“İstisnai devlet, her kapitalist devlet gibi, ayakları kilden bir devdir.” (Nicos Poulantzas[1])
Epigraftaki ifade Nicos Poulantzas’ın Faşizm ve Diktatörlük‘ünde geçiyor. ‘Ayakları kilden’ deyimi yaygın olarak, mutlak bir güce sahip görünürken bağrında büyük bir ‘defo’ veya güçsüzlük taşımak biçiminde açıklanıyor -belli ki Poulantzas, kapitalist devletin ‘özel türde bir siyasal krize’ verdiği yanıt olarak istisnai devlet biçiminin, tüm görkemli gücüne rağmen, olağan bir kapitalist devlet kadar içsel çelişkilerle malul olduğunu anlatmak istiyor. Poulantzas’ın kendi kuramsal çözümlemesinin işaret ettiği gerekçeler bir tarafa, gerçekten de kriz dönemlerinin toplumsal-siyasal ilişkileri çıplaklaştırmak gibi bir maharetinin olduğu inkar edilemez. Walter Benjamin’e, “burjuva sınıfının anıtlarını daha bunlar ayaktayken birer yıkıntı olarak görmeye başlarız” dedirten[2] sadeleştirici, berraklaştırıcı bir etkisi vardır krizlerin -her ne kadar bu etkinin hangi politik çizgiye evrileceği teorik olarak öngörülemez olsa da. İçinde bulunduğumuz dönemin de benzer bir etki yarattığı, ‘ortak’ varoluşumuzun politik örgütlenişindeki çarpıklığı çıplaklaştırdığı fikrindeyim ki okuduğunuz bu kısa yazı, bu temayı Marksizmin kapitalist devlete dair kimi temel varsayımlarını izleyerek işlemeyi deneyecek.
‘Asalak’ Devlet ve Biçim
Sıklıkla duyarız; gerçeklik görünürde olan bitenden ibaret olsaydı, bilime yani elle tutulur olmayan ilişki ve mekanizmaların da bilgisini üretme çabasına gerek kalmazdı. Marksizm bu ‘bütüncül’ kavrayışı hedefler ve sosyal gerçekliği açıklama maharetini de buna borçludur kuşkusuz. Ne var ki sıklıkla da unuturuz, Marksizm görünür olanı gerçekliğin basitçe çarpıtılması olarak değil, aksine, bütünü kavramaya da elveren bir ‘parçası’ olarak kabul eder. Bu düzeyde kaldığımız sürece yüzeyde oyalanacağımız kesindir ve fakat ‘pozitif’ olguyu görmezden gelmek de -Marx’ın Alman felsefesine yakıştırdığı üzere- bir tür ‘sarhoşluk’ haline, ‘kurgular alemi’ne kapılmak olacaktır. Öyleyse gerçekliğin neden o görünür biçimi aldığı, üzerinden atlanılamaz temel sorudur. Tıpkı Marx’ın, kapitalizm içerisinde devletin Hegel’i büyüleyen ‘evrensel’ kapsayıcılık iddiasını yerle bir ederken, aynı zamanda iddiayı ciddiye alıp kapitalist devlet biçimine dair çıkarımlara varmasında olduğu gibi. Şöyle de söylenebilir: Kapitalist devletin sınıfsal egemenliği kurduğu, organize ettiği ve yeniden ürettiği kesindir ve fakat yine de bu işlevin toplumun bütününü temsil etme iddiasıyla ilişkinin basitçe bir ‘kandırmaca’ olduğu söylenemez. Elbette tersinden de düşünmeliyiz: Kapitalist devletin, seçim mekanizması, genel oy ilkesi, siyasal partiler ve parlamento gibi tüm toplumu temsil yoluyla kapsama iddiasının temel dayanakları, basitçe sermayenin sınıfsal hükümranlığını ‘gizleme’ mekanizmaları değildir ve fakat yine de kapitalist devleti tanımlayan, sermayenin sınıfsal hükümranlığıdır. Marx’ın on dokuzuncu yüzyılın tüm devrim ve karşı-devrim dinamiğinin keskinleşerek görünür olduğu Fransız siyasal sahnesine ilişkin çözümlemesinin söylediği gibi, burjuvazinin siyasal egemenliği, onu aşan Komünden doğru bakıldığında basitçe ‘asalak’çadır; ve fakat bu, aynı egemenliğin ‘upuygun’ biçiminin dolayıma ve inceltilmiş mekanizmalara ihtiyaç duyduğunu yine de geçersizleştirmez.
İkili Kısıt
Marx’ın 1848’e ve devamında burjuvazinin siyasal egemenliğinin karşılaştığı krize dair analizi, bu egemenliğin ‘olağan’ biçimine içkin ‘ikili kısıt’ olarak düşünebileceğimiz bir gerilimin altını çizer; bu gerilimi siyasal biçimler üzerinden izler ve siyasal biçimlerin de sınıf mücadelesinin gidişatını etkileyen rollerini teslim eder. Şöyle basitleştirmek mümkün görünüyor: Burjuvazi, tek bir çıkarla özdeş homojen bir sınıf olmadığı gibi, tarihsel olguların gösterdiği üzere kendisine siyasal alanda yer açabilmeyi de kendi sınıfsal özgücüyle gerçekleştirebilmekten uzaktır. Parlamenter biçimin burjuvazinin siyasal egemenliği için ‘upuygun’ niteliği de bundan dolayıdır: Parlamenter temsil, burjuvazinin farklı fraksiyonlarını ‘birleştiren’, sınıfın ortak çıkarlarını formüle edip hayata geçiren bir ‘temsil’ düzlemi sunar.[3] Ve aynı biçim, feodalizmin ‘ayrıcalıklar dünyası’na karşı verilen mücadelenin toplumun/ulusun ‘bütünü’ adına yürütülebilmesinin de tarihsel karşılığı olur. Bir bütün olarak ulusun iradesini cisimleştirdiği varsayılan bu ‘temsil’ mekanizması, modern kapitalist devletin kapsayıcı ve meşru olma iddiasının da en önemli zeminidir ve bu yönüyle de vazgeçilmesi zor bir avantaj sağlar. Ne var ki aynı zamanda risklidir de: Kapsayıcılık, yurttaşlık, siyasal haklar ve temsil başlıkları, herhangi bir kapitalist toplumda oransal olarak ‘bir avuç’a denk düşecek sayıda burjuvayı, nüfusun proleter ve köylü kitleleriyle fazlasıyla ‘eşitleme’ riskini beraberinde getirir. Bugün tümüyle unutulmuş olsa da genel-eşit oy talebinin tarih sahnesine açıkça sınıfsal bir talep olarak çıktığı ve burjuvazinin ardından proletaryanın talebi olduğu hatırlanırsa, parlamenter biçimin aynı anda burjuvazinin sınıfsal egemenliğini tehdit eden bir zemine dönüşeceğini öngörmek zor değildir.[4] Nitekim burjuvazi ‘en başından’ itibaren bu riskin farkındadır -1789 devrimcilerinin bu risk karşısında buldukları ilk çözümün mülkiyet esaslı aktif-pasif yurttaş ayrımına gitmek olduğunu hatırlayalım. Bu bölme işlemine koşut olarak ulusal bütünün “ortak yasama organına tabi olmak” biçiminde formüle edilişi gerçekten de son derece öğreticidir.[5] Yani aslında burjuvazi için ‘ideal’ olan, aynı yasaya itaat eden bir ‘bütün’ inşa edebilmektir -yoksa eşit siyasal haklara sahip yurttaşların sınıfsal taleplerini dile getirecek temsilcilerinden oluşan bir parlamento değil. Parlamentodan beklenen, burjuvazinin farklı fraksiyonlarından temsilcilerin burjuvazinin sınıfsal bütünlüğünü sağlayacak kararlar almasıdır. Ne var ki Marx’ın tabiriyle “devletin zirvesinde çalan keman aşağıdakileri de dans ettirir.”[6] Dolayısıyla yasama erkinin temsil niteliğini daraltmak gerekir ve bu, birkaç anlamda birden yürütme erkinin alanını genişletmeyi kaçınılmaz kılar.
Yürütme erki, kuşku yok ki olağan bir işleyişte de hayati işlev üstlenir. Yalnızca “devlet aygıtını”, yani bürokrasiyi, polisi, orduyu idare eden erk olması dahi tek başına yeterince açıklayıcıdır: Devletin tüm bir toplumu kontrol edip düzenleme -ama aynı zamanda tek tek yurttaşları muhatap alarak ‘kapsayıcılık’ iddiasının bir diğer önemli dayanağını oluşturma- gibi vazgeçilmez bir işlevi üstlenir. Aygıtın bu kontrol edici ve düzenleyici kapasitesi sayesinde, yürütme erki siyasal gövdenin bütünü üzerinde tasarrufta bulunma gücünü edinir -yani, kamusal her şey ve temayı “hükümet faaliyetlerinin nesnesi” haline dönüştürür. Nitekim Marx’ın 1789’dan itibaren tüm devrimlerin “kırmak yerine yetkinleştirdiğini” söylediği mekanizma, yani devlet aygıtı, en temelde bu tasarruf kapasitesini derinleştirmek için gereklidir. Bu sayede “Her ortak çıkar derhal toplumda ayrıştırılıp daha yüksek, daha genel bir çıkar olarak onun karşısına konuyor, toplumun üyelerinin özerk etkinliğinden kopartılıp hükümet etkinliğinin nesnesi kılınıyordu; bir köy cemaatine ait köprü, okul ve emvalden [ortak varlıklardan] demiryollarına, milli servete ve üniversiteye kadar.”[7] Dolayısıyla yürütme erki ve onun hükmettiği devlet aygıtı, ulusal birliği ve merkezileşmeyi sağlamak için olduğu kadar, her başlıkta ortak olanı, tikel bir sınıfın çıkarının tasarrufuna sunmak için de hayati rol oynamaktadır. Aynı hayati rolün diğer yüzü, sıkıyönetimden sansüre, polisiye gözetimden toplumsal kalkışmaları çıplak zor yoluyla bastırmaya uzanan “baskı önlemleri”ni hayata geçirebilmektir kuşkusuz.
Tüm bu işlevleri üstlenen aygıt için Marx’a “muazzam bürokratik ve askeri örgütlenmesiyle, geniş kapsamlı ve hünerli devlet aygıtıyla, bir milyonluk ordunun yanı sıra yarım milyonluk memur ordusuyla bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bedenini ağtabaka gibi sararak gözeneklerini tıkayan bu korkunç asalak gövde” dedirten,[8] aynı mekanizmanın karlı bir “gelir kapısı” da oluşudur elbette. Genişledikçe ‘fonlanan’, borçlandırılan ve öte yandan bizzat istihdam sağlayan, dolayısıyla pay alma rekabeti yaratan bir ‘kaynak’tır bu haliyle devlet aygıtı. Nitekim 1871 Komün’ü, “kendisini ulusun birliğinin cisimleşmiş hali gibi göstermeye çalışan, ama ulusun üzerindeki asalak bir urdan başka bir şey olmayan” devlet iktidarını yok edecek; baskı organlarını “kesip atarken”, üstlendiği “meşru görevleri” birer sorumluluk gibi kendi özyönetiminde pay edecektir.[9] Zira işçi sınıfının “hazır devlet mekanizmasına el koyarak kendi amaçları için kullanması mümkün değildir.”[10] Şöyle de tercüme edilebilir: Burjuvazinin sınıfsal iktidarının çözülmesi leviathan miti‘ni de çözecektir. Oysa burjuvazi, aksi yöndeki tüm iddiasına rağmen, bu ‘çok kollu’ mekanizmanın varlığına ve gücünün ‘karşı konulamaz’ biçimde pekiştirilmesine muhtaçtır ve dahası, burjuvazinin sınıfsal bütünlük arayışı kadar fraksiyonlar arasındaki hakimiyet rekabeti de bu kendisine hükmedilecek aygıtı güçlendirme eğilimini pekiştirir.[11]
İşte böylece ‘ikili kısıt’ın diğer yüzü kendisini tarihsel olarak Bonapartizm olarak gösterir: Hiçbir sınıfın -ne burjuvazinin ne de proletaryanın- siyasal egemenliğini kuramadığı bir ‘denge’ durumunda, bu müthiş güçlenmiş devlet aygıtını idare etmek üzere yürütme erkinin başına gelen kişi parlamenter cumhuriyeti ilga ederek imparatorluğunu ilan eder. Burjuvazi, kendi siyasal egemenliğinin ilgasına fazla direnmez; Marx’ın tabiriyle, toplumsal iktidarı garanti altında olduğu müddetçe siyasal egemenliğin ‘kaygılarından’ kurtulmayı seçer ve “cüzdanını kurtarmak için” tacı teslim eder.
Elbette bu çözümleme 1848 gibi erken bir tarihin anlatısıdır; bugüne uzanan süreçte burjuvazinin siyasal gücünü etkili ideolojik mekanizmalarla tahkim edişinin sayısız örneği sıralanabilir. Aynı sürecin artık kapitalist devleti emperyalist bağımlılık zincirlerinden soyutlayarak düşünemeyeceğimiz biçimde geliştiği de açıktır. Yine de bu çerçeve, salt ‘sınıflar-üstü’ bir kişisel erkin kendisine hareket alanı bulmasının tarihsel örneği olarak değil, fakat sınıfsal egemenliğin kolayca ve doğrudan siyasal egemenliğe dönüştürülemeyen niteliğinin altını çizmesi açısından kayda değerdir. Dahası bu anlatıyı, devlet aygıtı organizasyonunun -yani en temelde, yasama ve yürütme erkleri arasındaki güç ilişkisinin- salt bir ‘görünüş’ olmadığını işaret etmesiyle de akılda tutmak gerekir.
‘Önleyici Savaş’
Poulantzas, Bonapartizmi kapitalist devlet tipinin olağan-dışı/istisnai biçimlerinden biri olarak tanımlar -diğer iki biçim askeri diktatörlük ve faşizmdir.[12] Her biri, bir tür krize verilen yanıt olarak kapitalist devletin popüler temsile dayalı ‘olağan’ biçiminde bir kırılmaya ve devlet aygıtının yeniden organizasyonuna denk düşer. Olağan durumda kapitalist devlet, Poulantzas’a göre iki temel işlevi üstlenir: Tabi sınıfları, sınıfsal bütünlüklerine mahal vermeyecek biçimde atomize etmek ve sınıfsal bütünlükten yoksun sermaye fraksiyonlarını -bir fraksiyonun hegemonyası altında- ‘iktidar bloğu’ içinde birleştirmek. Ne var ki bu, sınıflar arası olduğu kadar sınıf içi çelişkilerle de bölünmüş olan kapitalist devletin daimi bir istikrar sorununu da bağrında taşıdığı anlamına gelir: Siyasal alan, iktisadi kriz; toplumun geneli üzerinde olduğu gibi iktidar bloğu içinde de hegemonya inşasındaki başarısızlığa denk düşen hegemonya krizi; egemen sınıfın temsilcileriyle bağının kopmasına dayalı bir ‘temsil’ krizi ve tüm bir sisteme duyulan inancı sarsan bir ideoloji veya meşruiyet krizi gibi risklerle karşı karşıyadır. Emperyalist çağın istisnai devlet biçimi olarak faşizm örneğin, tüm bu kriz başlıklarının cisimleştiği bir konjonktüre denk düşer ve faşistleşme süreci, burjuvazinin siyasal bunalıma ‘saldırı stratejisi’yle yanıt vermesiyle başlar.[13] Aslında tüm istisnai biçimler, çekirdek bir olgunun -devlet iktidarının merkezinin yasama’dan yürütme’ye transferinin- etrafında şekillenen ve devlet aygıtının organizasyonunda yansımasını bulan benzer dönüşümler yaratırlar: Siyasal partilerin baskılanması, devletin baskı aygıtının öne çıkan rolü, bürokratik merkeziyetçiliğin güçlenmesi, devlet içinde ‘gerçek’ iktidarın taşıyıcısı olan merkezlerin ortaya çıkardığı bir ‘ikizleşme’ ve halk kitlelerine karşı yürütülen ‘açık savaş’.[14] Bu, bugünkü otoriteryanizmi anlamakta iyi bir başlangıç noktası olabilir, zira Poulantzas 1970’lerin ikinci yarısından itibaren kapitalist devletin biçiminde gözlemlediği dönüşümü, henüz akut bir hal almamış yapısal krize verilen bir yanıt olarak düşünür. Öyleyse bu yanıtı, bir yönüyle ‘iktidar bloğu’ içindeki çelişkilerin hegemonya kurmaya elvermeyecek biçimde derinleşmesine karşı ve diğer yönüyle işçi sınıfının itirazlarını yükseltme potansiyeline karşı bir tür ‘önleyici savaş’ gibi anlamamız gerekir. Her durumda, Poulantzas’ın “otoriter devletçilik” adını verdiği bu devlet biçimi, istisnai devlet biçimi deneyimlerinden edinilen araçların olağan duruma taşınmasına denk düşer.
Otoriter Devletçilik
Açık ki yürütme erki kapitalist devletin her biçiminde etkindir; Poulantzas’ın erkler arası güç transferiyle kastı, devlet iktidarının -yani daima egemen sınıfsal güce dayanan iktidarın- hangi erkte konumlandığıdır. İktidarın hangi erkte toplandığı, devletin toplumun geneliyle kurduğu ilişkiyi de siyasal sahnenin yapı taşlarını da etkiler ve değiştirir. İktidar merkezi yasama erkinde ve parlamenter biçimde olduğunda örneğin, ‘hukuk devleti’ mefhumu -tüm sınıfsal kısıtlarına rağmen- işleyebilir ve siyasal partilerin etkin temsilciler olmaları mümkündür. Nitekim devlet iktidarının yürütme erkine transferi, tam da bu temsil kanalını tıkamaya ve ‘yasa’nın imlediği öngörülebilirlikten, kurallı işleyişten vazgeçmeye denk düşer. Böylece en temelde iki ihtiyaç birden karşılanır; kararlar, hem kamusal etkiden hem de yasa’nın imlediği sınırlardan bağımsızlaştırılır. Yasa yapma gücü, ‘kararname’ler yoluyla yürütme erkine transfer edilir. Fakat bu, siyasal alanın meşruiyetini bundan böyle ‘yasallık’tan türetemeyeceği anlamına da gelir; bir yandan ulusun temsilini doğrudan kendisinde cisimleştirecek biçimde yürütme erkinin başındaki figür sivrilecek, öte yandan siyasal partilerin etkisinin daralışına koşut biçimde referandum ve medya manipülasyonu ağırlık kazanacaktır. Hukuk devletinin ‘inzivaya çekilişi’ açık ki toplumsal kontrol mekanizmasını da dönüştürür; siyasal kararları parlamenter tartışmaya açmamak, aynı zamanda denetleyici organlara da kamuoyu eleştirisine de kapatmak anlamına gelir. Siyasal alanın bu yolla daraltılışının da birden fazla görünümünün olduğunu biliyoruz: Muhalefet ‘suçlulaştırılır’, yani polisiye önlemlere konu edilir ve ‘devlet sırrı’ mefhumu bu polisiyeleşmeye eşlik eder. Poulantzas bunu ‘dev bir kontrol ağının yaratılması’ olarak tabir eder. Toplumsal kontrolün devlet aygıtındaki muadili, bürokrasideki işleyişin ‘sadakatini garanti edecek’ ve bunu yapabilmek için devlet organizasyonuna ‘paralel’ biçimde eyleyebilecek bir partinin varlığıdır. Bu ‘egemen kitle partisi’, bürokrasideki işleyişi ‘sevk ve idare eden’ bir garantör işlevi üstlendiği gibi, otoriter devletçiliği faşizme en çok yakınlaştıran unsurdur da. Poulantzas’ın ‘devletin ikizleşmesi’ diye tabir ettiği üzere bürokrasiyi ‘güvenilir personel’ olarak kendine bağlamanın ötesinde, bir ‘devlet partisi’ olarak eyleyip muhalifleri devlet aygıtından ayıklama işlevi üstlenmesi de olasıdır.[15]
Peki tüm bunlar bize ne söyler? Poulantzas’ın henüz ‘neoliberalizmin’ adının konmadığı bir tarihte kapitalizmin yapısal krizinden türettiği öngörüler, bugün dünya genelinde bir fenomene dönüşmüş olan otoriter siyasal biçimin sınıfsal bağlamla ilişkisini kurmamızı sağlar her şeyden önce. Kendi deneyimimizin ‘biricik’ karakterde olmadığını görmeyi mümkün kılar. Krizin sınıfsal bir ‘saldırı’ stratejisine engel olmadığını, sınıfsal bir atağın hegemonya krizine eşlik edebildiğini tespite olanak sağlar: Kriminalize etme, polisiyeleştirme yoluyla siyasal alanın daraltılması ile grev yasakları, aynı madalyonun iki yüzüdür. Dolayısıyla otoriterleşmenin, en temelde devlet aygıtının siyasal alanı daraltma yönünde yeniden organizasyonu olarak anlaşılması gerektiğinin ve kendinden menkul ‘kişisel aura’lara indirgenemeyecek karakterinin altını çizer. Dahası, bugün örneğin Türkiye özelinde yürütülen rejimin adını koyma tartışmalarına ilişkin önemli bir açılım da sağlar: Otoriter devletçilik, bugünün kolay sınıflandırılamayan, eski adlandırmalara kolayca yakıştırılamayan, amorf siyasal biçimlerinin tam da ‘belirsizliği işlevselleştiren’ niteliğini işaret eder. Şöyle de tercüme edilebilir: Kapitalist devlet kendisini bu yapısal krize ‘adapte etmekte’, olağan-dışı araçları olağan duruma taşıyarak “yeni bir normallik” yaratmaktadır -yani artık kapitalizmden ‘eski türde’ bir temsili demokrasi beklememek gerekir. Dolayısıyla otoriter devletçilik kavramsallaştırması, tüm istisnai devlet biçimlerine benzetilebilen ama tam olarak hiçbirini yansıtmayan karakteriyle[16] ve kimi zaman son derece ‘absürtleşen’ siyasal sahnesiyle, hegemonikleşememe kabiliyetsizliğini sürdürülebilir kılmanın adı olarak düşünülmeye müsaittir. Fakat neyin sayesinde?
Sonuç: Kamu’suz Yürütme Erki
Sermeye sınıfı içindeki uzlaşmaz çelişkilerin zorunlu sonucu olduğu düşünülürse, iktidarı bir çekirdekte merkezileştiren otoriter devletçi biçimin ‘kadiri mutlak’ görüntüsü, yalnızca kısmen gerçeği yansıtır. Poulantzas hegemonyaya değil ‘krizin idaresi’ne dayalı bir devlet iktidarının ‘güçlenirken zayıflayan’ niteliğine bir kez daha dikkat çeker: Devin ayakları kildendir ve fakat “vahşi hayvanların en çok, yaralandıkları zaman tehlikeli oldukları”nı da unutmamak gerekir.[17] Bu tehlikenin, bugün dünya genelinde “güvenlik devleti” kavramını içeriklendiren sonsuz sayıda olguda karşılık bulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat bu ortak deneyimi, “kamu”nun imlediği tüm anlamları[18] kapsayacak biçimde genişleterek düşünmemiz de gerekir. Marx’ın etkin bir yürütme erkinin üstlendiğini söylediği temel işlevi hatırlayalım: Ortaklığa ait olanı, tikel sınıfsal çıkarların tasarrufuna özgülemek. Denilebilir ki yürütme erki bu işlevi -hem bir siyasal özne olarak kamu’yu birlikte eyleyemeyecek biçimde parçalayarak ve hem de kamu’nun sahip olduğu ‘şeyleri’ özel çıkara transfer ederek- yani çifte bir güçsüzleştirme süreci işleterek yerine getirir. Yani kapitalist devlet, yürütme erki maharetiyle kamu’nun ortaklaşa sahip olduğu varlıklara -ve elbette doğaya; madenlere, ormanlara, nehirlere, dağlara- el koymakla kalmaz, aynı zamanda bir özne olarak da kamu’yu çözmeyi hedefler. Daha doğru bir ifadeyle, bu ikisi ancak birarada mümkündür. Dolayısıyla otoriter devletçiliğin hegemonya kabiliyetsizliğini sürdürülebilir kılma, iktidar bloğu içi çelişki ve çekişmeleri idare edebilme ‘becerisini’ de bu zeminde aramamız icap eder. Bugün aldığı biçimiyle kapitalizmin otoriter devletçi fazı, bir bütün olarak ‘kamu’ya karşı yok edici kapasitesini pekiştirmesi sayesinde, krizi sermaye adına yönetebilmiş ve kamu adına da derinleştirmiştir. Ortaklığı çözdükçe, “kardeşlik” şiarına giderek daha çok dinsel ve milli renklere bulanmış haliyle başvurulması herhalde tesadüf değildir.
Bugün bu tablo belki de her zamankinden berrak: Güvenlikçi karakteri nedeniyle olmadık olağanüstü haller yaratmak zorunda olan yürütme erki, pandemi gibi hakiki bir olağanüstü hal karşısında koca bir ‘vaatsizliği’ cisimleştiriyor. Aklın ve bir ‘siyasal bütün’ olmanın gerektirdiği önlemleri almama tercihi -ve aynı zamanda alamama kapasitesizliği- denilebilir ki kamunun güçsüzlüğü sayesinde sürdürülebiliyor ve kamuyu daha da güçsüzleştirecek koşulları yaratıyor. Fakat öte yandan, sınıfsal ‘sürü bağışıklığı’ stratejisinin yaşamsal tehdidi de sınıfsallaştırışı, kamuya karşı uzun yıllardır sürdürülen ‘atak’ta bir sınıra gelindiğini de gösteriyor. Dolayısıyla devlet iktidarı, sınıfsal ayrışmayı her yoldan derinleştirdikten sonra dönüp siyasal ‘bütünü’ kapsayamıyor; yani bu kez siyasal birlikteliği ‘temsil’ edememe kısıtıyla karşı karşıya kalıyor. Öyleyse şunu söylemek artık naif bir beklenti değil, siyasal bir sorumluluk olabilir ancak: Olan biten, otoriter devletin sınıfsal karakterini gözümüze sokarak kendi meşruiyet dayanaklarını da sarsıyor ve belki de ‘köstebek’, dünyanın farklı coğrafyalarında kapitalizmin topyekün ideolojik krizinin zeminini bu kez daha derinden kazıyor.
DİPNOTLAR
[1] Poulantzas, Fascism and Dictatorship, Verso, 1974: 329. İfadenin Türkçe çevirideki karşılığı ise şöyle: “Olağanüstü devlet, her kapitalist devlet gibi, ayakları yumuşak kilden yapılmış dar bir heykeldir” -bkz. Faşizm ve Diktatörlük (çev. A İnsel), İletişim, 2012: 383.
[2] Benjamin, Pasajlar (çev. A Cemal), YKY, 2004: 104.
[3] “Fransız burjuvazisinin iki büyük bölümü, ancak bu biçim altında birleşebilir, sınıflarının ayrıcalıklı bir kesiminin rejimi yerine kendi sınıflarının egemenliğini ancak bu biçim altında gündeme sokabilirlerdi” -bkz. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Fransız Üçlemesi içinde (çev. E Özalp), Yordam, 2016: 176.
[4] Marx bunu 1848 cumhuriyet anayasasının çelişkisi olarak anıyor: “Toplumsal köleliklerini ebedileştirmesi gereken sınıfları, yani proletaryayı, köylüleri ve küçük burjuvaları, genel oy hakkı aracılığıyla siyasal iktidarın sahibi yapıyor (…) eski toplumsal iktidarını onayladığı sınıfı, yani burjuvaziyi, bu iktidarın siyasal güvencelerinden yoksun bırakıyordu.” -bkz. Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Fransız Üçlemesi içinde, s. 72.
[5] Sieyes’in ulusun bir parçası sayılmayı “temsil edilebilir olmak”la eşitlediği formülü ve temsilin giderek daraltılması yönündeki girişimler için bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları, Fransız Devrimi’nde Siyasal Düşünceler ve Mücadeleler 1789-1794: Özgürlüğün İcadı, Dipnot, 2020: 105-118.
[6] Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Fransız Üçlemesi içinde, s. 191.
[7] Bu kez Tanıl Bora çevirisine başvuruyorum: Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, (çev. T Bora) İletişim, 2010: 161.
[8] Marx, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, s. 160.
[9] Marx, Fransa’da İç Savaş, Fransız Üçlemesi içinde, s. 312-313.
[10] Marx, Fransa’da İç Savaş, Fransız Üçlemesi içinde, s. 308.
[11] Bir bütün olarak öğretici olan Cem Eroğul’un çözümlemesi, cumhuriyet biçimindeki uzlaşmanın gerisindeki rekabetin cumhurbaşkanlığı makamını ‘bir tür seçilmiş krallık’ olarak formüle etmeyi beraberinde getirdiğine, böylece ‘imparatorluk’ tehlikesini bağrında taşıyan bir anayasanın oluşumunda uzlaşıldığına dikkat çekiyor -bkz. Eroğul, “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i”, Marksist Klasikleri Okuma Kılavuzu içinde, Yordam, 2013: 132-133.
[12] Bununla birlikte Bonapartizm kavramının işaret ettiği üzere yürütme erkinin edindiği ‘özerkliği’, Poulantzas tüm kapitalist devlet tipinin ayırt edici niteliği olarak da tanımlar -kapitalist devlet bir sınıf devleti olarak temel işlevlerini üstlenebilmesini “göreli özerkliğine” borçludur. Aynı nedenle, Poulantzas, Marks ve Engels’e referansla “Bonapartizmin burjuvazinin dini olduğu” ifadesini sık anar -örneğin bkz. Political Power and Social Classes, Verso, 1978: 302. Bu özerkliği mümkün kılan kapitalist üretim tarzına özgü ekonomi ve siyaset alanları ayrışmasıdır. Paradoksal gibi görünse de devletin göreli özerkliğindeki ‘derece’ artışı, devletin bir sermaye fraksiyonunun inşa edilemeyen hegemonyasını üstlendiği anlamına gelir. Poulantzas’ın incelikli ve sıklıkla kafa karıştırıcı teorik analizini bu kısa yazıda derinleştirmek olası değil; yine de göreli özerklik saptamasının en çok eleştirilen noktalardan biri olduğunu ve Poulantzas’ın “devleti, sınıflar arası ilişkilerin yoğunlaşması” olarak kavradığı geç dönem metinlerinde kaybolmasa da vurgusunun azaldığını söylemek mümkün.
[13] Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, s. 99.
[14] Poulantzas, The Crisis of the Dictatorships, NLB, 1976: 92, 9.
[15] Tüm bu anlatı, Poulantzas’ın 1976 tarihli “The Political Crisis and the Crisis of the State” makalesine (The Poulantzas Reader: Marxism, Law and the State içinde, der. J Martin, Verso, 2008: 294-320) ve 1978 tarihli State, Power, Socialism (Verso, 2000) adlı kitabının ilgili bölümüne (s. 203-247) dayanıyor. Otoriter devletçilik tartışmasını Türkiye bağlamıyla ilişkilendirme denemesini daha önce şu ortak çalışmada yapmaya çalıştığımızdan, burada ayrıntılandırmıyorum: Yiğit Karahanoğulları, Duygu Türk (2018), “Otoriter Devletçilik, Neoliberalizm, Türkiye”, Mülkiye Dergisi, 42 (3), 403-448.
[16] Tüm istisnai devlet biçimleri bir ‘reis’in öne çıkışını beraberinde getirir örneğin, ne var ki bu, ‘bonapartizmin’ adını borçlu olduğu örnekteki gibi, bir sınıflar arası dengeye her zaman denk düşmez. Nitekim bugün yürütme erkinin en üstündeki isimlerin sınıflar-üstü pozisyon aldığını söylemek açık ki mümkün değildir. Veya: Kayyum atamaları örneğinde olduğu gibi siyasal alana açıkça ‘el konulması’ da rejimin bir bütün olarak -siyasal partilerin tümünün yasaklandığı ve açık bir imha sürecinden bağımsız düşünemeyeceğimiz- faşizme dönüştüğünü göstermez.
[17] State, Power, Socialism, s. 205. Benzer bir vurgu Faşizm ve Diktatörlük‘ün son satırlarında karşımıza çıkar – Marx’ın Louis Bonaparte’ı trajedi-komedi göndermesiyle anmasına atfen, “kanlı komediler de vardır” der Poulantzas, “tarihte, başkalarını öldürmekten başka bir şey yapmayan komikler de vardır.”
[18] Kamu (common) sözcüğünü, “alt sınıf” ve “halkın tamamı” anlamlarını aynı anda taşıyan demos ve public kavramlarına paralel biçimde kullanıyorum -‘kamu’ tercihi, siyasal özne ve ortaklığın yanı sıra, ortaklaşa sahip olunan ‘şeyleri’ de imlemesi nedeniyle. Bu anlamda ‘kamu’nun, seçmen çoğunluğunu değil, siyasal bir ilkenin taşıyıcısı olmayı işaret ettiğini ekleyeyim.