Ankara, 10:04…

Zor zamanlar yaşıyoruz, acının yazıya galebe çaldığı zamanlar… Ne yazarsak yazalım, yaşadıklarımızın yanında önemsiz kalacak gibi hissediyoruz. Yitirdiğimiz kardeşlerimizin anılarına gölge edecek bir izimiz olmasından çekiniyoruz. Öyle usulca, öyle için için yasımıza gömülelim istiyoruz… Ama bir yandan da sindiremiyoruz sessizliği. Yasımızı aşan bir isyan kasıp kavursun ortalığı ve arkadaşlarımızın katillerinden hesabımızı tek tek soralım istiyoruz. Barış için, eşitlik için, özgürlük için canı toprağa düşenler can olsunlar barışa, eşitliğe, özgürlüğe istiyoruz!.. Ölümün de, yaşamın da bir anlamı olsun istiyoruz!

Artık herkes görebiliyor ki AKP hikayesinin de, Erdoğan hükümranlığının da sonlarına yaklaşıyoruz. Yıllarca hesapsız bir cüretle, hukuksuz bir buyurganlıkla hükmedenler, kaçınılmaz sonlarını ertelemek için ülkeyi bütünüyle bataklığa çevirmek istiyorlar. Soygun, talan ve katliam düzenine karşı sesini yükseltenler sabah baskınlarıyla derdest ediliyor, direnenler polis kurşunlarıyla öldürülüyor. Sokaklara çıkanlar gaz bombalarıyla, basınçlı suyla dağıtılıyor. Koskoca şehirler gerici-faşist linç yığınlarının vandallığına bırakılıyor. Büsbütün bir Kürt coğrafyası “geçici güvenlik bölgeleri” ve “askeri güvenlik bölgeleri” adı altında zulmün, işkencenin ve cinayetlerin hüküm sürdüğü topraklar haline getiriliyor. Mitingler, kitle gösterileri insanlıktan çıkmış beslemelerin kitlesel kıyımlarının hedefi haline getiriliyor. Ölüyoruz, ölü bedenlerimiz parçalanıyor, ölü bedenlerimiz yerlerde sürükleniyor. Cehennem gibi günlerden geçiyoruz…

Meşruiyeti kendi avaneleri tarafından bile sorgulanır hale gelen Erdoğan, siyaseti kendine muhtaç hale getirebilmek için sürekli olarak pat durumuna kilitlemeye çalışıyor. Birbiri ardına gelen bitimsiz ve sonuçsuz seçimlerle ülkeyi yönetilemez hale getirmiş durumda ve bu siyasal tıkanıklığı kendisinin olağandışı kanunsuz konumunu meşrulaştırmak için kullanıyor. Bugün yaşadığımız genelleştirilmiş olağanüstü hal rejimi, 2010 yılından beri fiilen hüküm süren “anayasasızlaştırılmış bir devlet” pratiğinden “hükümetsizleştirilmiş bir devlet” pratiğine doğru geçişi de gözler önüne seriyor. Devletin hangi ediminden kimin sorumlu olduğunun belli olmadığı, tüm güçlerin birbiri içine girerek bulanıklaştığı, ekonomiden medyaya kadar her alanın kaotik bir biçimde yönlendirildiği bir iktidar pratiği deneyimliyoruz. Kaos, belirsizlik ve bulanıklık bu iktidar pratiğinin en karakteristik özelliği haline geldi. Kimliği belirlenmiş katliam zanlıları bile “kokteyl örgüt” olarak tanımlanarak, hiç kimse hiçbir şeyden emin olamasın isteniyor. İşledikleri suçlar bilinemesin, çaldıkları milyarlar hesap edilemesin,  azmettirdikleri cinayetler çözülemesin diye boz bulanık bir hükümranlık şebekesi yerleştirmek istiyorlar.

7 Haziran seçimlerinde HDP’nin barajı aşmasıyla meclis çoğunluğunu kaybeden AKP,  “çözüm sürecini” tek taraflı olarak sonlandırarak içinden geçtiğimiz sürecin işaret fişeğini ateşlemiş oldu. İktidarı kimseyle paylaşmak istemeyen AKP, seçim tablosuna neden olan koşulları tümden ters-yüz ederek yeni bir seçim sonucuna varmayı hedefledi. 5 ay gibi kısa bir sürede bu denli büyük bir siyasal alt-üst oluş yaratabilmek için de dehşetli bir kaosa imza attı. Geçtiğimiz seçimler öncesinde bu dergi sayfalarında yer alan yazılardan birisi “Bildiğimiz Seçimlerin Sonuncusu” başlığını taşıyordu. İşte o seçimden sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez kurulan bir seçim hükümeti eliyle, bilmediğimiz türden bir seçime gidiyoruz. Muhalefet partilerinin miting yapamadığı, televizyon ekranlarına çıkamadığı, billboardlarda yer almadığı bir seçim takvimi işliyor.

Anketler seçim sonuçlarının AKP’nin istediği radikallikte bir değişim yaratmayacağını gösteriyor. Fakat yaşadığımız deneyimler gösteriyor ki, yüzdelik oy hesaplarının kahredici hesaplarına takılmaksızın, bu karanlık iktidar şebekesinden kurtulabilmek için, bizlerin seçim sonuçlarını ve seçimleri aşan bir direniş perspektifiyle hareket etmemiz gerekiyor. AKP eliyle Erdoğan’ın siyasete atmaya çalıştığı Gordion Düğümünü çözmenin yolu, ortaklaştırılmış bir mücadelenin keskin kılıcını AKP hükümranlığına karşı savurabilmekten geçmektedir.

Doğru bir mücadele perspektifi ortaya koyabilmek için altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken AKP diktatörlüğünün kendine özgü karakteristiği bir yana, bugünün rejimini tanımlarken sıklıkla başvurduğumuz, “güvenlik”, “şiddet”, “polis”, “savaş” gibi kavramlar kapitalizmin en içkin öğeleridir. Walter Benjamin’in belirttiği gibi geleneğimiz ve deneyimlerimiz bize, içinde yaşadığımız “olağanüstü hal”in gerçekte kural olduğunu öğretmiştir. Kimi zaman örtük biçimde ve tebdili kıyafetle bulunsa da tarihimizin belirli momentlerinde, rejimin bu karanlık yüzü belirgin biçimde kendini açığa vurmaktadır. AKP’ye bakınca kiminin 90’lı yılları, kiminin 12 Eylül cuntasını, kiminin Menderesli yılları, kiminin ise tek parti rejimini görmesi ve aslında hepsinin birbirinin devamı olması şaşırtıcı değildir.

Ayrıntı Dergi’nin bu sayısında daha önceki sayılarından farklı olarak tematik bir dosya konusu yerine, “güvenlik”, “şiddet”, “polis”, “savaş” gibi kavramları “sınıf” mücadelesiyle ve “kapitalizm”le iç içe alarak derinlikli bir analiz olanağı yaratan Mark Neocleous’un “Savaş Erki, Polis Erki” kitabı üzerine değerlendirmelere yer verdik. Adı geçen kitap hakkında 20 Kasım 2014’te London School of Economics’te düzenlenen sempozyum için Illan Rua Wall, Caroline Holmqvist, Claudia Aradau, Yari Lanci tarafından yazılan 4 ayrı makale ve Mark Neocleous’un bu eleştirilere yanıtından oluşan bu bölümde “Barış ve Güvenlik”, “Kanun ve Düzen”, “Polis”, “Savaş” ve “Barış” gibi liberalizmin temel kavramlarını burjuva toplumunun organizasyonuyla birlikte ele alınıyor. Bu verimli tartışmanın hem günümüz Türkiye’sinin meselelerinin anlaşılabilmesi, hem de küresel kapitalist ilişkilerdeki genel eğilimlerin ortaya konulması bakımında önemli ip uçları sağlayacağına inanıyoruz.

Ayrıntı Dergi’nin gündem bölümü ise AKP’nin seçim sonrasında toplumun farklı kesimlerine yönelik uyguladığı baskı politikalarına ilişkin değerlendirmeler yer alıyor. Bu bölümde ilk olarak, son dönemde sıklıkla kullanılan ama herkesin farklı anlamlar yüklediği, iktidarınsa bulanıklaştırmaya çalıştığı “terör” kavramına ilişkin Yunus Yücel’in yazısına yer veriyoruz. Bu sayıda, Ankara Katliamı sonrasında kaleme alınan tek yazı olan bu değerlendirmede Yücel, terör kavramının ve eyleminin devlet açısından araçsallığı üzerine eğiliyor. Yücel’in bu yazısındaki değerlendirmeleri anlamlı kılacak iki ayrı yazıdan ilki Arman Yılmaz’ın “Geçici Güvenlik Bölgesi” ilan edilen ve günlerce sokağa çıkma yasağı uygulanan Cizre’ye gitmek için çıktığı yolculuktaki tanıklıkları ve gözlemlerini içeriyor. Selçuk Candansayar’ın sokakları teslim alan “cinnet” haline ilişkin toplumsal-psikolojik analizinde ise, Kırşehir’de yaşananlar ile gündeme gelen fakat aslında Türkiye’nin her yerinde her an karşılaşabileceğimiz bir cinnet durumunun nedenleri sorgulanıyor. Dağhan Irak’ın sosyal medya üzerine yazısı, güncel siyasal meselelerin dijital ortamdaki politik temsillerini ele alıyor. Bu bölümdeki son yazımızda ise hızla değişen gündem arasında kaybolup giden Yeşil Yol Direnişine yer veriyoruz. Sinan Erensü yazısında hem AKP’nin “altyapı” konusuna olan ilgisinin ekonomi-politiği hem de buna karşı direnişin mecralarına yer veriyor.

Ayrıntı Dergi’nin Politika-Dünya bölümünde küresel dünyanın en yaygın meselesi olan Mülteci Sorunu üzerine iki yazı yer alıyor. Almanya’dan yazan Çağrı Kahveci, Avrupa’ya kaçak yollardan ulaşmaya çalışan milyonlarca kişiden biri olan Hesham’ın hikayesinden yola çıkarak “göç” ve “mültecilik” kavramlarının ve eylemlerinin politik anlamlarını sorguluyor. Bülent Özçelik ise yazısında dünyayı boydan boya kat eden göçmenlere ilişkin misafirperverlik değil, gerçek ve insancıl bir göçmen politikası oluşturulması önerisi sunuyor. Devlet, sınır, yurttaşlık gibi uluslararası ilişkilerin temel kavramlarını sorgulayan bu yazıları derginin Politika-Teori kısmında yer alan Clemens Hoffmann’ın Marksizm ve Uluslararası İlişkiler makalesiyle beraber okumak, uluslararası ilişkiler teorisine ilişkin bilindik ezberlere yeni boyutlar getirmek bakımından faydalı olacaktır. Bu bölümün son yazısı ise İngiltere İşçi Partisi başkanı seçilerek büyük bir ilgi ve merak yaratan Jeremy Corbyn üzerine. İngiltere’den Onur Yıldız’ın kalem aldığı bu incelemede Corbyn’in yükselişi ve sosyal demokrasinin yeni dönemi üzerine değerlendirmeler yer alıyor.

Derginin eleştiri bölümünde üç kitap yer alıyor. İlki evrimsel biyolog Yuval Noah Harari’nin insanlığın evrimine ilişkin önemli kitabı “Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens” kitabı üzerine Toygar Sinan Baykan’ın incelemesi. Mahmut Eşitmez’in yakın zamanda Ayrıntı Yayınları tarafından basılan distopik romanı “Liberhell” üzerine ise Doğuş Sarpkaya kapsamlı bir değerlendirmesiyle sayfalarımızda yer alıyor. Bu sayımızdaki bir diğer eleştiri ise Şirin Cemgil’in eşi Sinan Cemgil’le anılarını içeren “Sinança” kitabıyla ilgili Ali Bulunmaz’ın kaleme aldığı yazı. 1960-1975 yılları arasındaki Türk sinemasında çocuk yıldızlı filmlere ilişkin Demet Taşkan’ın detaylı incelemesi eleştiri bölümünün son yazısı.

Bir sonraki sayıda, yoğun gündem nedeniyle ertelemek zorunda kaldığımızı Kent ve Direniş dosyasıyla buluşmak üzere, iyi okumalar…