Türkiye’nin en zengin ve güçlü ailelerinden birinin üyesinin, “zenginin giderek daha zengin yoksulun ise daha da yoksul olduğu bir dünyada” yaşadığımızı belirterek, çocuklarının geleceğinden endişe ettiğini ifade ettiği bir toplantıda, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Türkiye’de “günlük 4 doların altındaki nüfusun oranın yüzde 30’lardan yüzde 2’lere gerilediğini” söyleyerek, AKP’nin yoksullukla mücadeledeki “şanlı” başarısını bir kez daha ilan etti.[1] Her zaman olduğu gibi, bu tür kaygıların memleketin ve dünyanın sayılı zenginlerinden biri ve üstüne bir de bakan tarafından dile getirilişi, yoksulları ve yoksulluğu gündelik hayatta ya da medyadaki görünmezlikten kısa süreli de olsa kurtararak gündeme taşıdı. Böylece, ya seçim dönemlerinde makarna ve kömür için “oyunu sattığı” iddiasıyla ya da gündelik hayatlarına dair dehşetli ve trajik bir imgenin dolaşıma girmesiyle gündeme gelen yoksullar, bir kez daha yoksulların anlam dünyasını, yoksulluğun yarattığı etkileri, yoksulların sorun çözme biçimlerini ve eşitsizliğin yoksulların dünyasındaki çok boyutluluğunu ele almamızı olanaksız kılacak şekilde oluşturulmuş bir temsil çerçevesi dâhilinde, tartışmanın “nesnesi” olarak odağa oturdular. Nasıl yoksulluğa dair dehşetli imgeler bizleri “yoksulların gözlerini” değil de, bu imgeye bakanın bakış açısını görmeye davet ediyorsa, bakanın söyledikleri de bizleri yoksulların değil, yoksulluğun sosyal, siyasal, etnik ve cinsiyete dayalı çok yönlülüğünün üzerini örten sayıların sözlerini duymaya davet ediyor. Hiç kuşku yok ki yoksullukla ilgili muhalif ve eleştirel söylemlerin bile argümanlarını sayılar etrafında kurduğu ve gerçeğin sayılar üzerine kurulmuş olan “doğru” temsillerini gündeme getirmeye gayret ettiği bir dönemde, biz de AKP ve yoksulluk meselesinin tartışırken sayılara dayalı bir tartışmanın yolunu tercih edebiliriz. Bu bağlamda da bol miktarda veri ve tartışma da bulunmaktadır.[2] Fakat sayıların doğruluk yanlışlık iddiasını önceleyecek şekilde yapılması gereken asıl olarak, sayıları kavrayışımızı belirleyen mantığı çözümlemek ve bu doğrultuda kimin yoksul sayılması gerektiğine karar veren bu “sayı” temelli mantığı kesintiye uğratarak, yoksulluk temelli politikaları belirleyen siyasal mantığı tartışmaktır.[3]
I-)Tanımadan minnet üretimine yeni yardım politikaları
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) yüksek düzeylerde seyreden oy oranlarının ve seçim başarılarının arkasında sosyal politikaların, özellikle de belediyecilik dönemlerinden süzülerek geliştirilmiş olan sosyal yardım uygulamalarının yer aldığı artık genel kabul görmüş bir gerçek durumunda. Bu bağlamda tartışmalı olan konu, Bakanın iddia ettiğinin tam aksine bu politikaların yoksulluğu azaltmakta başarısız olmasına rağmen, hala nasıl ve hangi yollarla partiye yönelik siyasal desteğin sağlanmasını güvence altına aldığıdır. Bunu anlamak için, partinin devlet merkezli hayırseverlik politikalarını yapılandıran siyasal mantığı esaslı bir şekilde tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Yoksullara yönelik yardım politikalarına, rakamlara vs. baktığımızda kolayca gördüğümüz gibi, partinin başarısı yoksulluğu toplumun geniş kesimleri açısından bir sorun olmaktan çıkarmaktan çok, popülizm ya da patronaj ilişkileri üzerinden kolayca açıklayamayacağımız şekilde, yoksulluğun siyasal yönünü kavramasından ve yoksullarla parti arasında, tanınma ilişkilerinde ve siyasal cemaatin sosyal-siyasal kuruluşunda demirlenmiş bir bağ kurmayı “becermesinden” geliyor.
2001 krizinin hemen ardından AKP’nin yükselişi, yoksulluğun gelir dağılımı eşitsizliğine ilişkin bir sorun olmadığını, aksine kapsamlı bir siyasal sorun olduğunu bizlere gösterdi. AKP, bir yandan mevcut eşitsizlik sorununu siyasileştirerek yoksulları, inşasına yöneldiği “biz”in içinde adlandırırken, diğer yandan da yoksulların tarif edilen bu “biz” içinde kendini bulmasını sağlayacak maddi-sembolik ve kurumsal bir çerçeve yaratmaya koyuldu. Bu bağlamda parti, sosyal yardımların kapsamını genişletmenin yanında, mevcut refah rejimini de dönüşüme uğratacak kapsamlı bir idari-hukuksal bir girişim başlattı.[4] Daha önce de ifade ettiğim gibi, parti iktidara geldikten sonra sosyal politikalara ilişkin hem iş yasasını değiştirerek hem de kapsamlı bir sağlık reformu yaparak bir taraftan sistemi neoliberalleştirirken, diğer taraftan ise, onun geçmiş dönemden gelen “korporatist” karakterini törpüleyerek dönüştürdü.[5] AKP dönemi sosyal politikaları bir anlamda genel olarak sosyal politika sahasını liberalleştirme girişimini, bu yolda formel çalışanların haklarına yönelik bir müdahaleyi, enformel çalışanların durumunu kısmi olarak iyileştiren politikalarla birleştirdi.[6] Bu politikalar Türkiye’de var olan refah rejimini yeniden yapılandırırken, bu rejimin 1980 sonrasında edindiği karakteri muhafaza etmenin ötesine geçerek, onun bazı yönlerini daha da derinleştirdi: Bu rejimin devlet iktidarının inşasında demirlenen paternalist doğasını ve temelde aile merkezli yapısını. Yoksulların siyasal temsilinden onların siyasal bir özne olarak kabulüne kadar yoksulluğun siyasal bir sorun olduğunun keşfinin sonucu, yoksulların etkinleştirilmesi ve güçlendirilmesi değil, yoksulların sistem üzerinde basınç yaratan taleplerinin partinin pragmatist ve siyasal amaçları doğrultusunda seferber edilmesi ve partiye destek veren yoksulların paternalist tanınma politikaları aracılığıyla içerilerek tabiiyet altına alınması oldu.
2001 krizinin toplumda yaratmış olduğu muazzam yoksullaşma, neo-liberalizmin artık toplumda yerleşikleşmiş olan güvence ağlarını aşındıran uzun süreli etkisi ve yoksulların geçim stratejilerinin giderek daha kısa sürelileşmesiyle birleşince, AKP’nin Refah Partisi döneminden devraldığı yoksullara hitap eden söylemin yankısını geniş bir alanda bulması oldukça kolaylaştı. AKP’nin mahalleler düzeyinde yoksullarla parti arasında güven ağları kurulmasına dayalı ve onların gündelik sorunlarına çözüm bulma odaklı siyaseti, yine Refah Partisi döneminden gelen, mahalle odaklı yerel örgütlenme stratejileriyle desteklenince ortaya güçlü bir seçmen desteği çıktı. AKP’nin toplumun aşırı yoksul kesimlerinden aldığı oy oranlarının yüksekliği ve oy oranlarının dağılımı da bu iddiaları doğrular görünüyor.[7] Bu bağlamda partinin yoksullara yönelik bu politikalarıyla yoksullar arasındaki ilişkiyi, piyasa mantığından hareketle bir değiş-tokuşa indirgeyen ve yoksulları oy satmakla itham eden yaklaşımların ya da AKP’nin kısmi, kısa süreli ve sosyal yardımların dağılımında yönetimin takdirini öne çıkaran politikalarını “sadaka toplumu” ibaresiyle eleştiren yaklaşımların, oldukça sorunlu olduklarını baştan belirtelim. Birinci yaklaşım, AKP ile yoksullar arasındaki piyasa dışı karşılıklılık ilişkilerini ya da seçmen davranışına yön veren özdeşleşme, tanınma ve duygusal bağlanma gibi pek çok etkeni göz ardı ederek işi kolay yoldan yoksulları suçlamaya indirgiyor. İkinci yaklaşım ise teolojik bir yön kazanmakla beraber kadim armağan düşüncesinden neşet eden hayırseverlik, sadaka gibi piyasa dışı karşılıklılığa dayalı ilişkilerin topluluk kurucu yönlerini ve bu ilişkilerin devlet düzeyinde kuruluşunun siyasal-sosyal sonuçlarını oldukça basitleştiriyor. Sonuç olarak her iki bakış açısı da, yardımları basit birer araca indirgerken, Javier Auyero’nin etkili bir biçimde kuramlaştırdığı yardımın tanınma boyutuyla beraber, radikal bir eşitsizlik kurucu yönünü ve bunun yoksulların dünyasında, onların benliklerinden toplumsal ilişkilerine, piyasa dışı geçim stratejilerinden muhalif örgütlenme stratejilerine kadar yaratacağı çok boyutlu etkileri ıskalıyor.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi yoksulluk politikaları basitçe yoksulların yönetimi, kontrolü ve disipline edilmesi ve siyasal destek sağlanmasına indirgenemeyecek, arzuların yönetimini de içeren, hem yoksullar hem de onlara yönelik geliştirilen temsil stratejileri açısından güçlü bir anlam üretimi ve tanınma boyutuna da sahip olan çok boyutlu stratejilere ve süreçlere dayanıyor. Auyero’nun ifade ettiği gibi, bu süreçte parti aracılarının, kamusal bir temsili içeren bir performansı sergileyenler, yani sorun çözenler ve sorun sahipleri arasındaki ilişkilerin kuruluşunda ortaya çıkan kamusal temsil sürecinde gerçekleşen sembolik emeği taşıyanlar olarak, nasıl iş gördüğünü daha yakından anlamaya çalışmak gerekiyor.[8] Bu bağlamda, dağıtılan yardım paketlerinin, yoksullarla parti aracıları arasında kalıcı bağlar kurucu ve parti aracılarının yoksullarla kendi aralarında inşa ettiği uzun süreli ilişki ağlarını sürdürücü olduğu kadar, bir kültürel temsil aracı olduğunu da göz ardı etmemeliyiz.[9] Bir kültürel temsil siyaseti olarak sosyal politika, yoksullarla “ilgilenme” ve onların sorunlarını kısa süreli, bağlayıcı, kısmi biçimler içinde de olsa “çözme” biçiminde mikro politik bir alanda işlerken, yoksullarla parti ve liderler arasında kurulacak özdeşliklerin, onların kamu nezdinde “temsilinin” ve duygularının olduğu kadar siyasal aktivizmlerinin de parti için seferber edilmesinin kaldırım taşlarını döşüyor. Daha önce belirttiğim gibi, “mahalle ekseninde kurulan parti bağları vasıtasıyla, belediyeler ya da vakıflar eliyle dağıtılan sosyal yardımlar, AKP özelinde siyasal sermayenin kendisini cemaat, topluluk veya ümmet için bir efor, çaba ve özveri olarak örgütlemesi için, mikro düzeyde bir alanı yerelden ülke geneline örgütlüyor. Bu süreç sırasında parti ve devlet, bir hayırseverlik odağı olarak kurulurken, aynı zamanda karşılıklılığa dayalı duyguların, sembollerin ve özdeşliklerin üretimini içeren, içerisinde enformel bilgilendirme ağlarının ve parti ile yoksullar arasında güven ilişkilerinin inşa edildiği ve devletle sivil toplumun hayırseverliğin örgütlenmesi bağlamında iç içe geçtiği bir alan da siyasal sermayenin işleyişine açılıyor” (Yılmaz, 2014: 63). Bu alan, yoksulları kontrol etmenin alanı olduğu kadar, yoksullara yönelik siyasal performansların, yoksullar arasında partiye yönelik belirli bir duygusal yatkınlıklar şeması yerleştirme çalışmasının, yoksulların arzularını yönetilebilir kılmanın, onların anlam dünyasına nüfuz etme uğraşısının ve de onları neo-liberal projeye destek veren aktörler haline getirme gayretinin de alanı. Bu alan içerisinde hayata geçirilen yardım politikalarının temelde, karşılıklılığı borca çeviren, dolayısıyla da minnet yaratmaya dönük ve yoksulları borçlandırmayı hedefleyen politikalar olduğunu göz ardı etmemeliyiz.
Gündelik hayatın genelde üzeri örtük kalan ve temelde yoksullar tarafından bu paylaşılan mikro-siyaseti, kuşkusuz partiyi popülist bir odak olarak kurmaya yönelik makro kurumsal ve sembolik siyasetle de bütünleniyor. Yürütülen politikalar bir yandan Erdoğan’ın şahsında cisimleşen, AKP’nin yoksullar adına bir kolektif çaba olarak görüntülemesine, buna yönelik imgeler yaratılarak dolaşıma sokulmasına, bu doğrultuda sembollerin inşa edilmesine; bir diğer taraftan ise hayırseverliğe dayalı ilişkilerde etkin olan genelleşmiş karşılıklılığın ve dayanışma ilişkilerinin partinin siyasal amaçları uğruna seferber edilmesi sonucu bu karşılıklılık türlerinde etkin olan “gayri-ekonomik” mantığın bertaraf edilmesine ve dolayısıyla da bu mantığın tümüyle aşındırılmasına yol açıyor. Sonuç ise, hiç kuşku yok ki, devlet ve yardım vermesi sağlanan çevreler arasındaki karşılıklı çıkarların birbirine teyellenmesinden oluşan tahakküm ağlarının, yoksullara doğru genişletilmesi. Bu genişletme sürecindeki en kilit kavramlardan biri de paternalizm ve paternal iktidarın vazgeçilmez ön koşul olan yoksulları muhtaçlaştırma. Daha ileride vurgulayacağımız gibi, muhtaçlaştırma basitçe paternalizmin koşullarını oluşturmak yerine, bizzat paternalizm tarafından yaratılarak yoksulların hayatına onun tarafından yeniden ve yeniden perçinleniyor.
II-)Paternalizm ya da “Vura vura bizi büktüler…”
Paternalizm bildiğimiz gibi, eşit olmayan insanlar arasında kurulan bir bağa yaslanan, maddi olmanın yanında aynı zamanda simgesel de olan bir otorite biçimidir. Paternalist uygulamaların yoksulluk nezdinde hedef altığı yeri daha net ortaya koymak için birkaç soruyla yola koyulmakta fayda var: İktidarı koruyucu bir “kılıf altında” çerçeveleyerek onun her zaman bizler, konumuz özelinde yoksullar, için var olduğunu iddia ederken, bizleri de iktidara tabiiyetle zorunlu kılan bu iktidar düzeneği, iktidar karşısında yaşam ve benliklerimiz söz konusu olduğunda, en temelde nereyi/neyi hedef almaktadır? Carl Schmitt’in, Siyasal Kavramı kitabında alıntıladığı, her devletin temel ilkesini oluşturan, “koruyorum o halde kendime bağlıyorum” ibaresinde ifade olunan ve bu bağlanma ibaresinde açığa vurulan ilişki, bizlerden nasıl bir tabiiyet biçimi beklemektedir? Daha doğru bir ifadeyle, iktidar karşısında bizleri hiyerarşik olarak her zaman altta bir konuma yerleştiren söz konusu bağlanma tarzı, bu bağlanma içerisinde bizlerin nelerden/neyden vazgeçmesini istemektedir? İktidarı, “bağımlı olan kişinin etki altında kaldığı, ancak, [bu kişinin] kendisine bakmakta olanlara etki edemediği tek yanlı bir denetim” haline getiren paternalizm[10], iktidar karşındaki farklılıklarımız, benliklerimiz ve yoksulluğumuz söz konusu olduğunda, nasıl iş görmekte ve ne tür yaralar açmaktadır? Kolayca cevap verilemeyecek olan bu sorulara bir yanıt mahiyetinde bizlere başlangıç olabilecek yegâne kavramın, özellikle günümüz Türkiye’si söz konusu olduğunda, artık başı dik durmak ve haysiyet kavramı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bildiğimiz gibi paternalizmin farklılığı, yoksulluğu ve eşitsizliği tanıma ve kabulü, dolayısıyla onları bir mesele olarak ele alışı, tek bir koşula dayanır: itaat altına alarak himaye etme ve kendine bağlı/bağımlı kılma. Bu bağlamda da yoksulun bedeninin yanında benliği de “tahakkümün ve sömürünün şiddetinin asıl nesnesi” haline gelir.[11] Her ne kadar paternalizm, yoksulu tanıma, koruma ve onun yaşam koşullarını iyileştirme iddiasıyla ortaya çıksa da yoksullarla kendi arasındaki iktidar ilişkilerini, yoksulların dünyasına minneti, suçluluk hissini ve tabiiyeti zerk etmekle daha da perçinler.
Bu nedenledir ki Richard Sennett, paternalizm için sahte sevgiye dayalı otorite biçimi demiştir. Ve bugün biz, eşitsizlikler karşısındaki bu sahte “sevginin” de, paternalizmin “iyicil” görünümünün de artık bütünüyle sonuna gelmişiz gibi görünüyor. AKP dönemi sosyal politikalarının asıl sorunu, sadece bu yardımların partizanca “yandaş” yaratma doğrultusunda seferber edilmesi ve bu doğrultuda iddia edildiği gibi Aleviler gibi bazı toplumsal kesimlerin bu yardımlardan dışlaması değildir. Bizzat yardıma konu haline getirdiği yoksulları, ki Simmel’in Yoksul adlı yazısında bir yoksulun ancak kendisiyle bir yardım ilişkisi kurulduğunda, yardım düzeneğinin bir nesnesi haline getirildiğinde yoksul haline geldiğini de hatırlayalım, onları kültürel olarak “temsil ederken”, “biz” içerisinde konumlandırırken, pragmatik amaçları doğrultusunda siyasal enerjilerini seferber ederken, açıkça tabiiyet altına almaya çalışmasıdır. Bu tabiiyet altına alma sürecinde tam da hedef alınan işte bu “dik durma” halini aşındırmaktır. Paternalizm, doğası gereği koruduğunu kendi iktidarına tabii kılmaya çalışırken, onun bağımsız hareketini de kendine bir tehdit olarak kodlar ve bu bağımsız hareketin olası zeminini mümkün olduğunca aşındırarak, benliklerde kendi iktidarına karşı olası bir karşı çıkış ihtimalini de yok etmeyi amaçlar. Bunu hayatını kaybeden bir SOMA emekçisinin yakınının, “Vura vura bizi büktüler…” sözlerinden daha iyi ne ifade edebilir ki.[12]
Bu bel bükme ve boyun eğdirme işlemi, sadece neo-liberal politikaların emek piyasası nezdinde derinleştirilmesi, emek piyasasının, çalışma ilişkilerini tümüyle belirsizleştiren bir koridor gibi yapılandırılarak tahakkümün emekçinin bütün yaşamına, benliğine ve toplumsal ilişkilerine genişletilmesi yoluyla olmadı. Yoksulları kısa süreli, yardım temelli geçime mahkûm eden ve finansal ve siyasi borçlandırılmasını olanaklı kılan politikaların hayata geçirilmesinin yanında, giderek daha az sayıda insanın elinde toplanan zenginliğin simgesel ve maddi ifşasını sağlayan politikalara eşlik eden, kentsel ayrışma ve dönüşüm politikaları yoluyla da yoksulluğun etkileri yoğunlaştırıldı. Bütün bu süreçte hemen görülebileceği gibi sosyal yardım alanı, sosyal sorunun de-politize edilmesinde ve bu sorunun bir ahlak, disiplin ve nesiller arasındaki “dayanışma” sorunu olarak aile merkezli bir kurumsal-idari bağlamda yeniden siyasileştirilmesinde özgül bir alan olarak öne çıktı.
AKP’nin sosyal politikaları, sosyal politika alanında doğrudan çok aktörlü bir yapının doğmasına yol açtı. Yine daha önce vurgulandığım ve Singer’in de ifade ettiği gibi, bu çok aktörlü yapı bir tür “karma hayırseverlik ekonomisi”nden beslenmekte ve devlet ile sivil toplum arasında, hem sosyal refahın sağlanması hem de siyasi ve iktisadi ilişkilerin düzenlenmesine yönelik yeni bir ortaklığa işaret etmektedir.”[13] Bu ortaklığın en önemli göstergelerinden biri, sayıları her gün artan inanç temelli yardım dernekleridir. Daha yakından baktığımızda, “bu yardım derneklerinin, İslami hayırseverlik anlayışını yaygınlaştırmaya ve geliştirmeye çalışırken, neo-liberal yoksulluk algısını da yeniden ürettiklerini söylemek mümkün”dür.[14] Bu deneklerle birlikte AKP’nin hayırseverliği devlet düzeyinde örgütlemesi ve onu pragmatik amaçlara tabii kılması, aslında hayırseverlik ve hayırseverliğe dayalı ilişkilerin dayandığı piyasa dışı karşılıklılık ilişkilerinin de açık siyasal amaçlara tabii kılınmasıyla ve bu tür karşılıklılık ilişkilerinin çözülmesiyle sonuçlandı demek yanlış olmayacaktır. Sosyal politikayı, hak-hayırseverlik ikiliğinden okuyanlar, hayırseverlik kavramının içerdiği “biz” kurucu yönü, harekete geçirdiği güçlü duygusal kenetlenmeleri göz ardı ediyorlar. Hayırseverlik, karşılıklılığı teolojik ve hiç kuşku yok ki hiyerarşik bir zemine demirlerken, “ruhsuz dünyanın ruhu” gibi de iş görüyor. Fakat yoksulluğun ortadan kaldırılmasında çözüm kuşkusuz ki hayırseverlikte değil, sadece tahakküm kurucu pratiklere karşı sosyal politikayı bir insan hakları sorunu olarak gördüğümüz kadar, insan haklarını bu bağlamda geliştirme çabasının, siyasal topluluğun kuruluşunun ve bu yolda yeni beraberlik ve duyma biçimlerinin üretiminin de temel bir veçhesi olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Hayırseverliğin devlet düzeyinde örgütlenişi ve devletin Türkiye’de bir entegre hayırseverlik devleti biçimini alışı, kavramın içerdiği dayanışma ve karşılıklılığın tümüyle siyasal amaçlar tarafından içerilerek tabiiyet altına alınmasına yol açtı. Bu tabiiyet biçimi de temelde borç ve yardım dağıtanlara yönelik, yardım ağları tarafından oluşturulmuş alanda açığa çıkan bir artı-rant üretimini hedefliyor.[15]
Bugün sosyal yardımların dağıtımı biçimi, yoksullar nezdinde bir tahakküm stratejisinin derinleştirilmesi biçiminde iş görmektedir. Söz konusu tahakkümü derinleştirme girişiminde borç kavramı kritik bir rol oynamaktadır. Türkiye’nin toplumsal ve ekonomik yapısı bugün üçlü bir yapı arz ediyor gibi: En tepede yer alan bir %5-10’luk bir kesim ve onun hemen altında yer alan %10-70’lik bir kesim ve dip %20. Üst kesimin dışında yer alan diğer iki kesim arasında geçişlilik varken, en üst kesim hem sosyal hem ekonomik hem de mekânsal anlamda bağımsız bir yerde durmaktadır. Bu ayrışma ekonomik olduğu kadar kentsel, sosyal olduğu kadar da finansal. Toplumun önemli bir kesiminin gündelik hayatının sürdürmek için yardımlara bağımlı hale geldiğini, borçlanarak tüketimi sürdürme eğiliminin ve çalışan yoksulluğunun yerleştiğini söylemek artık mümkün. Bu bağlamda yardıma dayalı karşılıklılık ilişkilerinden türeyen siyasal borçlanma, yoksulların geçiminin finansallaşmaya ve borçlanmaya dayalı hale gelmesiyle birleşerek, yoksulların hayatını çevrelemiş görünüyor. Bir başka deyişle, “iç içe geçen ve birbirini besleyen bir borçlanma sarmalı, siyasal olarak oluşturuluyor ve sosyal politikalarla da destekleniyor. Hane halklarının artan borçlanma istatistiklerini değerlendiren Yiğit Karahanoğulları’na göre, “hanelerin toplam kredi kullanımlarının, hane halkı tüketimine oranı 2002 yılında %2.6 iken 2010 yılında bu oran 21.7’ye yükselmiştir.”[16] Yine Albayrak da[17], 2003-2010 dönemi için “dünya ile paralel olarak Türkiye’de de hanehalklarının borçlanarak yaşam standartlarını koruma ya da yükseltme çabası içinde oldukları bir dönem olarak ortaya çıkmakta” demekte ve en fakir yüzde 5’lik gelir diliminde hane borçlarının toplam hane gelirleri içindeki payının 2010 yılında %112’ye çıktığını belirtmektedir.”[18] AKP döneminde yaratılan entegre hayırseverlik devleti bu çifte borçlandırma bağı üzerinde yükseliyor demek yanlış olmayacaktır.[19]
III-) Yeni “Fark Yaraları” ve Ezilenlerin Öfkesi
Bir yandan kentsel dönüşüm süreci sonucu giderek mekânsal ayrışmanın konusu haline gelen ve kentsel dönüşüm süreçlerine direndiği ölçüde de medya destekli marjinalleştirme stratejilerinin sonucu suç ve güvenlik söyleminin parçası kılınan bir yoksulluk söz konusu. Bir diğer taraftan ise sosyal yardımlar vasıtasıyla AKP’ye desteği sürekli kılınmaya çalışılan, fakat etnik, mezhepsel ve cinsiyete dayalı ayrımlar üzerinden pek çok boyut kazanan ve giderek daha da derinleşen, yoğunlaşan bir yoksulluk var. Fakat bütün bu farklılıklara karşın, paternalist uygulamaların yanında, çalışma ilişkilerinin dönüşümü, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma ve formel/enformel emek ayrımının belirsizleşmesi de yoksulluğun farklı hallerinin birbirine eklemlenerek genel bir örüntünün ortaya çıkmasına yol açıyor. Bu bağlamda, Türkiye’de sosyal sorunun aldığı yeni biçimin, basitçe “sınıf-altı” ve ya “sosyal dışlanma” gibi terimler aracılığıyla marjine ilişkin bir sorun olarak görülemeyeceğini, R. Castel ve L. Wacquant’ın etkili bir biçimde gösterdiği gibi, marjine atfedilen kimi temel niteliklerin (eksik istihdam, işsizlik ve güvencesiz-geleceksiz çalışma gibi), tam da toplumun genel karakterini ortaya koyan nitelikler haline geldiğini söyleyebiliriz.[20] Bu genelleşme sürecinin gerisinde yatan mantık da, onunla asli olarak ilişkili de olsa, basitçe sermayenin çıkarlarını hâkim kılmak değil. Aksine, paternalizm bahsinde tartıştığımız gibi, parti politikaları nezdinde devlet gücünü inşa etmeye yönelen ve bu bağlamda siyasal cemaati yeniden kurmaya ve bunun önündeki, yoksulların örgütlü eylemliliğinden muhalif hareketlere desteğine, tahakküm ve sömürüye karşı “dik duruşunda”, adalet için isyan etmesine kadar bütün engelleri, muhtaçlaştırma, borçlandırma ve gündelik hayata mahkûm etme gibi çeşitli yollarla ortadan kaldırmaya çalışan bir siyasal müdahale söz konusu. Bu bağlamda AKP’nin bu stratejileri merkez sağ gelenekten devralarak, daha da derinleştirdiğin söylemek mümkün. Fakat stratejilere bakarak onların başarılı olduğuna kanaat getirmek hiç kuşku yok ki doğru değil ve böyle yapmak yoksulları bir kez daha iktidar stratejileri içinde görünmezleştirmek demek.
Buğra ve Keyder’in[21] değindiği gibi, kent-kır ilişkisinin dönüştüğü, kente göçün ivme kazandığı, kentsel rant arzusu içinde kent mekanının radikal bir biçimde yeniden düzenlendiği, yeni kısa süreli çalışma biçimlerinin yaygınlaştığı ve özellikle bu bağlamda geleneksel dayanışmacı aile yapısının dönüşüme uğradığı bir dönemde, yoksulluk da yeni bir hal alıyor. Bu halin, aynı 2001 krizi öncesi dönemdeki yoksulluk gibi pek çok farklı biçimi olduğu gibi, yoksullara ilişkin açığa çıkan temsillerden kaynaklı pek çok yeni fark yarasının ve yoksulların dünyasında bu fark yaralarına eşlik eden adalet isteminin doğurduğu farklı duyguların olduğu da muhakkak.[22] Böyle olmakla birlikte, yoksulların geçiminin giderek kısa sürelileştiği ve daha fazla finansal ve siyasal borca dayanmaya başladığı, bununla beraber paternalist yardım pratiklerinin yoksulların bedenlerini olduğu kadar benliklerini de hedef aldığı bir dönemde, sömürüden, tahakkümden ve fark yaralarından dolayı açığa çıkan duyguların adalet istemine mi yoksa başka bir yere mi kanalize olacağını ise henüz bilmiyoruz. Ancak Necmi Erdoğan’ın alanında kültleşen çalışması gibi çalışmalar, bizlere, yoksulların kendi anlatımlarını romantize etmeden, bu duyguların nereye ve nasıl kanalize olabileceğini, mağdun yoksulların yardımların bu şekilde dağıtılışından toplumsal farkların sembolik maddi yeniden kuruluşuna kadar, bu yeni süreci nasıl deneyimlediğini, duyumsadığını ve anlamlandırdığını gösterebilir.[23] AKP, hem siyasal söyleminden hem de yoksulluğu bir sorun olarak ele alış tarzından kolayca çıkarabileceğimiz gibi, kuvvetle muhtemel ki bu tür duyguları hislere dönüştürerek yaşam tarzlarına dair bir hınca, muhafazakâr bir ivmelenmeye ve paternalizme tabiiyetin derinleştirilmesine kanalize etmek istiyor.[24] Partinin başarılı olup olmayacağını ya da eşitlikçi ve özgürlükçü alternatif bir hegemonyanın yoksullarla birlikte düşünmeyi, hareket etmeyi ve görmeyi becererek, hem farklı bir sosyal politika pratiğini hem de muhalif bir oluş biçimini ve ona eşlik eden duygulanımları, görme ve bilme biçimlerini üretip üretemeyeceğini de henüz bilmiyoruz. Fakat söz konusu olan, hor görme, haysiyet ve “fark yaraları” açma, borçlandırarak ve muhtaç bırakarak boyun eğdirme olduğunda, Ulus Baker’in öncüsü olduğu körotonomedya sitesindeki görselde yer alan bir araba arkası yazısını her zaman akılda tutmakta fayda var: “ezilenlerin öfkesi yaman olur!”.
DİPNOTLAR
[1] Haber için bkz., http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/28294222.asp, 25 Şubat 2015, indirilme tarihi, 19.05.2015.
[2] Bu konuda sayıları, sayılara dayalı yaklaşımın tipik bir örneğini vermeden kullanan Balaban, Türkiye’de sosyal içerme uygulamalarını tartıştığı makalesinde, kapsamlı bir şekilde bu rakamların doğruluğunu tartışıyor. Balaban’a göre, Dünya Bankası’nın yoksulluk üzerine benzer bir çalışması, aynı rakamlar üzerine farklı sonuçlar ortaya koyuyor. Yine Türkiye’de ortanca gelirin %60’ının altında yaşayanların 2006’dan 2013’e artış-azalış oranına baktığımızda (%25’den %22,3’e) rakamlar hiç de iç açıcı değil. Kısacası, Türkiye, sosyal yardımlar vasıtasıyla yoksulluğun etkilerini azaltma çabasında benzeri ülkelerle kıyaslandığında son derece başarısız durumda. Ayrıntılar için bkz., Balaban, U., (2014), “Türkiye ve Avrupa Birliği’nde Sosyal İçerme Uygulamaları: 2000’li Yıllara İlişkin Karşılaştırmalı Bir Değerlendirme”, Mülkiye, Sayı 38 (1).
[3]Alternatif bir yoksulluk kavramlaştırması için Bkz., Yılmaz, Z. (2011), “Yoksulluğun Ontolojik kavranışı: Maddi-sembolik süreçler bütünü olarak yoksulluk ve yoksulluk çalışmalarında tekniğin perdesini aralamak, Toplum ve Bilim, 112.
[4]Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın 2014 Faaliyet Raporu’na göre, 2.274.182 hane periyodik sosyal transferlerden yararlanırken, 1.892.656 hane geçici sosyal transferlerden yararlanıyor. Yaşlılık ve engelli maaşı hak sahiplerinin sayısı 1.300.377 kişi. Sadece kömür yardımından yararlanan aile sayısı ise 2.149.272. Bkz., Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ABSP), (2014), Faaliyet Raporu, http://sgb.aile.gov.tr/duyurular/aile-ve-sosyal-poltikalar-bakanligi-2014-yili-idare-faaliyet-raporu.
[5] Candaş, A. ve Buğra, A. (2011), “Change and Continuty Under an Ecelectic Social Security Regime: The Case of Turkey, Middle Eastern Studies, 47: 3, 515-528.
[6] Tuğal, C. (2012) “Fight or Acquiesce? Religion and Political Process in Turkey’s and Egypt’s Neoliberalizations”, Development and Change, 43 (1): 23-51.
[7] Sezgin Tüzün’ün çalışmaları bu bağlamda oldukça fikir verici. Bkz., Tüzün, 2012, bianet. http://www.bianet.org/bianet/siyaset/139325-akp-oylari-nereden-geliyor, indirilme tarihi 19.05.2015.
[8] Auyero, J., (2001), Poor People’s Politics, Durham &London: Duke University Press. s.16.
[9] Auyero, J, Agk, s.23.
[10] Sennett, R. (1992), Otorite, K. Durand (çev.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[11] Erdoğan, N., vd., (2007), Yoksulluk Halleri, Türkiye’de Kent Yoksulluğunun Toplumsal Görünümleri, İstanbul: İletişim Yayınları.
[12] Fatih Pınar’ın röportajı için bkz. T24, http://t24.com.tr/video/vura-vura-bizi-buktuler-egildikcene-egildik,138.
[13]Singer, A. (2012) İyilik Yap Denize At, Müslüman toplumlarda Hayırseverlik, A. Özdamar (çev.), İstanbul: Kitap Yayınevi.
[14] Yılmaz, Z., (2014), “AKP ve Devlet Hayırseverliği: Minnet Ekonomisi, Borç Toplumu ve Siyasal Sermaye Birikimi”, Toplum ve Bilim, sayı 128. s.56.
[15] Yılmaz, Z., (2014), Agk.
[16] Karahanoğulları, Y. (2012) “Neo-liberal Popülizm: 2002-2010 kamu maliyesi, finans, dış ticaret dengesi ve siyaset”, Toplum ve Bilim, sayı 123. s.133-134.
[17] Albayrak, Ö. (2013) “Türkiye’de Reel Gelirlerin Gelişimi, 2003-2010”, İsmail Türk’e Armağan, D. Çubukçu (der.), Ankara: Mülkiyeliler Birliği.
[18] Yılmaz, Z., (2014), Agk. s.62.
[19] Yılmaz, Z., (2014), Agk.
[20] Wacquant, L., (2009), Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity, Durham and London: Duke University Press.
Castel, R., (2003), From Manual Workers to Wage Laborers: Transformation of the Social Question, New Brunswick: Transaction Publishers.
[21] Buğra, A. And Keyder, Ç., (2006), “The Turkish welfare regime in transformation”, Journal of European Social Policy 0958-9287; Vol 16(3): 211–228
[22] Bu bağlamda İşeri’nin kentsel dönüşüm süreci ekseninde yoksullarla yapmış olduğu görüşmeler oldukça fikir verici. Bkz., İşeri, G. (2015), Ateşin ve Sürgünün Gölgesinde, Ankara: Nota Bene Yayınları.
[23] Necmi Erdoğan’ın kitabı bu konudaki temel başvuru kaynağı olma özelliğini korumaktadır. Bkz., Erdoğan, 2007, Agk.
[24] Hayat tarzı siyaseti ve paternalizm üzerine bkz., Aytaç, A. M. (2014), “Hayat Tarzı Siyaseti ve Türkiye’de Paternalizm, Yasaklanan Farklılıklar, AÜ. SBF. İnsan Hakları Merkezi ve İnsan Hakları Ortak Platformu, Sempozyum.