, bu hedefe ulaşmada göreceli olarak başarılı olunduğu söylenebilir. AKP’nin sisteminin çıktısıysa, ulaşım ağının genişletilmesi, dünyada vazgeçilen kömüre dayalı termik santrallara artan yatırımlar, çoğu spekülatif fiyatlı konut stokundaki yükseliş ve doğa varlıklarının sömürülmesi oluyor. Bunlara karşılık özellikle Cengiz Holding gibi şirketler, merkezi idare ve şirketlerce planlanıp yerele empoze edilen projelerde, topluluklar coğrafyalarına ve yurttaşlıklarına ilişkin haklarını muhafaza etmeye çabalıyor.

Artvin: Devlete ve Cengiz’e karşı direniş

Bu direniş çabalarından biri bugün Artvin’de yaşanıyor. 1990’lı yıllarda başlayan Artvin Cerattepe mücadelesi, Cengiz Holdingin devreye girmesiyle farklı bir aşamaya erişti.[6] Murgul’daki durumu (Buradaki madeni de Cengiz Holding işletiyor) yakından bilen Artvinliler, 1996’da Kanadalı Cominco’nun başlattığı ancak hukuk mücadelesi sonucunda kapatılan madeni yeniden açtırmamakta kararlı. Artvin’i günlerce ülke gündeminin en üst sıralarına taşıyan gelişmelerse son 2 yıla ilişkin. Özaltın İnşaat ve Madencilik firmasının, Cerattepe mevkinde altın ve bakır madeni arama çalışmaları projesi için verilen ÇED Olumlu kararına karşı Artvinli yurttaşların açtığı davaya bakan Rize İdare Mahkemesi, kararında projenin getireceklerini gizlemedi. 24 Aralık tarihinde maden arama projesinin ÇED Olumlu kararını iptal eden mahkeme kararında, “Planlanan maden faaliyetinin hayata geçirilmesinin Artvin ilinin sakinleri açısından yaşam alanı olmaktan çıkacağı, proje ile projenin etkisi altındaki yaşam alanlarının bir arada olamayacağı kanaatine varılmıştır” ifadelerini kullandı. İptal kararının bir gün sonrasındaysa Özaltın’ın, 2009 yılında çıkartılmış bir genelgeden faydalanarak ÇED raporunun birkaç revizyonla, ÇED süreci başlatılmadan onaylanması için Çevre ve Şehircilik Bakanlığına yaptığı başvurusu onaylandı.

Bu yasal boşluğu yaratan, Çevre ve Orman Bakanlığı döneminde çıkartılan 2009/7 Sayılı ÇED Yönetmeliği Uygulamaları Genelgesiydi. Genelge uyarınca, yürütmeyi durdurma veya iptal kararına yol açan ve ÇED Raporunun tamamını etkilemeyen unsurlar revize edildiği takdirde, sıfırdan ÇED süreci işletilmesine gerek kalmıyor; böylelikle değişikliğe uğrayan ÇED Raporu, Halkın Katılımı Toplantısı gibi süreçler yeniden gerçekleştirilmeden kısa sürede idareye sunulup onay alabiliyor. 2009/7 Sayılı Genelgeden faydalanan Özaltın İnşaat, Çevre ve Şehircilik Bakanlığından tekrar ÇED Olumlu kararı almayı başardı. Fakat Bakanlık bu işlem sırasında genelgenin ruhuna tamamen aykırı davrandı. Zira mahkemenin ÇED Olumlu kararını iptal gerekçesi projenin yer seçimiydi; “Burada maden olursa Artvin yaşam alanı olmaktan çıkar” sözleriyle iptal edilen ÇED Olumlu kararı, yapılan birkaç revizyonla yinelendi. Ancak Bakanlıkça tekrar ÇED Olumlu kararı verilen ÇED Raporunda projenin yeri değişmemişti.

Artvinliler, ÇED Olumlu kararının yeniden önlerine gelmesiyle hemen nöbet çadırlarını kurup kenti yukarıdan gören Cerattepe mevkine çıkan yolda beklemeye başladı. ÇED Olumlu kararının iptali için açılan dava 700’ü aşkın şikayetçi sayısıyla Türkiye tarihinin en geniş katılımlı çevre davası olurken, şirket nöbet çadırının 250’nci gününe dek, alanda çalışma gerçekleştirmek üzere açık bir girişimde bulunmadı. 15 Şubat 2016 tarihinde, Cerattepe’ye çıkmak için ilk girişim, jandarma ve polisler eşliğinde, maden ruhsatı sahibi Özaltın İnşaatın alt yüklenicisi Cengiz Holdingden geldi.[7] Maden çalışmasında kullanılacak ekipmanın Cerattepe’ye çıkarılmaması için direnen halkın karşısına diğer kentlerden Artvin’e kaydırılan polis ve jandarma ekipleri çıkınca, günler sürecek şiddet dalgası başlamış oldu. Yolları kapatan Artvinliler, biber gazları ve plastik mermilerle durdurulmaya çalışıldı, yüzlerce yurttaş hastanelik oldu. 20 Şubat için yapılan dayanışma çağrısıysa, Artvin’e karşı ilan edilen devlet seferberliğinin boyutlarını gösterdi. Diğer kentlerden Artvinlilere destek mesajı götürmek üzere yola çıkan otobüslerce insan, çeşitli bahanelerle yollarda onlarca kez durduruldu. Otobüsler Hopa-Artvin arasındaki Cankurtaran Geçidinde durduruldu ve Artvin’e girişler engellendi. Seyahat özgürlüğü bu kadar kolaylıkla rafa kalkarken, bir tarafı uçurum olan 690 rakımlı Cankurtaran Geçidinde polisin yurttaşlara biber gazlarıyla saldırması kimseyi şaşırtmadı.

Reis ne kadar alacak?’

Sonuç itibarıyla, günler süren Artvin direnişinin ülkede çokça destek bulması, 25 bin kişilik kentin maden arama projesine topyekun karşı çıktığı halde Cengiz Holdingin yanında madene müdahil iktidarın projede ısrarlı gözükmesinin, AKP için kötü bir halkla ilişkiler olduğu düşünülmüş olacak ki, 23 Şubat’ta Artvin’den hareket eden bir heyet, Ankara’da Başbakan Davutoğlu ve 4 bakanla bir görüşme yaptı. Davutoğlu ve bakanların Artvin heyetine, maden arama projesi hakkındaki ÇED Olumlu kararının iptali için açılan dava sonuçlanana kadar bölgede çalışma yapılmayacağı sözü verdiği toplantı, belli ki AKP içinde pek de olumlu karşılanmadı. Toplantıyla aynı saatlerde Artvin Orman Bölge Müdürlüğü yetkililerinin şirketle birlikte Cerattepe’ye çıkıp, Cengiz Holdinge yer tahsisi yaptığı ertesi gün anlaşıldı.

AKP cephesindeki bu yaklaşım farklılığı, iktidar-sermaye bütünleşmesindeki kaynak transferleri hakkında da fikir veriyor. Buna bir de 17-25 Aralık sürecinde ortaya çıkan tapelerde geçen bir konuşma eklenince bazı şeyler netleşiyor. CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç tarafından cevaplanması istemiyle TBMM Başkanlığına sunduğu 9 Mayıs 2014 tarihli yazılı soru önergesine göre, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile oğlu Bilal Erdoğan arasında şu görüşme geçiyor:

Bilal Erdoğan: Dün Sıtkı Bey geldi. Ondan sonra işte bir türlü işte böyle doğru bir şekilde transfer işlemini yapamadığını, bir 10 (milyon dolar) filan olduğunu şimdiye kadar birikenin, ondan sonra onu istediğimiz zaman verebileceğini bu şekilde devam edeceğini falan.

Recep Tayyip Erdoğan: Sakın alma, sakın alma

Bilal Erdoğan: Ben almayacağım

Recep Tayyip Erdoğan: Yok, yok, hayır hayır alma, kendisi bize ne söz verdiyse onu getirecekse getirsin getirmeyecekse gerek yok. Başkaları getiriyor da o niye getiremiyor, laf mı. Bunlar ne zannediyor bu işi ya. Ama şimdi düşüyorlar kucağımıza düşecekler merak etme.

Bilal Erdoğan: Tamam babacığım.

Bu görüşme kaydında adı geçen “Sıtkı Bey” namlı şahsın, SAM Petrol firmasının sahibi, Türkmenistan ve İran doğal gazlarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktarılmasını öngören projelerin sahibi Sıtkı Ayan olduğu sanılıyor.

İktidar-sermaye ilişkilerinin, gerektiğinde 630 milyon doları arasında toplayıp iktidarın işaret ettiği bir basın devini satın alabilecek sadık bir iş çevresi yaratmakla kalmadığını düşünenler arasında Artvinliler de var. 14 Mart’ta Cerattepe mevkinde, Cominco firmasının geçmişte açtığı ocak girişi yakınlarında yapılan bilirkişi keşfi sırasında dile getirilen sorulardan biri, maden projesinin hayata geçirilmesi karşılığında devletin kasasına ne kadar kaynak aktarılacağıydı. Yeşil Artvin Derneği avukatı Bedrettin Kalın bilirkişi heyetine, “Tüm Çoruh Vadisini, yaşam alanlarını kaybeden bu halk daha neyi kaybedecek? Artvinlilerden daha ne kadar fedakarlık bekliyorsunuz?” sorusunu yöneltti. Önceki iptal kararında “Proje gerçekleşirse Artvin yaşam alanı olarak kalamaz” denen madenin, yeni ÇED Raporuna göre toplam getireceği kazanç 1 milyar 347 milyon TL, ülke ekonomisine katkısıysa yaklaşık 42 milyon TL olacak. Bu hesaba göre Artvinli her bir yurttaşın madenin yaratacağı tahribat yüzünden zorunlu olarak yaşam alanını terk etmesi karşılığında devlet yaklaşık 1,700 TL kazanacak. Bilirkişi heyeti karşısında bu hesap yapılırken, kalabalık içindeki Artvinliler’in “Devlete aktarılacak kısmı belli de, acaba bu işten Reis ne kadar alacak?” mırıldanmaları, aslında tüm sistemin hangi amaçla tasarlandığını da gösterir nitelikte.

 

DİPNOTLAR

[1] Michael Ross. 2004. “What Do We Know About Natural Resources and Civil War?” Journal of Peace Research. ss. 337-356.

[2] Le Billon, Philippe, ‘The Political Ecology of War: Natural Resources and Armed Conflicts’, Political Geography 20(5), ss. 561–584.

[3] Omolade Adunbi. 2015. Oil Wealth and Insurgency in Nigeria. Indian University Press

[4] Aktif toplamlarına göre, 2015 yılı itibarıyla Türkiye’nin en büyük 50 şirketi şöyle sıralanıyor: THY, TCDD, Turkcell, Elektrik Üretim A.Ş., Türkiye Petrol Rafinerileri A.Ş. (TÜPRAŞ), Anadolu Efes, Türk Telekom, Botaş, Enka İnşaat, Ereğli Demir Çelik, Türkiye Elektrik İletim A.Ş., Arçelik, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Petrol Ofisi, Vestel, Ford, Tofaş, Akdeniz İnşaat, DHMİ, IC İçtaş İnşaat, Migros, Çelikler Seyitömer Elektrik Üretim A.Ş., Polimeks İnşaat, Limak İnşaat, Mapa İnşaat, Aselsan, Zorlu Enerji Elektrik, Limak İnşaat, TAİ, İGDAŞ, Trakya Cam, OPET, Konya Şeker, Türkiye Şeker Fabrikaları, PETKİM, Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş., Kardemir Karabük Demir Çelik, Pegasus, LC Waikiki, Özaltın İnşaat, Çalık Enerji ve İnşaat, Aksa Enerji, AYGAZ, Selçuk Ecza, Shell&Turcas Petrol, GÜBRETAŞ, Korteks Mensucat, TKİ, Akenerji Elektrik Üretim A.Ş., BİM Birleşik Mağazalar A.Ş. Listedeki şirketlerin çok ciddi bir kısmı, sonradan özelleştirilmiş doğal monopoller; bunların haricindekilerse sektöre girişte teknolojik bariyerlerin oldukça düşük olduğu temel sanayi üretimlerini yapan, hizmet sektöründe faaliyet gösteren şirketler, akaryakıt dağıtımcıları veya basitçe montaj endüstrisinde faaliyet gösteren firmalar. Bir diğer dikkat çekici olansa listedeki inşaat ve enerji şirketlerinin çokluğu.

[5] Çiğdem Toker, 12 Temmuz 2015, “O küfrün her harfi bir ihale,” Cumhuriyet Gazetesi, http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/319869/O_kufrun_her_harfi_bir_ihale.html

[6] Cengiz Holdingin diğer madencilik faaliyetleri Uludağ Volfram İşletmesi, Mazıdağı Fosfat Tesisleri, Bayavşar Kömür İşletmesi, Eti Alüminyum Tesisleri, Eti Alüminyum Antalya Liman Müdürlüğü, Eti Bakır Küre İşletmesi, Eti Bakır Samsun İşletmesi, Eti Bakır Murgul İşletmesi ve Halıköy Antimuan İşletmesiyle sürüyor.

[7] Yeşil Artvin Derneğinin avukatı Bedrettin Kalın’a göre, ihale tek bir firmanın girmesi için gerçekleştirildi. İhale şartnamesinde yer alan, “Yıllık 500 bin ton tüvenan maden kapasiteli işletme sahibi olma” şartını yalnızca Cengiz Holdingin sahibi olduğu Eti Bakır sağlıyordu.