En güçlü algı operasyonu, ‘algı operasyonu’ ifadesinin bizzat kendisidir. Bu operasyon, neyin nasıl düşünülmesi gerektiğine ilişkin olarak bir gerilim yaratıyor; düşünmenin sınırlarını belirliyor ve genellikle bunun karşısındaki eğilim de sınava çağrılmış bir zekânın ne kadar aldanmaz olduğunu göstermeye dönük bir eğilimi olarak beliriyor. Baştan çıkarıcı bir ideoloji bu. Bunun ayartmasına direnmek gerekiyor. Aksi takdirde hayat ve hayatlar birer bilmeceye dönüşüyor ve bu hayatla ve hayatlarla kurulan ilişki de şifre çözmeye yönelmiş bir kötü detektifin ‘gerçeklikle’ kurduğu ilişkinin benzeri bir ilişki halini alıyor. Gerçek aşırı-gerçeğe dönüşürken, ‘yaşayanlar’, kendi hayatlarının öznesi olmaktan çıkmaya başlıyorlar. Ve elbette bu da bir yerlerde bizim yerimize düşünülmüş olanla idare etmeye başlamamız anlamına geliyor.
Bu durumun ilk sonuçlarından bir tanesi, geleceğin kendisini bizatihi geçmiş haline getirmesidir. Yeni yönetimsel paradigma, artık yalnızca geçmişin gasp edilmesiyle, geçmişe dair mitler üretip gerçekte olup bitenleri bu mitlerin arkasına saklamakla yetinmiyor; geleceğe dair de mitler üretiyor. Eskiden ‘şimdi’yi geçmişten kaçırarak mutlaklaştırmak biçiminde işlettiği stratejiye, şimdi bir de ‘şimdi’yi gelecekle ilişkisiz kılarak mutlaklaştırmak yönünde bir strateji daha eklemiş durumda. Geleceğe ilişkin mitler de ‘şimdi’nin üzerini örtüyor. Bir fenomen olarak, bir tahayyül tarzının cisimleşmesi olarak Fuat Avni’nin zihinlerimiz üzerinde yarattığı tahribatı düşünmek bile yeterli. Ya da Kürtler olarak neremize koyabileceğimizi bilemediğimiz, hatta neremizin acımakta olduğunu dahi kestiremediğimiz bir acı karşısındaki tutumlarımızı bile ‘sömürgeliliğin’ emareleri olarak okumakta tereddüt etmeyen kimselerin varlığı… Hepsi birden ‘şimdiki’ halin sürdürülmesi arzusunu açığa vuruyor; gerçek bir erişim olanağına asla sahip olamadığımız, mitlerin arkasına saklanmış bir ‘şimdi’.
Bu mitlerin inşa süreci, Kant’ın kendi çağdaşlarına dönük bir eleştirisi aracılığıyla açıklığa kavuşturulabilir. “Anlama yetisinin kategorileriyle iş görüyormuşçasına iş görmeye kalkışıyorsunuz idelerle” diyordu Kant. Bugün de olan biten buna benziyor biraz. Kavramlarla iş görüyormuşçasına iş görmeye kalkışıyoruz imgelerle. Aşırı mantıksallaştırma denilebilecek bir tutum içerisinde, birbirleriyle doğrudan hiçbir ilişkisi olmayabilecek olguları, sanki aralarında son derece güçlü bir bağ varmışçasına tahayyül etmeye yöneliyoruz. Örneğin Adıyaman’da, bir uzman çavuşun hayatını kaybettiği, iki uzman çavuşun da yaralandığı çatışmanın, Suruç’taki katliamla hiçbir ilgisi olmayabilir ve gerçekte yoktur da. Bu bağı kuran şey fantezidir. Bu fanteziyi dağıtalım. Olan biten şu: Söz konusu bölgede altı kişilik bir gerilla grubunun olduğunu sağır sultan biliyordu. Üstelik arazi arama taraması yapan askerler de bundan haberdardı. Bir tür sürekli yer değiştirme oyunuyla, birbirlerini görmezden gelme hali içindeydiler. Bölgedeki bir time sonradan komutan olarak gönderilen bir uzman çavuş, ısrarla yakaladığı bir izin peşine düşüyor; timini gerillaların bütün uyarılarına rağmen, ormanlık alana doğru sürüyor ve tam ortalarına düşürüyor. Hatta kendi emri altındaki askerlerin bile bir ateşkes durumu olduğu biçimindeki sözlerine kulak asmayarak yapıyor bunu. Öldürmek üzere ilk ateş eden de kendisi, hayatını kaybeden de. Görgü tanıkları, bundan sonrasında gerillaların sadece mevzilere ateş ettiklerini, insanları hedeflemediklerini söylüyorlar. Fakat imgelem boş durmuyor; bu olayı derhal Suruç’la bağıntılandırıyor. ‘Büyük resmin’ peşinde! İşte Fuat Avni aklının -ki bizzat devlet aklıdır- yarattığı tahribat böyle bir şey. Düşüncenin ve düşünmenin iptal edilmesiyle, imajlara teslim edilmiş bir zihin…
Elbette bunun kapitalist modernite ile doğrudan bir ilgisi var. Guy Debord, “modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamının gösterilerin uçsuz bucaksız birikimi olarak göründüğü ve dolaysızca yaşanmış her şeyin, yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmış olduğu” saptamasında bulunuyordu; “Yaşamın her bir boyutundan kopmuş olan imajlar, bu yaşamın birliğini yeniden kurmanın artık mümkün olmadığı ortak bir akışta kaynaşır. Kısmi olarak göz önüne alınan gerçeklik, ayrı bir sahte-dünya olarak, salt seyrin nesnesi olarak kendi genel birliğinde sergilenir.”[1] Bu sahte-dünya, ömürlerimizin yaşanılacak bir yer ve zaman dilimi oluşunu iptal ederek, bizzat ömürlerimizi seyirlik bir nesne haline getiriyor. Walter Benjamin’in deneyimlerimizin elimizden alınması, hatta gasp edilmesi olarak işaret ettiği olgudur bu. Burada karşımıza adeta öznesiz bir fetih ve ilhak durumu çıkıyor. Öyle ki Feuerbach iman sahibi bir Hıristiyan olarak bu fetih ve ilhak’a karşı şunları söylemişti: “Çağımızın tasviri nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğine kuşku yoktur. Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça, çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar; öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır.”[2]
Dinsel boyutla ilgili bu konuma, en son, İtalyan siyaset felsefecisi Giorgio Agamben işaret etti. “Tanrı ölmedi, paraya dönüştü” başlıklı bir mülakatta, Agamben, finans kapitalden yükselen “Ne pahasına olursa olsun Avro’yu kurtarın” seslenişini ele alarak şunları söylüyordu: “Eh, kurtuluş dinsel bir kavram, fakat ‘ne pahasına olursa olsun’ ne anlama geliyor? İnsanların hayatlarını feda etmek pahasına bile mi? Yalnızca dinsel bir perspektif (ya da daha doğrusu sözde-dinsel bir perspektif) içerisinde böylesine saçma ve insanlık dışı beyanlarda bulunulabilir.”[3] Bu durum, dinsel tutum da dahil olmak üzere, bütün deneyimlerimizin bizim yerimize ve nesnel bir biçimde, bir başkası tarafından oluşturulduğuna işaret etmektedir: Öznel deneyim alanlarımızın nesneler ve nesnelerin sahte deneyimi tarafından doldurulmasına. Debord olsa, buna, muhtemelen “Kendimizle, hayatla ve başka insanlarla kurduğumuz her türlü ilişkinin metanın biçimini alması” adını verirdi; dolaşımdaki metanın seyri ve bu seyrin gerçekte son derece pornografik bir biçim yaratması… Metaya yönelik görüşümüz, onu görme halimiz, görme biçimimizin bu seyir tarafından yeniden inşa edilmesine neden oluyor ve böylelikle kendimizi ve başkalarını gerçekte hiç göremeyeceğimiz açılardan görme ayartısına kapılıyor, insanlara da metaya baktığımız gibi bakmaya başlıyoruz. Çıplak deneyimlerimiz bu görme halini reddettiği oranda da deneyimden ‘görmeye’ kaçıyoruz. Pek çok insanın kendi sevişmelerini kamerayla kaydedip seyrettikleri bir dünyada yaşıyoruz artık. Deneyimin gerçek arzu ve hazzının görmenin sahte zevkine terk edildiği bir dünya… Lacancı bir terminolojiyle dile getirirsek, “zevk uğrağına savrularak arzuyu terk etme” olarak adlandırılabilecek bir durum… DAİŞ çetelerinin görsellikle kurduğu ilişkinin de bu durumla mantıksal bir birliği var elbette. Bu mantık, başka bir insanlık durumuna, aslında bir tür mucizeye yönelik arzuyu iptal etmek üzere çalışıyor ve her şeyi fantastik bir gündeme kaydederek işlevleniyor.
Bu türlü bir kayıt altına alış çalışmasını, Kürt siyaseti daima boşa çıkarmayı becermiştir. Çünkü Kürt siyasetinin temel ilkelerinden biri, ne olursa olsun kendi gündemini asla terk etmemektir. Fuat Avni/devlet aklının kabullenemediği ve boşa düşürmeye çalıştığı şey de daima bu olmuştur. Bu akıl, bariz bir kolonyal arzuyla, genel olarak Kürt Hareketini, özelde ise HDP’yi ve PKK’yi asla kendi gündemlerine sahip olamayacak, her türlü manipülasyona son derece açık ‘yarım akıllılar’ olarak görür ve sunar (öyle görmese bile öyle sunar). Kendi seçmenlerinin temel fantezisini canlı tutmanın en önemli aracıdır bu. Ama yalnızca kendi seçmeninin mi? Şu satırları bir Facebook yorumundan aktarıyorum, imlasını düzelterek:
“Gösteriyor ki Kandil, çözüm sürecini bitirerek Erdoğan ile anlaştı. Bu demek oluyor ki HDP artık etkisiz bir eleman. Önemli soru şudur: Erdoğan bunun karşılığında ne teklif etti? Henüz bilmiyoruz. Ayrıca HDP içinde yer alan bazı kişiler, hala Kandil tarafında yer almaktadır. Biliyoruz ki MHP’den oy toplamanın tek yolu terördür. Erdoğan bunu çok iyi biliyor. Ayrıca Öcalan’ın, Demirtaş hakkında çözüm süreci görüşmeleri esnasında “Bu çocuğu bir daha buraya getirmeyin” dediğini de biliyoruz. Buna ilişkin olarak, çözüm sürecinin önceliği Öcalan’ın özgürlüğünü esas aldığı düşünüldüğünde, terör eylemleri karşılığında, Erdoğan bu özgürlüğü vaat etmiş olabilir mi?”
Mideniz kalkmasın, kalktıysa indirin. Bunun üzerine kafa yormak zorundayız. Basit bir “Her şeyi çözmüş ergen atarlanması” değil bu. Son derece güçlü bir ideoloji çalışıyor burada. Erdoğan kendisine tapanların da kendisinden nefret edenlerin de aklını aynı ölçüde ve yapısal bakımdan aynı sonuçlara yol açacak biçimde zehirlemeyi beceriyor. Fakat nasıl? Gerçekten bu kadar becerikli olabilir mi? Sorunun yanıtını kendi deneyimlerim içerisinden vereyim. Üç yıldır Adıyaman Üniversitesinde çalışıyorum. Buraya ilk geldiğim zamanlarda, dinsel cemaatlerden birinin bir parçası olan teyzem –evet, öz teyzem, annemin kız kardeşi– beni ziyaret edip, kocasını kastederek, Hoca’nın, beni burada barındırmayacaklarını düşündüğünü söylemişti. Ardından da gözlerimin içine bakarak, hiç utanmadan, “Ama adam olursan bir şey olmaz” demişti. İşin püf noktası “adam olmak”ta; bu son derece biyo-siyasal bir evreni anlamak zorunda olduğumuz anlamına geliyor. Kimin insan olduğuna ve kimin olmadığına, kimin ‘kendisine her şeyin yapılabilir’ olduğuna karar veren, bu karar verme gücünü ve cüretini de mevcut siyasal (!) eklemlenme kipinden alan bir tutum bu. Fakat bu tutum, ne ara bu kadar arsız ve böylesine bir edepsizlikle, teyzem kadar yakınıma geldi? Lamsız cimsiz, bunun kapıları Sivas’ta açıldı.
Türkiye’nin antropolojik öğeleri Sivas’la birlikte yeniden eklemlendi. “Sivas’ta katledilenler Adam olsalardı başlarına gelmezdi bu”. Sistematik ve programlı bir biçimde, yeni bir öznelik kipinin üretiminde devreye giren söylem böyle bir söylemdi. Bu söylemde, kötülüğün sıradanlığından öte bir durum söz konusudur artık: Kötülük yoktur! Katledilenlerin katlini doğuran şey, bizzat kendi adam olmamaları durumudur. Madımak’ta insanlar yanarak can verdiyseler, kötülük kendi belasını bulduğu içindir; yoksa olan bitenden kimse sorumlu değildir. 1993’te AKP’nin iktidarda olmadığını da hatırlamalı elbette.
Ve tabi elbette bir kutsallık biçiminin de bu yeniden eklemlenme durumu içerisinde devreye sokulduğunu da unutmamak gerekiyor. Yeni antropolojik biçim, kaçınılmaz bir şekilde, köklerini kutsalın toprağına salıyordu/salıyor. Fakat ilginç bir biçimde, Skolastik dönemin teolojisi, artık modern bir ideoloji olarak çalışıyor. Söz konusu teoloji, yoğun bir Platon etkisiyle, ‘kötülüğe’ varlık statüsü tanımak istemediği için, kötülüğü bir yokluk olarak tasavvur ediyordu. Basitçe Tanrı’nın yokluğuydu kötülük, yoksa kendi başına var olamazdı. Bu bir modern devlet ideolojisine dönüştüğünde, ‘kötülüğü’ yoklaştırır; bu ideolojiye göre kötü kendi belasını bulmaktadır.
Bizzat kötü olup da kendine kötülüğü konduramayanda çalışır bu ideoloji. Her türlü self-refleksiyonun, kendisine başkasının gözünden de bakabilmenin ve özeleştirinin imkânlarını bertaraf ederek… Sürekli krizdedir bu türlü bir kimlik ve gerçekleştirdiği fakat sahiplenmediği kötülükleri de hep bu krize verilmiş yanıtlardan oluşmaktadır. Fakat adı üzerinde; ideoloji… Hakikati ters yüz edip, kendi krizini başkasının kriziymiş gibi sunarak kendisini olumlayabiliyor ancak. ‘Ötekileştirme’ adlandırmasının açıklamaya yetersiz kaldığı bir durum bu. Egemen kimliğin, her kriz durumunda, kendi fantastik bütünlüğünü muhafaza edebilmesi için, kendi krizini üzerine yıkacağı ‘kurbanlara’ gereksinimi var. Bu nedenle egemen kimlik ‘ötekiler’ değil, potansiyel kurbanlar üretiyor. Egemen kimlik, kendi iç ayrımlarını yitirdiği her seferinde, kimliğini ve özdeşliğini muhafaza etmesini sağlayacak ayrımları, kendisinin dışında arıyor. Kürt Sorunu çözüldü çözülecek biçimde beklediğimiz dönemde, iktidar tarafından Alevilerin yeni potansiyel kurbanlar olarak inşa edilişlerine dönük işaretleri hepimiz gördük. Kendi teolojik krizini Alevilere yıkmaya çalışan bir dinsel söylem, kendi yurttaşlık krizini Alevilere yıkmaya çalışan bir siyasi söylem vs.
Bugün tanık olduğumuz durum da kendi yönetim krizini Kürtlerin sırtına yıkmaya çalışan bir hükümet söylemidir. Her türlü sorun karşısında, sorunun sorun olmaklığını muhatabının üzerine yıkarak, gerçek anlamda hiçbir sorumluluğun altına girmeyen İslamcı söylem (buna gerçekten söylem denebilir mi, bundan da pek emin değilim doğrusu), kendi kriz potansiyelleriyle ve krizleriyle, hiç yüzleşmiyor böylelikle. Bunları hep kendisinin dışına atıyor, nasıl olsa bir yüklenen olur rahatlığıyla.
Gerçekte bir süreç de olmayan sürecin kesintiye uğramasıyla, herkesin gözleri Kürt Hareketine dönmüştü. Elbette bunun nasıl karşılanacağına ilişkin her türlü spekülasyon kehanet niteliği taşıyordu; fakat emin olunması gereken bir olgu vardı, var: Kürt Hareketi, kendisinin olmayan bir krizi kendi kriziymiş gibi üstlenmeyecek kadar siyasal tecrübe ve birikimin sahibidir. Zaten bu hususta da hem HPG kanadından hem de HDP kanadından yeterince güven verici açıklamalara ve tutumlara tanıklık ettik. Emin olunsun ki HPG savaş kabiliyetinin ve potansiyelinin onda birini bile sahaya yansıtmış değil. Elbette bunun bir nedeni var. Her şey bir kenara, pek de aceleci tutumlar geliştirmediklerini gösteriyor bu.
Son bir söz, Yalçın Akdoğan’a… Hatırlanırsa, HDP’ye vurmak için Kandil’dekilerin HDP’lilerden daha makul olduğunu söylemişti. Selahattin Demirtaş’ın yanıtı da “Biz de zaten bizden daha makul bulduğunuz bu insanlarla müzakere etmeniz gerektiğini söylüyoruz” biçiminde olmuştu. Aynı Akdoğan, bugün HDP ve Kandil’i toptan hedefe oturtarak, “Öcalan bunları sopayla kovalar” diyor. İnsan utanır, fakat haya nerede?
DİPNOTLAR
[1] Guy Debord, Gösteri Toplumu (çev. Ayşen Ekmekçi, Okşan Taşkent), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2012, 35.
[2] Aktaran Debord, a.g.y., 34.
[3] Bkz. https://ayrintidergi.com.tr/tanri-olmedi-paraya-donustu-giorgio-agamben-ile-soylesi/