Barışa Giden Yol

Savaş, bizatihi ahlaksız bir eylem olduğundan savaşanlar da çokluk ahlaklarını koruyamazlar. Savaş insanlık dışı olduğundan savaşanları da insanlıktan çıkarır. Barış öyle değildir ama; ahlaklı olmayı zorunlu kılar. Ahlaksız bir barış girişimi olsa olsa bir tarafın diğerini kandırmayı amaçladığı savaş taktiğidir.

Savaş yıllarca sürdüğünde ahlak dışında bir de güven kaybolur. Kumpas, yanıltma, komplo, açığa düşürme gırla gider savaşta ve giderek taraflar birbirlerinin kuyusunu kazmaktan başka bir şey düşünemez hale gelirler.

Dürüst savaş yalnızca savaşı isteyenlerin uydurduğu bir yalandır. Güvenin yitmesinde en büyük payı, savaşanların yandaşlarına hakikati anlatmaktan vazgeçmeleri, kapar.

Savaş, hakikati kirletir.

Savaş kirlidir ve kiri bulaşıcıdır. Bu kiri hakikatin üzerine, savaşın nasıl gittiğini anlatanlar, sıvarlar. Ölü sayıları ve öldürme biçimleri en çok kirletilen hakikatlerdir. Düşmanı gayri insanileştirirken dostu yüceltme, kahramanlaştırıp efsaneleştirme hikayeleri kurulur. Savaş, öylesine insanlık dışıdır ki taraflar biteviye kendilerinin insan kalabildiğini kanıtlamaya çabalayan masallar inşa ederler.

Hakikatin kirletilmesi savaşanların destekçilerinin savaşın ne durumda olduğuna dair giderek hiçbir şey bilemez olmalarına neden olur. Kazanılıyor mu, kaybediliyor mu? Savaş alanında ne oluyor? Düşmanın kim ve gücünün ne kadar olduğu en çok kirlenen konudur.

Savaş sürerken bir avuç diye tanımlanan düşman, savaş ‘kazanılırsa’ ‘yedi düvel’ büyüklüğüne çıkarılır.

İletişimin hele bu hız ve büyüklüğünde, savaştan haberdar eden medya savaşın en çok kirlettiği aygıtlardan biri olur. Irak işgalini bir bilgisayar oyunu gibi seyreden Amerikalılar, Ebu Garip hapishanesindeki işkence fotoğraflarına inanmak istememişlerdi.

Türkiye, şimdi bir kez daha barış umudunun peşine takılmış durumda. Sadece umudun bile toplumu bu denli heyecanlandırması, halkların hiçbir zaman savaştan yana olmamasından. Savaşları halklar çıkarmaz ki zaten, bu yüzden şaşılacak bir durum yok ortada.

Barışmak için savaşın kirlettiği hakikat ve güvenin yeniden kurulması temel adım. Bu ikisi olmadan barış başlamaz.

Hakikati kabul etmeden güven inşa edilemez.

Hakikat ise sorumluluğa çağırır. Savaştaki kendi sorumluluğunu kabullenmeden karşı tarafın güvenini yeniden kazanmak mümkün değildir. Sorumluluğu üstlenebilmek için yeniden ahlaklı olmaya doğru adım atılmalıdır.

Perşembe günü Diyarbakır’da PKK’li üç kadının cenaze töreni oldu. Medya öncesinde, tören boyunca ve sonrasında hakikat sınavını bir kez daha geçemedi. Barışa hizmet etmek isteyen bir medya, töreni bütün ayrıntılarıyla verirdi. Alanda toplanan insanlarla canlı röportajlar yapar, duygularını ve gelecek tahayyüllerini ekrana taşırdı. Konuşmaları canlı yayınlardı.

Böyle yapsaydı, kendisi de bir kurgu olan, hakikate tekabül etmeyen ‘vatanın bölünmez bütünlüğünü canı, kanı pahasına savunmaya hazır, bu uğurda gencecik evladını şehit olmaya güle oynaya gönderen’ kitleye, savaşın ‘vatanı bölmeye çalışan bir avuç hain teröristle’ yapılmadığını göstermiş olacaktı.

Alanı dolup taşıran yüz binlerce insanın ‘bir avuç hain ve onların tehdidiyle toplanan zavallı bölge insanları ’ olmaktan çok daha farklı bir kitle olduğuyla yüzleşmek, bu ülkede yaşayan insanları hakikatle yüzleştirecekti.

Olmadı. Olmayınca ve hele de hükümetin açıklamalarına bakınca sanki barış girişiminin daha kirli bir savaş taktiği olabileceği kuşkuları yeşeriyor.

Eğer barış umudu da kirletilirse, hepimizi bekleyen gelecek, geçen otuz yıldan çok daha acılı olabilir.

Barış isteniyorsa ihtiyaç duyulan ilk ilke ahlak. Bu ahlakın sorumluluğunu alabilmek için hakikatin halklara anlatılması zorunlu.

***

İnsan, toprağına barışı getirmek ister. Bunun için çalışır. Kolay olmaz ama. Barış içinde yaşayabilmeye çalışmanın en kolay ama en ıstıraplı yolu barışı kanla getirmek. Kan dökmeden barışı kurmanın yolu ise savaş boyunca üstü örtülen barış adına işlenen suçlarla yüzleşmekten kaçınmamakla mümkün.

Bir memlekette bir zamanlar kurulmuş olan barış suçlarla, haksızlıklarla inşa edilmişse sürmüyor. Üstü örtülen, yok sayılan, unutulmuş gibi yapılan ya da unutturulmaya çalışılan suçlar, haksızlıklar mutlak bir yerden patlayıp taşıyor ve ortalığa dökülüyor.

Öğrenciliğinden bu yana Ankara’da yaşayan avukat kadın, ‘anababa ocağının’ olduğu memleketi için bir şeyler yapmak ister. Çocukluğunun coğrafyasına bir borç ödeme, çocukluğunu koruma isteğidir belki de.

Egenin İç Anadolu sınırındaki köyü zaman içinde kasabanın mahallesine dönüşmüştür. Köyün meydanı boş durmaktadır. Tüm masrafları üstlenerek ve köy heyetinden de izin alarak meydanı içinde çocuk oyun alanının da olduğu bir parka dönüştürür. Kaydıraklar, salıncaklar, kum havuzları, çiçekler, banklarla köyün boş meydanı çocukların gün boyu kahkahalarıyla çınlayan, akşamüzeri kadınların çekirdek çitleyerek sohbet ettikleri, yaz geceleri gençlerin şakalaştığı cıvıl cıvıl bir barış alanına dönüşür. Kadın mutludur, hala köydeki evlerinde yaşayan babası gururludur.

Park köye iyi gelmez ama. Hatta köyün barışını bozar. Önce kızlı erkekli oturuluyor, kadınlar eve girmez oldu, çocuk gürültüsünden durulmuyor homurtuları başlar. Ardından parkın geliştirilmesi için valilikçe gönderilen paranın muhtarlıkça iç edildiği dedikoduları yayılmaya başlar. İşin acısı galiba yolsuzluk suçlaması da doğrudur. Bu arada köy yakınlarındaki taş ocağı kamyonları park yüzünden taşıma işinde sorun yaşamaktadırlar.

Sonunda köylüler parkın kaldırılması için valiliğe başvururlar. Avukat kadın şaşkın ve üzüntülüdür. Köylülerinin değer bilmezlikleri onu hayal kırıklığına uğratır. Babası ve kardeşleri destek olurlar ve mücadele başlar. Kadın hukuki yolları işletmeye çalışır. Parkın yıkılmasını isteyenler bakarlar ki olmayacak aba altından sopa göstermeye başlarlar. Ailenin altmış yıl önce yaptığı evlerinin köy yolunun üstünden geçtiği iddiasıyla yıkılması için dava açarlar. Evin inşa edilmesinden 20 yıl sonra doğanlar mahkemede evet bu evin olduğu yerden köyün yolu geçiyordu, işgal ettiler yolumuzu diye tanıklık ederler. Kadının üzüntüsü artar ve yılgınlığa dönüşür. Öyle ki gözlerinin içine baka baka söylenen yalanlar onun insana olan inancını sarsmaya başlar. Baba vazgeçmez ama.

Peşpeşe davalar üstü örtülüp yok sayılan suçların ortaya saçılmasına da neden olur. Meğer o köy meydanını elli yıl önce komşu köy imar düzenlemesi sırasında ‘küçük’ bir üçkağıtla kendi mülkiyetine geçirmiştir. Sonra sizin meydan bizim diye satmaya kalkmışlardır. Köylüler zaten kendilerinin olan meydanlarına sahip çıkabilmek için jandarmayla kavga etmişler, aralarında kadının anne ve babasının olduğu birkaç kişi gözaltına alınmışlardır. Bu haksızlığı çözmek için meydanın köyün tüm hanelerine ortak tapusu çıkarılmıştır ama bunca yıl sonra tapu sahiplerinin bazıları yok öyle olmadı burası benim arazim demeye başlamışlardır.

Başka bir şey daha olur ama. Davalar arasında boğuşup parkı korumaya çalışan kadın bu süreçte köyüne daha çok gitmeye ve babasıyla, halasıyla, kardeşleriyle daha çok görüşmeye başlar. Uzun geceler boyunca babasından, ağabeylerinden ailesi, çocukluğu ve babasının çocukluğuyla ilgili hiç bilmediği ya da unuttuğu bir geçmişi dinlemeye, hatırlamaya başlar.

Geçmişim sandığı, gerçek sandığı çok şeyin başka boyutlarını, başka değişkenleri olduğunu anlamaya başlar. Ailesinin tarihini yeniden öğrenir. Öğrendikçe gönenir, hatırladıkça geçmişini acılarıyla, mücadeleleriyle, yenilgi ve yıkıntılarıyla daha çok sevmeye ve memleketine daha çok bağlanmaya başlar.

Parkın önce yapılması ve sonra da yıkılmaya çalışılması, üzerine kurulduğu toprağın suçlarının ortalığa saçılmasını sağlamıştır. Artık köyden kimse ortaya çıkan hakikati yok sayamaz hale gelmiştir. Bu hakikatle, suçlar ve haksızlıklara yüzleşmek zorundadırlar.

Dava ailenin altmış yıllık evlerinin yıkılması riskine evrilir gibi olduğunda kadının canı daha da yanar. Park yapmaya kalktığı için kendini suçlar. Böyle bir üzüntülü gecede babası, 84 yaşındaki Hasan bey kızına bakar ve üzülme der, sakın üzülme, olsun evimizi yıkarlarsa ‘bir daha yaparız, yeniden kurarız, daha güzel yaparız

Barış Hasan amcalar sayesinde gelecek eğer gelecekse. İyi, doğru, adil ve güzel olana ulaşabilmek için elindekinden vazgeçebilecek kadar cesur, geçmişle yüzleşebilecek denli dürüst ve gelecek için umutlu olanlar sayesinde.

***

Abdullah Öcalan ile Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata görüşmesi ile süre giden savaşı bitirmek için iktidar bir kez daha yeni bir ‘açılım’ ı başlattı.

Görüşme süreci bu kez sanki kamuya açık ve şeffaf olarak yürütülecek gibi bir izlenim oluşmuş durumda.

Barışa giden yolda iktidarın samimiyeti ve güvenilirliği bu güne kadar çok zedelenmiş durumda. Bu kuşkunun en önemli nedeni barıştan ne anlaşıldığının en azından iktidarın ne anladığının, belli olmaması. Görüşme sürecini iktidar adına ‘devletin’ istihbarat kurumunun yürütmesi güvenilirlik sorununu büyütüyor.

Yine de ne olursa olsun üzerinde deneyimlerden gelen bin yıllık kuşkular da olsa barış için uğraşmak savaş için çalışmaktan en azından daha erdemli. Barış için oluşan her umudun peşine, hayalciliğe kapılmadan düşmek gerekli.

Barış için yola çıkanlar geçmiş hatalarından ders alarak eylemde bulunmalı. Daha önceki, özellikle “Habur açılımı“, tek amaç barış olmayınca yapıp edilenlerin savaşı daha da körüklemekten, kırgınlık ve düşmanlıkları çoğaltmaktan başka bir işe yaramadığını kanıtladı. Taraflar, görüşme- müzakere sürecini kendi amaçlarının gerçekleşmesi yolunda bir strateji güderek değil sadece ama sadece barış için yürütmeliler.

Barışa giden yolun iki aşaması olmalı. Barıştan sonra nasıl bir ülkede yaşamak istiyoruz sorusuna verilen yanıtlarda uzlaşılmalı ki, nasıl barışılabileceği üzerine gayret gösterilebilsin.

Barışa giden yolu, barıştan ne anlaşıldığı da belirleyecek.

Barış kolay gelmeyecek ama halklar iktidarlardan daha hazırlar barışa. Halklar en kötü barışı bile savaşa tercih ederler. Süreçte toplumsal hassasiyetler diye tanımlanan her şeyin aslında toplumun değil siyasi grupların hassasiyetleri olduğu bilinmeli.

Savaşın nedeni ruhsal değildi, barış da ruhsal müdahalelerle gelmeyecek. Ama savaş bu coğrafyanın ruhunda çok derin bir yara açtı. Öyle ki coğrafyanın ortak bir ruhu bile neredeyse kalmadı.

Görüşme- müzakere süreci ancak yeni bir dil kullanarak sürdürülebilir. Bu yeni dil, savaşın kirlettiği kavramları dağarcığından çıkarıp atmalı. Kırmızı çizgiler, ihanet, hain, şehit, bölücü, gerilla, vatan, kardeşlik gibi sözcükler  kullanılmamalı.

Bu kirlenmiş dilin en kirli kavramları ihanet ve hain sözcükleri. Savaş yarasının ruhsal düğümünü, ihanete uğradığını düşünen bir halkın hain diye görülmesi, atmıştı.Kürtler kendilerine, kimliklerine, varoluşlarına ve haklarına Cumhuriyet’in ihanet ettiğini düşünürlerken Türkler, Kürtlerin ‘vatanın ve milletin bölünmez birliği ve bütünlüğü’ ne ihanet ettiklerini düşünüyorlar.

Bu ihanet dili sadece karşılıklı intikam duygularını besliyor ve yine en kirli kavramlardan biri olan ‘kardeşin kardeşe ihaneti’ söylemini körüklüyor.

Toplum barış istiyorsa hain arayışından vazgeçmek zorunda.

Türkler ve Kürtler kardeş değil arkadaş olmayı öğrenmeliler. Kardeşlik kan bağından doğan zorunluluktur ve hiyerarşi içerir. Arkadaşlık ise gönüllü beraberliktir.

Birlikte yaşamak zorundayız değil birlikte yaşamak istiyoruz diye konuşulmalı.

Savaş ülkede çok ama çok acı  biriktirdi. üstelik bu acıların yası da tutulamadı. Türkler ve Kürtler yanlarına Ermenileri, Rumları, Ezidileri, Çingeneleri, bu topraklarda ayrımcılığa uğramış herkesi alarak bir yas ortaklığına girmeliler. Kürt sorununu çözmek değil ülkenin özgürlük sorununu çözmek için çalışmak gerekiyor.

Başkasının acısını hissedebilmenin yolu, kendi acımızdan onu sorumlu tutmaktan değil onun acısındaki kendi sorumluluğumuzu anlamaya çalışmaktan geçiyor.  Bizi bundan sonra ancak tutulmamış yaslarımızı ortaklaşa tamamlamak birleştirebilir.