Renata Salecl, yakın tarihimizde iki büyük anksiyete çağını birinci ve ikinci dünya savaşlarının başlatmış olduğu saptamasında bulunuyor ve bir üçüncüsü olarak günümüz anksiyetik çağına işaret ederek şunları söylüyor: “Günümüzün yeni anksiyete çağının daha önceki iki çağa çok benzediği pekâlâ söylenebilir. Günümüz kültüründe de ekonomik belirsizlik anksiyetenin birincil nedeniymiş gibi görünüyor; çünkü bu yeni anksiyete biçimleri, insanların kendi toplumsal rolleriyle, kimliklerini değiştirmek yönündeki daimi arzularıyla ve herhangi bir eylem kılavuzluğu bulma konusundaki imkânsızlıkla ilintilidir. Bu belirsizlikler günümüzde ayrıca insanların dinsel köktenciliklere ve toplumsal kısıtlamaları kolaylıkla benimsemeye yönelmelerine yol açmaktadır ki bu da totaliterliğin yeni biçimlerini beraberinde getirmektedir” (Salecl, 2004: 3).
Modern dünyada, toplumların içerisine sürüklendikleri anksiyetik durumlar, daima büyük toplumsal krizlerin ardından gelmişlerdir. Yine Salecl’in belirlemesiyle, İtalyan faşizmi ve Almanya’da Hitler’in iktidara geliş süreçleri de -her biri kendi meşrebince olmak üzere- bir anksiyete çağına geliştirilmiş yanıtlar durumundaydılar. Fakat Salecl’in dönemselleştirmesini izlersek, burada ilginç olan, yaygın anksiyetik dönemlere geliştirilmiş tepkilerin şekillendirdiği iktidarların bizzat kendilerinin bir sonraki dönemin büyük anksiyetik buhranlarını hazırlamış olmalarıdır: İkinci Dünya Savaşı ve sonrası. Kendi çağdaşlığımızı yorumlarken ve yorumlamak için, nasıl düşünmeli bunu?
Anksiyete teriminin bir siyasal ve kültürel çözümleme aygıtı olarak devreye sokulmasıyla ilk karşılaşmam Homi Bhabha’nın Kültürün Yeri adlı kitabında olmuştu. Bhabha’nın en önemli makalelerinin bir derlemesi olarak hazırlanmış olan bu kitaptaki temel eğilimi, dünyayı basitçe ‘ben’ ve ‘diğerleri’ biçiminde bölümlemek biçiminde işleyen yapıların altını oymak için birtakım kavramlar ve kavram setleri üretmek yönündeydi. Frantz Fanon’un sömürgede siyasetin temel aksını ulus siyasetinden bir tür kimlik-narsisizm siyasetine kaydırmak yönünde bir girişiminin söz konusu olduğunu ileri sürecek kadar güçlü bir psikanaliz yorumuyla yapıyordu bunu. Melezlik, taklit, fark ve belirsizlik biçimindeki dört temel kavramsallaştırmayla sömürge yerlilerinin sömürgeci iktidara direnme biçimlerinin bir haritasını oluşturuyor ve sömürgeci iktidarın hiçbir zaman göründüğü ya da kendisini zannettiği kadar ‘tam’ olmadığını saptıyor; bu ‘tam’ olamayış nedeniyle de köklü bir ‘anksiyete’ içerisine savrulduğunu ileri sürüyordu. Baskı altına alınmışların bir karşı mücadele geliştirebilmelerini mümkün kılan da iktidarın bu anksiyetesiydi ona göre. Bu bağlamda anksiyete, en nihayetinde bir kimliğin salınımlı ve mütereddit olduğu, dolayısıyla kendisinden emin olamadığı bir koordinat kaymasıdır.
Yine Jean Copjec’in derlediği Supposing the Subject adlı kitapta da “Anxious Nations Nervous States” (Anksiyetik Uluslar Asabi Devletler) başlıklı bir yazısıyla yer alıyordu Bhabha. “Koşullar” diye başlıyordu bu yazısına, “kendi çağdaşlığımızı, geleneği türbülanslı bir gerçeklik haline getiren bir geçmiş tahayyülü ve dili içerisinde göz önüne almaya zorluyor” (Bhabha, 1994b: 201). 1994’te yayınlanan bu yazıda, üçüncü binyılın eşiğindeki siyasal gündemimizin on dokuzuncu yüzyıl sonlarının ve yirminci yüzyıl başlarının kültürel gündemleri tarafından istila edilmekte olduğu saptamasında bulunuyordu: Irk, ulus, din. Kaba bir bakışla (Türkiye’deki iktidar ve yönetimsellik dönüşümlerini de izleyerek) bastırılmış olanın dönüşü etiketini kolaylıkla yapıştırdığımız bir geri dönüş durumu… Fakat gerçekte öyle midir? Yoksa bir türbülansa girer gibi içine girilmiş bir geçmiş nostaljisi, (bu nostalji ister Cumhuriyet bile olamamış bir cumhuriyetin ilk yıllarına dönük bir nostalji olsun, isterse de cumhuriyetin üzerinden geçip düzlediği bir şeylere ilişkin bir fantezi söz konusu olsun) toplumsal/siyasal kamplar nasıl ayrıştıklarını düşünürlerse düşünsünler, topyekun bir ulusun bir geçmiş arzusunu mu açığa vurmaktadır? Bhabha söz konusu makalede, ulusun geçmişine ait arzunun bir tutku olmaktan ziyade, ulusun kendi modernite sorununu hem inşa edişine hem de bu sorunla yüz yüze gelişine götüren bir geçit olduğunu belirtiyor. Türbülansa yol açan da farklı uzay-zamanları birleştiriyormuş gibi görünen bu geçidin kendisidir. “Ulusun öznelerinin bir geçmişe bu dönüşleri, daha sonra, geçmişi paradoksal bir gelecek konumuna geri döndürmekte, bu konuma doğru itmekte, daha doğrusu geçmişi bu türlü bir geleceğe yansıtmaktadır” (Bhabha, 1994b: 203). Çokuluslu ekonomilerin ve elektronik kitle iletişiminin eşlik ettiği Soğuk Savaş sonrası bir dünyada, sanayileşme sonrası bir dünyada, kendi şimdiki zamanımızı neden bir kesinti olarak, geçmiş bir çağın şifrelerinin bir tekrarlanması olarak dolayımlamakta olduğumuz sorusunu da zamansallığımızdaki bu çatlama olgusuyla yanıtlıyordu Bhabha.
Bugünün Türkiye’sinde de söz konusu olan şey, ‘bir ulusun’ çatlamış bir zamansallık içerisinde geçmişe dönük arzusunun iki farklı ifadesidir. Ya Abdülhamit’e bir çağrı çıkarılıyor ya da “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!” sloganına. Ya Osmanlı’ya çağrı yapılıyor ya da cumhuriyetin çocukluğuna. Bu da gerçek bir siyasal çatışmaya değil, ulusal kimlikteki bir bölünmeye işaret ediyor. Bu bölünme de çokça zannedildiği gibi iki ayrı siyasal biçimin karşı karşıya gelişini değil, bölünmüş bir şimdiki zaman ile kurgusal bir gelecek uzamı arasındaki bir çatlamışlığı, zamansallığımızın bir tür şoka uğramışlığını ortaya koyuyor. Dolayısıyla tarihe dönük çağrının kendisi de en nihayetinde bir ‘ulusal anksiyeteyi’ yatıştırma arayışından kaynaklanıyor. Hemen hepimizi içerisine sürükleyen türbülans da bu ulusal anksiyetenin kendisi; çünkü psişik ‘hastalıklar’ gripten daha bulaşıcıdırlar. Bu bulaşıcılık, şimdiki zamanımızı tuhaf bir geçmişin sunduğu duygular envanteri içerisinden karşılamamıza yol açıyor. Ülkedeki iç savaşın ve Suriye’deki Kürt güçleriyle yaşanan gerilim ve çatışmaların arkaik bir geçmişin diliyle kuşatılıyor olması bile çok şey söylüyor. Ne seferber edilebilirse o seferber ediliyor. Bazen Bedr Savaşı (ve dolayısıyla Enfal Suresi), bazen Avrupa içlerine sızmışlığın ‘akıncılık’ dili, bazen ikinci bir Kurtuluş Savaşı…
Bhabha melezlik, taklit, fark ve belirsizlik gibi kavramlar üzerine kurmuş olduğu kuramıyla, tam da bu kavramların direniş düşüncesinin haritasını nasıl oluşturdukları üzerine de eğiliyordu. Asla göründüğü kadar güvence altına alınamamış bir iktidara işaret ediyordu bu kavramlar. Bu da Bhabha’ya göre, şiddetli bir biçimde öne sürülen kültürel ayrımlar ile küreselleşmenin karmaşık bir şekilde ilişki ağlarının paradoksal kombinasyonu tarafından damgalanmış bir dünya manzarası sunmaktaydı. Sömürgeciliği artık geçmişte bırakılmış bir şey olarak görmeyen Bhabha, on dokuzuncu yüzyıl sonlarıyla yirminci yüzyılın başlarının siyasal gündemlerinin yeniden dirilmiş (!) olmalarını da bu manzara çerçevesinde okumaya eğilim gösteriyordu. Böylelikle vardığı en temel sonuçlardan biri, sömürgeciliğin ürettiği tarihlerin ve kültürlerin şimdiki zamanımızın içerisine durmaksızın sızdıkları fikriydi. Bahsettiği türdeki anksiyetenin temeli de aslında burada yatıyor.
Bu tarz bir anksiyeteyi kaçamayacağım bir biçimde önüme koyan şey şu meşhur (!) “Size Türk’ün gücünü göstereceğiz” videosu olmuştu. Başarılıymış gibi görünmesine rağmen, bu söylem, alttan alta radikal bir anksiyeteyle damgalanmış durumdaydı. Evet, bir grup insan yere yatırılmış; elleri ters kelepçeli ve başlarında dolaşıyor biri; bütün kudretiyle dolaşıyor. Fakat bir yandan da Türk’ün gücünü gösterme arzusunu haykırıyor. Demek o güç, o durumda bile hala gösterilebilmiş değil. Ucu açık ve kötücül bir vaadi var bu söylemin aynı zamanda: Bastırmanın sürekliliği. Bir olay bastırmayı çağırıyor ve bunu süreklileştirmeyi vaat ediyorsa, oradaki söylemin amaçlarına, iddialarına, taleplerine ve ‘başarılarına’ damgasını basmış olan şey anksiyetedir. Bu türlü bir iktidar söylemi içerisinde kendisini otoritenin öznesi olarak sunan şey, gerçekte özgün otoriteden ve bu otoritenin görünürlüğünden taşan bir arzudur. O halde, Homi Bhabha’nın da kulaklarını çınlatalım: “Sömürgeci iktidar ne ister?” Eğer askerin sözlerine bel bağlarsak, açık ki Türk’ün gücünü göstermek istiyor. Fakat bu iddia açıkça bir farkın varlığına dayanıyor: Muhatapları ondan aşağı durumdadır. Fakat bizzat sözleri o gücün gösterilememiş olduğunu da ortaya koyuyor ve böylelikle de varsaydığı fark gerçekliğin kendisine bile sıra gelmeden bizzat kendi sözleri tarafından iptal ediliyor. Lacancı bir ifadeyle söylenirse, sözcüklerin varlığı ‘gösterene’ tabi hale geliyor ve sözcük kendisinden ayrılarak işaret etmeye niyetlendiği şeyden bambaşka bir şeye işaret etmeye başlıyor. Bunun bir başka örneğini ise İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun 17 Şubat 2019’da yaptığı bir konuşmada bulmak mümkün. Şöyle diyordu Soylu: “Türkiye’nin her tarafında sizin gibi yüzlerce şehit ailesi, gazi, gazi yakını varken, bunların önemli bir çoğunluğu PKK eylemleri sırasında şehit düşmüş, gazi olmuşken, birilerine hala PKK’nın kim olduğunu anlatmak inanın bana çok garip gelmektedir. HDP dediğiniz partinin PKK ile ilişkisi o kadar doğal ve sıkıdır ki; tartışmaya, anlatmaya gerek bile yoktur.” Bu ifadeler, mantıksal bakımdan şunu söylüyor: HDP’ye verilen her oy PKK’ye verilmiştir. Ortada 6-7 milyon civarı oy söz konusu olduğuna göre, Soylu da kabul etmek istemese bile PKK’nin bir halk hareketi olduğunu söylemiş oluyor (ve evet, bu konuşmaya da damgasını vurmuş olan şey anksiyetedir). İşte söylemden taşan bu ‘fazla’dır belirli bir kimliği kuran, ona yanılsamalı ve salınımlı istikrarını veren öğe. Yanılsamasıyla her yüz yüze gelişinde, her tekinsizlik deneyiminde, sallantıya kapıldığı her seferinde bir bastırma tepkisi geliştirecektir. Bu bastırma tepkisine ilişkin muhteşem bir belirlemeyi Jacqueline Rose yapıyor: “Erkeğin arzusu, nesnesi üzerinde parlar, kendini savunmasız bulur; sonra da yarattığı bu altüst oluş için kadını suçlar.” Arzunun tatminsizliği değildir burada söz konusu olan; savunmasızlığı ve bu savunmasızlığın yarattığı alt üst oluştur. Dolayısıyla burada söz konusu olan da yine bir kendi varoluşunun geçerliliğinden emin olamama halidir. Savunmasızlık ‘kişilik’ zırhından yoksun kalmaktır. Bu zırh olmaksızın bir bakışa, bir ‘görme’ye maruz kalan özne saldırganlaşır. Çünkü ötekinin bu tekinsiz bakışı korkutucudur; ne gördüğünü tam olarak bilememe hali, erkek arzunun öznesinin hem kendi gözünde hem de ötekinin gözünde inşa etmeye çalıştığı kendilik-imgesinin onaya muhtaç olduğunu ortaya koyar. Ötekine bu muhtaçlığıyla yüz yüze gelen özne, kendi tamlığının kendinden menkul olmadığıyla da yüz yüze gelir ve tam bu noktada narsistik bir saldırganlık tarafından harekete geçirilir. ‘Kişiliğini’ yeniden ve üstelik başkasını da tanıklığa zorlayarak inşa etmelidir.
Bhabha’nın işaret ettiği anksiyete (yani bir söyleme damgasını basmış olan ve o söylemden taşan öğe) ile Rose’un işaret ettiği suçlayıcılık (bu suçlayıcılık kendisini alenen de açığa vurabilir; başka birtakım şeyleri gerekçe göstererek bunların arkasına da saklanabilir – en nihayetinde, insanoğlunun savunmasızlığa dönük en arkaik refleksi ‘kaleler’ kurmak biçiminde olmuştur) arasında elbette yapısal bir tekabüliyet söz konusu. Her iki durumda da eylem (ister sembolik şiddet biçimini almış olsun, isterse de reel şiddet biçimini) bir temel tutarsızlığın üzerini örtmek üzere devreye girer ve eylem anında eyleme eşlik eden ideoloji mutlak haklılık ideolojisidir. Yine elbette bu mutlak haklılık duygusu da bu biçimde duygulanan bir kimse için göründüğü kadar kesin değildir; bu nedenle yatışma arayışındadır bu özne. Yatışma arayışı öznenin narsistik iç çağrısından gelir ve bu narsistik özneyi inşa eden şey Lacancı bir terimle ‘fantezisidir’. Fantezi belirli bir simgesel sistemin tutarsızlık uğraklarının üzerini örter ve faili eyleme iter; başkalarına yönelik eylem. Failin yatışma arayışı, başkalarına dönük bastırma olarak dışa vurur kendisini. Kaygı, bastırmaya yol açar ya da kastrasyon kaygısı pek çok başka performansın devreye sokulmasına yol açar. Bu başka performanslar bazen kolektif biçimde de devreye girer. Hepsi de bir temel kaygıyı, erkekliğini kaybetme kaygısını yatıştırmak içindir. Kendi tamlığından emin olamayan fail, dışsal bir bakışı, kendi tamlığını teyit eden bir yalancı tanıklığa çağırır. Yani gerçekte muhatabını bir bakışın nesnesi olarak inşa etmekte değildir; aksine asla ne görüldüğünden emin olamadığı dışsal bir bakışla bir sorunu vardır.
Anksiyeteyi bu biçimde yeniden okumak, karşı konulması zor bir ayartıyı, yani kökenlere bakma ayartısını şu satırların yazarında da tetikledi ve gidilecek adres de elbette Freud’dan başkası değildi. Freud, ilk olarak 1926’da yayınlanan Ketlemeler, Semptomlar ve Kaygı başlıklı kitabında bastırma ile anksiyete arasındaki ilişki konusundaki fikirlerinde son derece ilginç bir revizyona gitmekteydi. Linguistik kullanımın ketlemeler ile semptomlar arasında güçlü bir ayrıma olanak tanıdığını (Freud, 1990: 75) belirterek başladığı bu metninde, Freud, sonradan yerine ‘bastırma’ kavramını yerleştirmiş olduğu ilk dönem kavramlarından biri olan ‘savunma’ kavramına geri dönmekte ve bastırmayı, Ben’in kullandığı savunmalardan biri olarak kabul etmektedir. Böylelikle de ‘ketleme’ ekonomik olmaktan çok dinamik savunma sürecinin terimleriyle anlamlandırılmış olmaktadır. Ketleme ile semptom arasındaki ayrımın amacı da ketlemeyi semptomdan kopararak kaygıyla ilişkilendirmektir. Freud, burada, histeride bastırmanın oynadığı merkezi rolü, saplantılı nevrozlardaki daha tipik savunmalar olan ‘tepki oluşumu’, ‘soyutlama’ ve bir ödünleme biçimi olarak ‘olmamış kılma’ ile karşılaştırarak (Jones, 2004: 637), “bir Ben işlevinin bir sınırlandırılmasının ifadesi” (Freud, 1990: 89) biçiminde tanımlar. Bir ketlemenin etkileyebileceği Ben işlevleri ise cinsel işlev, yeme, hareketten vs. oluşur. Freud, olası ketleme durumlarını şu biçimde saptar:
- Bir işlevi yerine getirmenin verdiği hazdaki azalma,
- Bir işlevi yerine getirme yeteneğindeki azalma,
- Kaygı durumlarında bir işlevdeki kesinti,
- Bir işlevi yerine getirme zorunluluğunun olduğu kimi durumlardaki olumsuz tepkiler,
- Bir işleve ilişmiş koşullar nedeniyle bir işlevin engellenmesi,
- Güvenlik nedeniyle, bir işlevin yerine getirilmesinin engellenmesi (Freud, 1990: 88-90).
Buradan hareketle de ketlemelerle ilgili olarak belirleyici niteliğe sahip üç mekanizma saptar. İlk olarak, Ben, yas gibi genellikle zor bir görevle karşılaştığında ketlenmektedir. Bu durumda “Ben, o kadar çok enerji harcamaktadır ki enerji sarfiyatını pek çok noktada birden aynı anda kesmek zorunda kalır” (Freud, 1990: 90). İkinci olarak, bir işlev, iş başındaki fiziksel organların fazlasıyla erotize edilmesi nedeniyle ketlenebilir. “Bir organın erotojenliği artarsa, söz konusu organın ben-işlevi bozulur” (Freud, 1990: 89). Üçüncü olarak da bir işlev, öz-cezalandırmaya hizmet etmek üzere ketlenebilir. Bu durumda Ben’in bir etkinliği gerçekleştirmesine izin verilmez, çünkü başarı olasılığı vardır; oysa Ben, üst-ben ile bir çatışmaya girmemek amacıyla etkinliğini durdurmaktadır (Freud, 1990: 90). Böylelikle Freud, artık bastırmayı kaygının nedeni olarak değil, kaygı tarafından harekete geçirilen bir tepki olarak konumlandırmış olur.
Burada elbette kuramsal bir sorun var ve Freud bu sorunu çözmeyi tekrar tekrar denemiştir. Alenka Zupancic Cinsellik Nedir’de yine Freud’a başvurarak, bana kalırsa, bu sorunu hem bütün berraklığıyla ortaya koyuyor hem de oldukça ikna edici bir çözüm geliştiriyor. James Strachey’nin hazırladığı standart Freud edisyonunda Freud’un “Repression” (Bastırma) başlıklı yazısına referansla, Freud’un bastırma olarak adlandırdığımız şeylerin aslında kökensel bir bastırmanın yinelenmeleri olduğunu söylediğini belirtiyor Zupancic (2008: 24). Aktüel olarak karşımıza çıkan bastırmaların, yani Hegelci bir sözcükle ‘sıradan’ bastırmaların kökensel bastırmaya dayandıkları fikridir bu. Ardından Freud’un “kökensel bastırmada bastırılmış olanın bağlantı kurabileceği her şey üzerinde uyguladığı çekim kuvvetinin önemine” yönelik vurgusunu aktaran Zupancic, kökensel bastırmayı sonradan gelen bir bastırma yüzünden değil, ilk ortaya çıktığında dahi bilinçdışı bir öğe olarak görmek suretiyle, muazzam bir saptamada bulunuyor: “Cinsellikte (önce var olup, sonradan bastırılan değil) ancak bastırılmış halde zuhur eden, gerçekliğe ancak bastırma biçimi altında kaydolan bir şey vardır” (Zupancic, 2008: 24). Bu da en başından beri bilinçdışı kalmaya mahkûm bir şeyin, kökensel bir bastırmanın biçimsel bakımdan özdeş tekrarları olarak sıradan bastırmalar gibi bir kavramsallaştırmayı mümkün kılıyor. Zupancic kuramsal sorunu müthiş bir hamleyle çözüme kavuşturuyor.
Ancak bastırma biçimi altında gerçekliğe kaydolan bu şey… Temelde bu bastırmanın kendisini kaim tutmaya çalışırız hayatlarımızda, çok bilincinde olmasak da. Yani güncel ya da sıradan anksiyetelerin yol açtığı bastırmalar, aslında çoktan bastırılmış bir şeylerin açığa çıkması olasılığını içerimleyen durumlar karşısında, kendi kör-düğümümüzü muhafaza etmek üzere geliştirdiğimiz stratejiler olarak ‘bastırma’ biçimlerimizdendirler; üstelik bizzat kendisi gerçekliğe bilinçdışı bir biçimde kaydolduğu için gerçekte açığa çıkması olasılığı bulunmayan bir şeyin açığa çıkmasından endişe duyarız. Bu da tanıkların ortadan kaldırılmasını değil; özel bir tanıklık biçiminin, dolayısıyla da özel bir tanığın inşasının arayışına girmiş bir kimlik biçimine işaret etmektedir. Türk’ün gücü gösterilmelidir; görülmezse eksik kalacak bir güçtür bu. O halde anksiyetik bir toplumun anksiyetesini yatıştırmak üzere asabi bir baba figürü olarak Devletin devreye girmesi şaşırtıcı olmamalıdır. Zor yoluyla bir bakışı inşa etmek üzere…
KAYNAKÇA
BHABHA, Homi K., The Location of Culture, Routledge, Londra, 1994a.
BHABHA, Homi K., “Anxious Nations, Nervous States”, Supposing the Subject (ed. Joan Copjec), Verso, Londra içinde, s.s. 201-217, 1994b.
FREUD, Sigmund, Inhibitions, Symptoms and Anxiety – The Standart Edition (ed. James Strachey), W. W. Norton & Company, New York, 1990.
JONES, Ernest, Freud: Hayatı ve Eserleri (çev. Emre Kapkın, Ayşen Tekşen Kapkın), Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2004.
ROSE, Jacqueline, Görme ve Cinsellik (çev. Ayşe Deniz Temiz), Metis Yayınları, İstanbul, 2010.
SALECL, Renata, On Anxiety, Routledge, Londra, 2004.
ZUPANCIC, Alenka, Cinsellik Nedir (çev. Barış Engin Aksoy), Metis Yayınları, İstanbul, 2008.