Konusu Türkiye’de metal işçileri olan doktora tezim için sözlü tarih çalışmaları yaparken, İstanbul’un eski metal işçilerini bulmak adına sektörün geçmişte yaygın olarak bulunduğu Silahtarağa, Yıldız Tabya, Alibeyköy, Gaziosmanpaşa bölgelerinde bir hayli dolaştım. İşçileri genelde kahvelerde, cami önlerinde ve evlerinde bulup kendileriyle o eski anılarını canlandırmak istediğimi söylediğim zama,n en sık karşılaştığım soru basit ama bir o kadar da can sıkıcı, “neden” sorusuydu. Can sıkıcı dememin sebebi, ülkemizde insanların kendi fiillerinin, geçmişte ya da günümüzde yaptıklarının pek de önem arzetmediği, “değer”li olmadığına dönük bir bakış açısıydı. Hoş, ben onların hikayelerinin neden önemli olduğunu dilimin döndüğünce anlatmaya çabaladığımda ya da sohbeti koyulaştırıp o günleri hatırladıklarında gözlerinde bir ateş çakmıyor değildi, ama yine de yaygın ruh hali “sıradan insan”ın kendi öznelliğine duyduğu bir değersizlik hissiydi.
Bu “sıradan insan”ın güvensizliği ülkemizde siyasetin toplumsal örgütlenişine ya da örgütlenemeyişine dair günümüzde de hayli geçerli olan kadim bir sorunsaldan da kaynaklanıyor zannımca. Ülkenin İslamcı iktidarının ayaklar ve baş arasındaki bin yılların mücadelesinde safını net bir şekilde defalarca ifade ettiği ve dahası bu iktidara muhalif olduğunu söyleyen büyük siyasal yapıların “ayakların” tarihteki en kitlesel kalkışmasına “siz söyleyeceğinizi söylediniz, gerisini biz hallederiz” diye yanıt verdiği bir coğrafyada, bu güvensizliğin sebepleri hayli anlaşılır olsa gerek. Dahası, “sıradan insan”ın kendi gücünü duyumsayacağı en önemli alanlardan birisi olan tarih yazımı da bizim ülkemizde ne yazık ki yine bir çoğu aslında yukarıda bahsedilen siyasi pozisyonların temel argümanlarının oluşturduğu ya da bu argümanların oluşumuna katkıda bulunan belirli yaklaşımların çerçevesinde “sıradan insan”ı dışarıda bırakan eserlerden oluşmakta. Dolayısıyla, “aşağı”dakilerin gücünü örgütlü bir kanalda yoğunlaştırıp “yukarı”yı devirmek isteyenlerin temel dertlerinden birisi de bu gücün geçmişte var olduğunu ve dolayısıyla günümüzde de varlığını, tekrar ortaya çıkabileceğini hatırlatan tarih çalışmalarını kaleme almak olmalı.
Aslında Türkiye’de böylesi bir tarih yazımı muarızlarına göre hayli yavaş olsa da, gelişmekte. Bunun son örneklerinden birisi de yedi yazarın kaleme aldığı ve Yordam Yayınları’nın bastığı, 1000 sayfaya yakın, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat adlı hacimli eser. Yazarlardan üçü kitabı oluşturan makalelerin aşağıdan bir perspektiften yazıldığını Önsöz’de belirtiyorlar. Ancak burada önemli olan yazarların “aşağı”yı aynı zamanda toplumsal sınıflar ve sınıfların ilişkisellikleri perspektifinden kurmaları. Bu anlamda, söz konusu kitabın, aşağıdan tarih yazımının çokça düştüğü sınıf körlüğüne kapılmadığı ve aynı zamanda sınıfın tarihini yazarken sınıfların ancak ve ancak birbirleriyle girdikleri toplumsal ilişkilerin sonucunda ortaya çıktıkları gerçeğini yok saymadığı söylenebilir. Bu anlamda kitap sınıfların ve belki de daha önemlisi sınıf mücadelelerin belirlediği bir siyasi-toplumsal Türkiye tarihi aynı zamanda; dolayısıyla Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat’ın “yukarıdan” ve “aşağıdan” tarihi birleştirmeye çalışan bütünsel bir Marksist tarihi yazımı olduğu söylenebilir.
Kitabın genelinde de bu bakış açısının hakim olduğunu söylemek mümkün. Örneğin, E. Attila Aytekin’in kaleme aldığı ve kuruluşundan 1908 devrimine kadar süregiden Osmanlı dönemini anlattığı bölümler, bir üretim tarzı olarak feodalizmde toplumsal artığa el koyma çevresinde dönen mücadeleler etrafında örgütlenmiş. Ama Aytekin sadece bununla da sınırlı kalmamış, toplumsal artık üzerine dönen mücadelelerin aldığı biçimleri, burada Anadolu’da hali hazırda var olan siyasi çatışmaların etkisini, Orta Asya kökenli devlet/iktidar biçimlerinin yeni bir coğrafyaya taşıdığı mirası ve temelinde toplumsal ilişkilerin yer aldığı siyasal çatışmaların yol açtığı dönüşümleri de merkezinde sınıfsal mücadelelerin olduğu anlatıya yedirmiş. Dahası, Aytekin’in anlatısında durağan olarak ilerleyen, “başarılı” ve “kudretli” bir devlet inşası süreci de yok, gerek siyasal alanda elitler arasındaki, gerekse toplumsal artığın üreticileri ile ona el koyanlar arasındaki gerilimlerin devlet oluşumunu nasıl etkilediği/belirlediği de Aytekin’in ele aldığı bölümün merkezi sorunsallarını oluşturuyor. Gerçekten de İmparatorluğun özellikle 17. ve 19. yüzyıllar arasında yaşadığı dönüşümleri, siyasal fikir akımlarının ortaya çıkışını, mesela milliyetçilik elitlerin kendi iç kavgaları kadar, “sıradan insan”ın da önemli bir rol oynadığı toplumsal mücadelelerin zemininde ele alıyor Aytekin. Sonrasında, yine Aytekin’in Ateş Uslu ile birlikte kaleme aldığı ve 1908-1923 arasındaki gelişmeleri değerlendirdikleri bölümde kırda ve kentlerdeki kapitalist dönüşümlerin de etkide bulunduğu toplumsal mücadeleler -köylü isyanları, işçi sınıfı grevleri, milliyetçi hareketler, vs.-1908 Burjuva Devrimi’ne giden yolu açıyor.
Bu anlamda kitabın Türkiye Cumhuriyeti ve sonrasını değerlendirişi hayli net: kökenleri bir önceki yüzyıla kadar götürülebilecek bu sürecin ana karakteristiği kapitalistleşme süreçleri ve buna paralel olarak burjuva iktidarının ve uygarlığının pekiştirilmesine yönelik girişimlerden oluşuyor. Bu anlamda Mustafa Şener, Erken Cumhuriyet Dönemi’ni incelediği bölümde bu dönemi siyasal devrimini gerçekleştirmiş burjuvazinin ve onun kadrolarının toplumsal devrim ile iktidarı konsolide etme çabası olarak ele alıyor. Dolayısıyla, Şener’e göre Cumhuriyet reformlarının niyeti pre-kapitalist toplumsal ilişkilerin tasfiyesi çevresinde ele alınabilir. Ancak, Şener’in anlatısında bu dönemin gelişmeleri aşağıdan bir tarih yazımıyla, örneğin reformların toplumsal alanda nasıl bir yankı bulduğuyla, pek de örtüşmez. Aslında Şener’in bölümünün bu sorunsalı Erken Cumhuriyet Dönemi tarih yazıcılığının da ana sorunsallarından biridir: gerek kapitalistleşmeye, gerekse kapitalizmin konsolidasyonu için devlet eliyle yapılan girişimlere gösterilen direncin anlatıldığı bir tarih yazımı halihazırda var olan literatürün en önemli eksikliklerinden birisidir.
Bu anlamda, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelelerini işin içine katmak konusunda Ateş Uslu’nun ve Gökhan Atılgan’ın kaleme aldığı makalelerin bunları iktidar bloğunun kendi içindeki çatışmalar ve kapitalizmin gelişmesine daha maharetle eklemlediklerini belirtmek lazım. Burada her iki yazarda da öne çıkan vurgu, Demokrat Parti popülizminin kitleleri kontrollü ve anti-komünist bir söylem içerisinde de olsa siyasal gelişmelerin içerisine çekmekte gösterdikleri başarı olarak görünüyor. Mamafih, her iki yazar da özellikle yine bu dönemde işçilerin bu dönemin fırsatlarından yararlanıp kendi bağımsız örgütlenmelerini yaratmakta katettiği gelişmeleri vurguluyorlar, ki bu gelişmeler özellikle 1960 sonrasının sınıf eksenli çatışmalı siyasetine önemli bir miras bırakacaktır. Gerçekten de yine Atılgan’ın kaleme aldığı ve 1960 sonrasını ve Ebru Deniz Ozan’ın 1970-1980 arası vuku bulan gelişmeleri anlattığı diğer iki bölümün merkezinde, özellikle işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki toplumsal mücadeleler ve bunun üzerinde yükselen siyasi ve ideolojik gelişmeler yatar. 12 Eylül darbesi, sonraki bölümü yazan Cenk Saraçoğlu’nun anlatısında ise tam da bu mücadalelerin önünü kesmek için yapılmıştır, dolayısıyla bu askeri müdahale yine sınıfsal bir içerik taşır. Saraçoğlu 12 Eylül sonrası gelişmeleri ise üretim ilişkileri bağlamında ele alır, bu dönemin hakim üretim ilişkileri formu ise neoliberalizmdir. Ancak Saraçoğlu’nun anlatısında neoliberal uygulamalar yeni sınıfsal çatışmaları içinde barındıran süreçleri de beraberinde getirir. Üretim ilişkileri üzerinde temellene bir siyasal anlatı izleği kitabın Cenk Saraçoğlu ve Melih Yeşilbağ’ın kaleme aldığı son bölümde de görülebilir. Bu anlatıda 90’lı yıllarda ciddi bir kriz yaşayan neoliberalizmi ayakta tutan ve devam ettiren AKP’nin İslamcılık ekseninde kurduğu ve bildiğimiz Cumhuriyet’in sonunu getiren yeni hegemonya projesi ele alınır. Kitabın bütününde olduğu gibi bu bölümde de üretim ilişkileri, sınıfların merkezinde durduğu toplumsal mücadeleler ve siyasal gelişmeler bütünlüklü bir şekilde inceleniyor.
Kısacası, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Siyasal Hayat Türkiye siyasal ve toplumsal hayatının yaklaşık 700 yıllık serencamının Marksist bir perspektiften etkileyici bir anlatısı olmuş. Eser tarihsel süreçlerin toplumsal aktörlerinin eylemlerini, ancak sadece tarihi yaptığı iddia edilen egemen sınıfların değil siyasi insanların da, birbirleriyle ilişkisellikleri üzerinden ve genelde yanlış bir şekilde insan eylemliliği dışında düşünülen yapısal faktörlerle harmanlıyor. Böylesi geniş bir tarihsel devinimin içerisine, “Zavallı çorapçıyı, Luddcu kumaşçıyı, ‘modası geçmiş’ el-tezgahı dokumacısını…” bizim neslimizin “muazzam lütfuna”[1] nasıl eriştirebileceğimize dair önemli ipuçları sunuyor. Biz okuyuculara ise bu önemli eserin keyfini çıkarmak kalıyor.
OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE’DE SİYASAL HAYAT
Attila AYTEKİN, Gökhan ATILGAN, Mustafa ŞENER, Ateş USLU, Ebru Deniz OZAN, Melih YEŞİLBAĞ, Cenk SARAÇOĞLU
Yordam Yayınları, 2015.
DİPNOT
[1] Bkz. E. P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu, çev. Uygur Kocabaşoğlu, (İstanbul: Birikim Yayınları, 2006): 43.