Amerika’da Seçimler: Bernie Sanders ve Donald Trump Rüzgarı

Tam da geçen yıl bu sıralar Kasım 2016 Amerika başkanlık yarışında, Hillary Clinton ve Jeb Bush’un karşı karşıya geleceği tahminiyle ve Bill Clinton ve George H. W. Bush’un 1992’deki yarışına atıfla, medya üzerinde yeni bir Clinton/Bush çekişmesi ihtimali üzerinde duruluyordu. Ancak kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayan Vermont senatörü Bernie Sanders’ın Demokratlar; kasino, otel, emlak şirketleri sahibi işadamı Donald Trump’ın Cumhuriyetçiler adına aday adaylığı ve her iki adayın da ön seçimlerde şimdiye kadar gösterdiği beklenmedik grafik seçim atmosferini de değiştirmiş oldu. Trump ve Sanders’ın bu beklenmedik başarısının altında yatan dinamiklere, kampanyalarda öne çıkarılan ana başlıklara ve adaylar arasındaki temel tartışmalara değinmeden önce başkanlık için yarışacak ikiliyi belirleyecek ön seçimlerde gelinen son noktayı kısaca özetlemeye çalışalım.

Onun üzerinde Cumhuriyetçi aday adayının içerisinde favorilerden biri olarak gösterilen Jeb Bush’un ön seçimlerin neredeyse başlarında sayılabilecek bir dönemde ve bir diğer favori Marco Rubio’nun senatörü olduğu eyalet Florida’da uğradığı hezimet sonrasında yarıştan çekilmesi derken Donald Trump, Texas senatörü Ted Cruz ve Ohio valisi John Kasich’le birlikte üç kişi olarak kaldıkları yarışı hali hazırda önde götürüyor. Kasich, yarıştan çekilen Rubio’nun dahi gerisinden gerisinden gelirken ve eyaletlerin yarısından fazlasının sonuçlarının alındığı ancak özellikle henüz seçime gitmeyen California ve New York gibi eyaletlerin kilit önem taşımasına karşın, şimdiye kadarki performasının seyrinde bir değişiklik olmaması halinde Cruz’un Trump’ı yakalaması da pek olası gözükmüyor. Cumhuriyetçi adaylar arasında yürütülen tartışmalarda ve kampanya süresince yapılan diğer konuşmalarda Trump’ın yaptığı çıkışlar başlarda Demokrat seçmenler arasında espri konusu olsa da, adaylığa en yakın isim konumuna gelmesiyle birlikte işin ciddiyeti de değişmiş bulunuyor.

Demokratların ise altı kişi ile başladığı, üç adayın çok başlarda, ekim ve kasım ayında çekildiği yarışta yine oldukça geriden takip eden eski Baltimore valisi Martin O’Malley’in de şubat başında çekilmesiyle birlikte yarış halihazırda Bernie Sanders ve Hillary Clinton arasında yürüyor. Son olarak Washington, Alaska ve Hawaii’deki önseçimleri üst üste ve farkla kazanan Sanders, Clinton’la arasındaki taahhüt edilmiş delege sayısını 200’e kadar düşürmeyi başarmış bulunuyor. Ancak her ne kadar Sanders’ın Clinton’u yakalaması pek mümkün gözükmese de, senaryolara göre geriye kalan eyaletlerde oyları 60% oranında kazanması durumunda yarışı önde bitirebilir. Özellikle henüz ön seçime gitmemiş California ve New York gibi çok sayıda delege veren eyaletlerden gelecek sonuçlar Bernie Sanders ve destekçileri için önem taşıyor. Fakat Clinton’un Obama’ya karşı yürüttüğü 2008 yarışında bu iki eyaleti de kazandığı, üstelik Obama’nın destekçisi siyah nüfusun bu seçimlerde büyük oranda Clinton’un arkasında kümelendiğinin altını çizersek Sanders’ın işi pek kolay değil.

Sanders’ın işini zorlaştıran en önemli etkenlerden biri ise, kendi kampanyasını da karşıtlığı üzerine kurduğu Amerika’nın çok yüksek meblağlarla dönen seçim kampanyası sistemi. Adayların doğrudan bağışlarla para topladığı ancak bir kişi ya da kurumdan aldığı miktarın 2700 doları aşmasını engelleyen sistemin etrafından dolaşılmasına imkan tanıyan PAC’ler (Political Action Comittee) seçimlerin gidişatına müdahale etme anlamında büyük önem taşıyor. Geleneksel PAC’ler, kişilerin limitsiz olarak aktardığı paralarla, seçim dönemlerinde kurulan websiteler ve reklamlar aracılığıyla algı yönetimi konusunda oldukça etkililer. Her ne kadar Federal Seçim Komisyonu’na göre PAC’lerin doğrudan bir adayla ya da partiyle bağlantılı olması yasak olmasına karşın, hangi PAC’in hangi kampanyayla bağlantılı olduğu çok açık biliniyor ve adayların isimleriyle alınıyor. Geleneksel olan PAC’lere ek olarak, 2010’da kurumların da kişi olarak tanımlanmasıyla birlikte büyük şirketlerin limitsiz para aktararak kampanya müdahilliğine olanak sağlayan Super PAC’lerle birlikte işin seyrinin radikal biçimde değiştiği de bir önceki seçimlerden itibaren önemli bir tartışma konusu. Center for Responsive Politics’e göre 2012 seçimlerinde Super PAC’ler aracılığıyla 800 milyon doların üstünde para toplanırken, bu seçimlerde şimdiye kadar rapor edilen gelir 600 milyon doların üzerine çıktı[1]. Bu noktada, Super PAC’i olmayan tek adayın Bernie Sanders olduğunun ve topladığı bağışların ortalamasının 30 dolar civarında olduğunun altını çizelim.

PAC’ler ya da Super PAC’ler aracılığıyla yapılan bağışların listeleri bize hangi adayın arkasında nasıl bir sınıfsal destek olduğu ve sınıf içi kesimler arasındaki tercih farklılığını anlamak açısından da ışık tutuyor.  En magazinsel isimle başlarsak, geçen seçimlerde Obama’nın, ve şimdi Clinton’un destekçisi Priorities USA isimli PAC’in bağışçı listesinde geçen yılın haziranında bir, aralığında altı milyon dolarlık bağışıyla ünlü spekülatör yatırımcı George Soros’un ismi göze çarpıyor. Medya şirketi sahibi Haim Saban, Hyatt otel zinciri sahibi Pritzker ailesi, 2015’in en büyük vergiden kaçınma soruşturmalarının birinin altında bulunan hedge fon yatırım şirketi Renaissance Technologies sahibi James Simons, DreamWorks animasyon şirketi kurucuları Steven Spielberg ve Jeffrey Katzenberg, uyguladığı değişken faizli mortgage kredisiyle 2007-8’de yaşanan finansal krizin mimarlarından biri olarak gösterilen ancak kriz arifesinde satışa çıkarılan Golden West finans şirketinin kurucusu Herbert Sandler, yine finans alanından Paloma Fonları şirketinin kurucusu Donald Sussman  gibi isimler de PAC’in başlıca diğer bireysel bağışçıları olarak sayılabilir.

Yine Hillary Clinton’un 2008’e kadarki kariyeri boyunca yapılan bireysel bağışçılarının bağlı bulunduğu kurumların listesine bakıldığında Citigroup, Goldman Sachs, JP Morgan, Morgan Stanley, Lehman Brothers gibi dev finans firmalarının ağırlığı görülebilir. Ancak PAC’ler aracılığıyla kayıtlı bulunan bu bağışların dışında yollarla da Clinton’un finans kapitalin desteğini aldığı biliniyor. Sanders’ın kampanyası boyunca özellikle konusunu ettiği gibi, Clinton’un Goldman Sachs’te ABD Dışişleri Bakanlığı sıfatıyla yaptığı üç konuşmadan 675 bin dolar alması örneklerden bir tanesi. Kısaca özetlemek gerekirse, Obama’nın seçim yarışında olduğu gibi bu seçimde de finans kapitalin tam desteğinin Demokratların, ama özelinde tabi ki Sanders’ın değil, Clinton’un arkasında kümelendiği görülüyor.

Tam da bu noktada Bernie Sanders’ın yürüttüğü kampanya özellikle Wall Street’i hedef almasıyla büyük önem taşıyor. Kendini demokratik sosyalist olarak tanımlayan Sanders’ın üretim araçlarının mülkiyetine dair bir tartışma yürütmemesi, özellikle eriyen orta sınıfa ilişkin atıfta bulunması ve örnek model olarak Danimarka, Norveç ve İsveç gibi ülkeleri göstermesi nedeniyle sosyalist değil sosyal demokrat olarak sayılması gerektiği, savaş karşıtlığı yanında belirgin bir dış politikaya sahip olmaması ve adaylık yarışını kaybederse seçmenleri Clinton’a oy vermeye davet etmek durumunda kalacak olması Amerika solunda da cılız tartışmalara yol açsa da, antikomünizmin bu kadar güçlü olduğu bir ülkede, Bill Clinton’un başkanlığından beri tanınan, 2008’de Obama karşısında seçim yarışında bulunan Hillary Clinton gibi popüleritisi yüksek ve arkasında güçlü finansal destek bulunan bir adayın karşısında sosyalist olduğu iddiasıyla ve Wall Street karşıtlığıyla kampanya yürütülmesini hafife almamak gerek.

Üstelik Bernie Sanders’ın adaylığının Demokratlar ve Demokrat eğilimli medya kanalları tarafından da pek sevinçle karşılanmadığı açıkça görülüyor. Demokratların Cumhuriyetçilerden farklı olarak uyguladığı taahhüt edilmemiş süper delege sistemine göre, hali hazırdaki meclis üyeleri, senatörleri ve valileri, istediği adaya oy verebiliyor, fakat önseçimlerde kazanılmış taahhütlü delegelerden farklı olarak, gidişata göre destekledikleri adayı değiştirebiliyorlar. 712 super delegenin şimdiye kadar yalnızca 31’inin Sanders’a desteğini ifade etmesi, Sanders’ın, her ne kadar seçimlere kadar bağımsız olarak senatörlüğü kazanıp yürütse de, adına seçim kampanyası yürüttüğü partisi tarafından da destek görmediğinin önemli bir göstergesi. Sanders’ın Clinton’la aynı zamanda Washington DC seçimleri için resmi başvuruyu tamamlamasına karşın belgelerinin son başvuru tarihinden sonra işleme konularak oy pusulasında isminin yer almasının sıkıntıya sokulması, Clinton’a sağlanan seçmen veritabanının Sanders’a sağlanmaması gibi örneklerle rahatsızlığın listesi uzatılabilir.

Kendi seçim kampanyasında eğitime ve sağlığa yapacağı harcamaları artıracağının sözünü verdiği için sosyalistlikle “suçlanan” Obama’nın Sanders’ı Ronald Reagan’ın paradigmalarını değiştirmeye çalışan bir aday olarak tanımlaması, rahatsızlık duyulan Sanders’ın nasıl bir kampanya yürüttüğünü anlamak açısından aydınlatıcı olabilir. 7-8 dolar bandında bulunan asgari ücreti 15 dolara çıkarmak istemesi, gelir adaletsizliği sonucu giderek eriyen orta sınıfa iişkin çözüm bulunması, iklim değişikliğinin çözümüne yönelik gaz emisyonunda lider konumda bulunan firmalara karşı acil önlem alınması, yoğun hapislik oranına karşılık ırksal ayrımcılığı da ortadan kaldıracak ve polislere ilişkin düzenlemeyi içerecek biçimde adalet reformu yapılması gerektiği kampanyanın ana başlıklarından. Ancak, Wall Street karşıtlığı kampanyanın ana temasını oluşturuyor.

Her ne kadar Demokrat adaylar geleneksel olarak eğitim ve sağlık sistemine ilişkin vaatler de bulunsa da, Sanders’ın daha ileri giderek parasız eğitimi ve halihazırda yalnızca çok yoksul ve engelli insanların faydalanabildiği Medicaid sisteminin herkesi kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini savunması, kaynağı da açık bir şekilde ekonominin yüzde birine ve Wall Street’e uygulacağı ağır vergilendirme politikasıyla yaratacağını söylemesi Sanders’ın kampanyasının ayırıcı özelliği. Kurumlar üzerinde hali hazırda uygulanan verginin dahi yüksek bulunduğu ve arz yönlü neoklasik iktisadın ateşli savunucusu olan Cumhuriyetçilerin bu vergilerin düşürülmesi yönünde Demokratlara saldırı yönelttiği bir ortamda Sanders’ın vaadi elbette neşeleri kaçırıyor. Clinton çareyi önce “Sanders Medicaid’i kaldırmak istiyor” propagandasına başvurmakta bulsa da, Sanders’ın beklenenin üzerinde destek görmesi üzerine, seçim boyunca sık sık gösterdiği siyasi kaypaklığın bir örneği olarak, sonuçlara yaklaşılan bugünlerde olabildiğince Sanders’ın vaatlerine yakın bir söylem tutturuyor. Wall Street üzerinde düzenlemelere gideceğini ilan etmesi de bunun örneklerinden biri, ancak Sanders haklı olarak yüksek meblağlarda para aldığı bu kurumlara karşı nasıl faaliyette bulunacağı sorusunu yöneltiyor ve sorunun çözümü için politik bir devrime ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor.

Peki Sanders’ın kampanyası şimdiye kadar nasıl bir karşılık buldu? Özellikle gençlerin neredeyse yüzde 60 oranında Sanders’ı desteklediği biliniyor. Bunda üniversiteye girebilmek için yüklü miktarda ve yüksek faizle aldığı öğrenci kredilerinin yarattığı ve gençler arasındaki işsizliğin yarattığı gelecek kaygısının, süregelen Amerikan politik sistemine yönelik biriken öfke ve bıkkınlığın payı yüksek. Ayrıca, kongrenin atıl olduğuna ve Cumhuriyetçiler ile Demokratlar arasındaki seçimin belirgin bir farklılık yaratacağına inanmayan kendini politik olarak daha liberal ya da Demokratların daha solunda konumlandıran insanları da oy vermeye ikna ettiği söylenebilir. Sanders’ın asgari ücrete yönelik söylemleri işçi sınıfı içinde olumlu bir etki yaratsa da, seçimlerde alınan tavır bakımından, sınıf çıkarları yanında eşcinsel evliliği, kürtaj hakkı karşısında “geleneksel değerler”in de işin içerisine girmesi dolayısıyla, genel bir eğilimden söz etmek pek mümkün değil. Ancak Sanders’ın kampanyasının ilginç bir şekilde siyah oylar açısından pek karşılık bulamadığı söylenebilir. Bu noktada her ne kadar hapishanelerin özelleştirilmesi ve yoğun hapislik oranı döneminde artsa da, Amerika’nın ilk siyahi başkanı olarak espri konusu edilen Bill Clinton’a siyahların duyduğu sempati büyük bir rol oynuyor. Cumhuriyetçilerin başa gelmesindense kazanabilirlikten yana tercihte bulunmaları, hala sempati duydukları Obama’nın Clinton’u destekliyor olması, kaba bir genellemeyle siyahların kiliseye daha bağlı bir komünite olarak Sanders’ın din, kürtaj, eşsincel evliliği gibi konulardaki görüşlerini antipatik bulmaları diğer etkenler olarak sayılabilir.

Cumhuriyetçiler içinse Cruz ve Trump arasında söylemlerinin ideolojik altyapısı ya da vardığı sonuç açısından bariz bir farklılıktan bahsetmek mümkün değil. Ancak Cruz sürdürdüğü politik kariyer doğrultusunda vaatlerini ya da iddialarını, ideolojik netliğinin de bir sonucu olarak kılıfına uydurma çabası içerisindeyken, Trump’ın kendi deyimiyle politik doğruculuğa ayıracağı vakti yok. Sorunlar net, çözümler basit. Neden Trump sorusuna da destekçilerinin verdiği yanıt, Trump’ın kimsenin söylemeye cesaret edemediğini açık yüreklilikle söylemesi: göç sorunu mu var, o zaman Meksika’yla aramıza duvar örelim; terör tehdidi mi var, Müslümanları ülkeden atalım, ISIS’i bozguna uğratana kadar bombalayalım; bir kadın illegal olarak kürtaj mı olmuş, cezalandıralım.

“Make America Great Again” sloganıyla kampanyasını yürüten Trump’ın Amerika’nın harika olmasının önündeki iç ve dış tehditleri tek tek tanımlayıp basitçe elimine etmesi, konuşma yaptığı salonlarda bir süredir gösteriye de dönmüş durumda. Salonda döviz gösteren bir protestocu, bir Müslüman ya da bir siyah mı var, Trump işaret ediyor, izleyicileri harekete geçirip salondan dışarı attırıyor. Üzerine eğer herhangi biri yumruklama girişiminde bulunursa yasal ücretleri karşılayacağının teminatını da veriyor.  Bu anlamıyla, sağ popülist söylemiyle Trump bilyonerliğini, Manhattan’ın tam merkezinde Trump Tower’ın yapımında illegal Polonyalı işçileri unutturacak bir şekilde birikmiş öfkeyi kullanarak ve tehditler karşısında yönlendirerek kaynaşmış bir kitle sağlamak konusunda başarıya ulaşmış gözüküyor.

Cumhuriyetçilerin tartışmasında her beş saniyeye bir terör kelimesi düşmesine ve Trump’ın da sıkça korku yaratmak ve Demokratlara, özelinde Irak Savaş’ındaki rolü nedeniyle Clinton’a saldırı argümanı olarak kullanmasına karşılık, göçmen bahsinde, Suriyeli göçmenlerin Amerika için bir sorun teşkil etmemesi bir faktör olsa da, özel olarak Meksikalıların altını çizmesi, yarattığı rüzgarın arkasında özel olarak ekonomik huzursuzluğun olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Sanders kampanyasında gelir eşitsizliğinin, yoksulluğun ve işsizliğin arkasındaki neden olarak bilyonerlerin, %1’in ve Wall Street’in altını çizerken; Trump kapitalist sistemin işleyiş mekanizmasını örtbas edecek şekilde, ucuz ve güvencesiz emek gücü kullanan, kendisinin de mensubu olduğu kapitalist sınıfı hedef tahtasından indirerek, Meksikalı işçileri ücret kırarak Amerikalı işçileri yerinden edenler olarak tahtaya çıkarıyor. Amerika’nın hangi yörüngede ilerleyeceğini ise, Bernie’yle birlikte tekrar canlanan Occupy Wall Street coşkusunu Bernie’nin ötesine taşıyabilecek ve politik bir hareketlilik etrafında toparlayabilecek imkanların yaratılıp yaratılamayacağı gösterecek.

[1] http://www.opensecrets.org/pacs/superpacs.php?cycle=2016