Geçtiğimiz yıl, Öcalan’ın 2013 Nevroz mesajı yayınlandıktan kısa bir süre sonra Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı tarafından, ‘Sarı Kitap’ olarak da bilinen ve ‘çözüm’ ya da ‘barış’ sürecini, Alevilerin gözünden okuyan bir metin yayınlanmıştı: “Barışa Kaçmak, Barıştan Kaçmak – Bir Süreç Değerlendirmesi”. Üstelik Pierre Clastre’ın sözünü ettiği ‘devlete karşı toplum’ olmanın canlı ve çağcıl bir örneğini sunan bir okumaydı bu. Bir çağrısı, bir daveti vardı bu okumanın, fakat bu çağrı ve daveti sesleyen nefes, kendine çağırmıyor, kendini de çağırıyordu. Yayınlanmasının üzerinden bir yıl geçmiş olduğu halde ne güncelliğinden, ne gücünden bir şey yitirdi bu okuma. Bu nedenle ve çağırmanın son derece tikel bir biçimini, bir imkânı gösterdiği için, söz konusu metinden kimi pasajları okurlarımızla da paylaşmak istedik. Metnin tamamına şu adresten ulaşılabilir: http://alevienstitusu.blogspot.com.tr/2013/05/barisa-kacmak-baristan-kacmak-bir-surec.html
Sözüm ona siyaseti önemsediğini, siyasetin artık askeri vesayetten çıktığını, askeri kontrol altına aldıklarını, askerle hesaplaştıklarını ve karanlık dönemlerin aydınlatılacağını ileri sürenler, hukuku tümüyle ve doğrudan vesayet altına alarak askerin karanlık günlüklerini halının altında saklamaya devam ederken, “darbe günlükleri” üstünden ülkeyi hukuktan edenler, belki bir generaller topluluğunu kontrol altına almışlardı ama o generaller topluluğuna hakim olan zihniyet de onları kontrol altına almıştı!
Süreç kendi başına bir şeydi; o bir kendinde-varlıktı ve böylece konum alınmalıydı kendisine karşı. Bir kendinde-varlık olarak bütüncüldü, hakimdi; onunla konuşulmak isteniyorsa öncelikle konum alınmalıydı; ona karşı alınan konum belirginleştirilmeliydi; her yöneltilen söze yanıt vermiyordu süreç. Bu kadar alıngan, kırılgan ve duyarlıydı kalbi, bir çocuk kalbi gibi. Kadife keselerde sarılıp sarmalanmalıydı. Yoksa her camdan kalp gibi tuzla buz olurdu ve biz tarihsel bir fırsatı kaçırmış olurduk. Böylece sürecin içeriği bir yana, bizatihi varlığı toplumsal varlığımızı kutuplaştırarak parçalamak, mevcut fay hatlarını derinleştirmek, dolaşıma girmeye niyetlenen sözü baştan boğmak, boğulamıyorsa maniple etmek için seferber oldu. Üstelik bunu yapanlar sürece karşı olan ve dökülen kandan kendi milliyetçiliklerini besleyenler değil, tersine sözüm ona milliyetçiliği ayaklar altına aldığını iddia ederken, tam da o milliyetçiliğe kan taşıyanlar, muktedir zihniyetin önünde temennayı erdem bilen sözde özgürlükçü liberaller, sürece ilişkin en küçük soruyu “yoksa sen sürece karşı mısın?” sorusuyla karşılayanlar, ez cümle bir iktidar şebekesi idi; bir muhalefet cephesi değil. Bu şebeke, topyekun, hep bir ağızdan hepimize yöneliyor ve başımıza astığı Demokles’in kılıcıyla, “bunu sorarsan sürece karşısın, sürece karşıysan barış istemiyorsun, MHP ve İP ile aynı kefedesin, öyleyse marjinalsin ve hatta belki de terörden beslenen bir teröristsin” nidalarıyla süreci anlamanın, sürece katılmanın, sürecin bir parçası olmanın, sürecin sahiplenilmesinin önüne geçiyor!
Süreç, sahipsiz, öksüz yetim bir sokak çocuğu gibi sokaklarda çarşaflara büründürülmüş olarak dolaştırılsın, dolaştırılsın ki o çarşafların altında kimin, kimlerle, neyi, nasıl yaptığı hiç bilinmeksizin, her durumda sözüm ona sürecin bizatihi varlığına iman edenler, o bizatihi varlığın yüzünün kendi yüzleri olduğunu, süreci kıskançlıkla kimseyle paylaşmaya niyetlerinin olmadığını saklayarak, tam da o hayalet üzerinden bir gerçeği inkar edebilsinler! İktidar şebekesi şimdiye değin, en başta Alevilere yaptığı gibi, izlediği yolu izlemeye, sorunun doğrudan taraflarını sorunun dışına atmaya, sorunun parçası olduğunu ileri sürenleri marjinalleştirmeye devam ediyor. Bu bakımdan sürecin sağlıklı bir biçimde işlemesinin önündeki en temel engel mevcut iktidar şebekesinin siyaset yapma tarzıdır.
Süreç kerameti kendinden menkul, bizatihi bir varlık değildir. Kendisine karşı ya da yandaş olunmaya çağrılacak bir aktör hiç değildir. Kim, bir başkasını sürece karşı konum almaya çağırıyorsa, çağırdığını daha baştan sürecin dışına atıyor, sürece karşı ötekileştiriyor, süreçle arasına kesin ve aşılmaz bir duvar örüyordur. Aynı ölçüde örülen duvarın arkasında süreç bir şebekenin eline teslim edilmektedir. Bu bakımdan mahallenin delikanlılarına işmar ederek süreç baharını mahallesine sokmamaya kararlıymış gibi gözüken MHP’nin süreçle arasına duvarlar örerek duvarın arkasında, süreci AKP’nin üstünde bırakma ve orada boğma politikasıyla, AKP’nin herkesin konumunu sürece göre hizalamasına dönük çağrıları aynı baptandır! O da süreçle sorunun tarafı olan bizler arasında büyük duvarlar örmekte ve duvarın arkasında sürecin büyük ağabeyliğini, vasiliğini üstlenirken, tıpkı MHP gibi, bu sahiplenmeden nemalanmaktadır. Her iki durumda da sürecin yöneldiği kabul edilen sorun toplumun elinden alınmakta, bir muktedirler şebekesinin tekeline terk edilmekte ve onların çıkarlarının bekası için seferber edilmektedir.
Barış süreciyle birlikte geri dönüşsüz ve açık seçik bir biçimde görülmüştür ki Türkiye’de anayasanın hiçbir hükmü yoktur. Anayasa güç ilişkileri içinde hakim olan aktörler tarafından açıkça askıya alınmıştır. Güç ilişkilerinin varlığı ve bunun bir hegemonya olarak okunma imkanıyla birlikte düşünüldüğünde, toplumun genel sathında anayasanın anlamlı bir değer taşımadığı, hiçbir bağlayıcılığının olmadığı, bu ölçüde de geçtiğimiz yıldan beri yürütülen anayasa tartışmalarının boşa çıkmış kofluğu bir anda ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde, anayasanın askıya alınmışlığının ortaya çıkışı, Türkiye’nin çoktandır hukuk devleti olmaktan çıktığını, hukukun yalnızca siyasal iradenin seçim ve kararlarını biçimselleştiren ve bu biçimselleştirme ölçeğinde, açıkça siyasal bir mevziiye dönüştüğünü de göstermektedir. Bunun toplumsal hareketler bakımından anlamı, elbette hukuksal düzlemde verilen ve verilmesi gereken mücadelelerin terk edilmesi olmayacaktır; ancak mücadeleden hukuksal mücadeleyi anlayanların ve mücadeleyi oraya sıkıştırmaya çalışanların ne büyük bir yanılgı içinde olduğu ortadadır.
Daha düne kadar Alevilerin düzenlediği mitinglerde, çeşitli toplantılarda Kürtlerin varlığına katlanamayan, Kürdün Alevi, Alevi’nin Kürt olamayacağı ezberine iman etmiş olan, Kürtlerin sorunlarıyla Alevilerin sorunlarının belli ortaklıklar içerdiğine ilişkin her görüşü teröristlik sayan ve taptığı biricik tanrı olarak mahiyetinden bağımsız olarak iktidarı görenler, bir gecede, iktidar onlara görmeleri gerekenin ne olduğunu fısıldadığı anda sürecin havarisi kesiliverdiler. Dün, hangi Alevi Kürtlerden söz etse terörist sayan zihniyet, şimdi Kürt sorunu ve barış süreci konusunda Alevileri ikna etmek için akil adamlar listesinde!
Daha belleklerde dün gibi tazedir: Fethullah Gülen adlı ve kendisine cemaat önderliği yakıştırılan birinin Alevilere dönük, Kürtlere dönük nefret kusan yazıları ve sözleri gün gibi ortadayken, bu kişiyi filozofluk payesiyle donatan, bu nefreti ondan ödünç alıp bir de Alevilere hoşgörü gömleğiyle pazarlamaya kalkışan, yetmezmiş gibi, ömrünü bir eli yağda bir eli balda, inanılmaz bir dokunulmazlık zırhıyla geçirdiği halde mazlum seviyesine yükselterek sözüm ona çektiği çileler ile Nazım Hikmet’in çektiği çileler arasında bağlantı kurma cüretini gösteren, cumhuriyetin en karanlık yıllarında Aleviler kendilerine bir yön bulmaya çalışırken karanlık iktidarlarla göbekten bağ kurup Alevilerle Kürt topluluklar arasına nifak tohumları serpmek için tümüyle iktidar destekli örgütsel girişimlerde bulunan, bunu ört bas etmek için Alevilerin öz örgütlenmelerini sürekli olarak iktidarlara ihbar etmekten geri durmayan, bundan sonuç alamadıkça bu kez de içinde debelendiği iktidar çamurunu bu öz örgütlere sıvamaya kalkan, bu örgütlerin yaptığı mitingleri terörizm, bu mitinglere katılanları Kürt teröristi sayan, Alevilerin ayinlerini kurduğu diyanet taklidi kurullarla yozlaştırmakta sınır tanımayan, Alevilere, sosyalistlere yönelik katliamlarda elinin kana bulandığından kimsenin kuşkusunun olmadığı şahsiyetleri ayine sokmaktan ve postun dizinin dibine oturtmaktan çekinmeyen, yaptıkları sayılamayacak kadar çok, en son övünçle Fethullah Gülen’le ortak cami-cemevi-aşevi projesi geliştirdiklerini ilan eden ve her geliştirdiği proje üzerinden içinden çıkılmaz ve anlaşılmaz mali bağlantılarla muazzam bir servete hükmeden İzzettin Doğan, akil adamlığa bihakkın layıktır! Kürtlere, Ermenilere, Alevilere, ez cümle kendisinden gayrı kim varsa, herkese düşman olan ve can güvenliklerini tehlikeye sokmak üzere hedef gösteren Yeni Akit gazetesinin yayın yönetmeni akil adamlığa ne kadar layıksa İzzettin Doğan da o kadar layıktır. Layıktır, çünkü bu iki ismin seslendiği bir taban varsa eğer, düne kadar Kürt ve Alevi düşmanlığına yönelttikleri bu tabanı, şimdi Kürt dostu olmaya ancak onlar ikna edebilir. Bu metinle birlikte Vakfımız İzzettin Doğan zihniyeti ve kurumsallığıyla, bu zihniyeti saygınlaştıranlarla yollarını kesin olarak ayırdığını açıkça beyan eder.
Kendisini örnek bir deneyim alanı olarak dayatan Kürt hareketi, ders çıkarabileceği başka deneyim alanlarının varlığını ya görmemiş ya da görmezlikten gelmiş, kendi sorunlarıyla başkalarının sorunları arasındaki bağı fark ettiğine ilişkin imayı hep taşımışsa da tam bir iktidar mantığıyla bu bağı kurmayı hep ikincil, ihmal edilebilir bir görev, bir tür zul saymış, bağ kurmak gerektiği yerde de somut olguyla bağ kurmak yerine, “bağ kuracağım aktörü de, olguyu da ben inşa ederim” mantığıyla davranmayı seçmiş, kimlik siyasetinin olanaklarını başarıyla kullanırken, aynı siyasal algının uzun erimli açmazlarını ihmal etmiş ve nihayet kendi inşa ettiğinin rehinesi durumuna düşmüştür. Bu bakımdan Alevi çalıştayları süreci Kürt hareketinin özellikle bundan sonra atacağı adımlar, yapacağı seçimler için bir deneyim alanı olarak şimdi önlerindedir. Bu örneğin okunup okunmayacağını, nasıl okunacağını hep birlikte bekleyip göreceğiz. Unutulmamalıdır ki her ne kadar iktidarın çalıştay hamlesini bir başarı olarak onların hanesine kaydetsek de, aynı zamanda bütün cılızlığına, bütün dezavantajlı konumuna, karşılaştığı bütün baskılara karşın, sonrasında ne yapıp yapamadığı bir yana, çalıştay günlerinde demokratik Alevi hareketinin kendi ölçeğinde başarılı bir sınav verdiği açıktır. Öyleyse bir cümleye indirebiliriz: Demokratik Kürt Hareketi hiçbir şerh düşmeden, hiçbir ezbere takılıp kalmadan, ikincilleştirmenin bütün baştan çıkarıcılığına karşın Alevilik, din ve azınlık sorunu üzerine konuşmayı öğrenmelidir! Yeni bir dil öğrenir gibi öğrenmelidir; aynı şekilde Demokratik Alevi Hareketi de zaten çok iyi bildiği bir dili artık gırtlağın dokuzuncu boğumunda tutmaktan vazgeçmeli ve Kürt sorunu üzerine konuşmalıdır. Bu meyanda beyan ederiz ki:
Kürt sorunu aynı zamanda Alevi sorunudur; Alevi sorunu aynı zamanda Kürt sorunu. Bunun açık anlamı Alevilerin Kürt, Kürtlerin Alevi oluşu değildir. Kaldı ki her Aleviliğine sırtını dönmemiş Alevi, Kürdün Kürt olmaklığıyla cezalandırıldığı yerde Kürt olmayı sevinçle üstlenir ve aynı Alevi bilir ki demokratik reflekslerle şekillenmiş her Kürt, bir Alevinin Alevi olmaklığıyla ezildiği yerde, kuşkusuz bir Alevidir! Baştan beri kimlik temelli siyaset anlayışlarına şiddetle karşı çıkan örgütümüz, aynı karşı çıkıştan sapmaksızın “Kürt sorunu Alevi, Alevi sorunu Kürt sorunudur” ifadesiyle, kimliklere işaret etmez: Bu sorunların ortak paydasına, sorunları sorun olarak kodlayan ve kendi yapılanmasından kaynaklanan her tür sorunu kimliklere göndererek toplulukların kendisini sorunsallaştırmaya kalkan devlete ve onun üç dönemdir art arda seferber olmuş hali olan AKP iktidarına işaret eder! Aynı şekilde, sorunu kendisi devlet olmasa da, devletli oluşu sorgulama gereği duymadan, devlet mantığıyla kavrayanlar da bu kapsamdadır!
Sorunu devletten doğru değil, devlete doğru bakarak görmeliyiz. Çünkü sorun devletin bize işaret ettiği yerde değil, devletle ona bakan göz arasında çırılçıplak durmaktadır. Gözlerimizi devletin ya da muktedir parmağının gösterdiği yere değil, devletin ya da muktedirin gözünün baktığı yere, devletin ve muktedirin gözbebeğine dikmeliyiz ki hem sorunu görebilelim, hem de Alevileri kim, nasıl, nereden tehdit etmektedir; Alevilerin dostları ve düşmanları kimlerdir bilebilelim. Her muktedirler şebekesi, tabiyetini istediğinin gözünü kendisine dikmesinden rahatsız olacaktır. Olsun. Ancak ilk elde bakışımızı ve görüşümüzü puslandıran bir engeli ortadan kaldırmak gereklidir. O da yetmişi iki milleti bir nazarla görme anlayışının gayrı-politik bir içerikle anlamlandırılması ve bu haliyle de tam da politik bir inkarın yollarını döşemek üzere seferber edilmesidir.
Süreci bu bağlam içinde okumaya başlamak önemlidir. Süreç eğer şunu bile başarsa büyük bir adıma vesile olmuş olacaktır: Mevcut iktidar şebekesinin yürüttüğü atomizasyona ve inşa ettiği kimlikler hapishanesine karşı, farklı toplulukların birbiri üstüne konuşmaya başlamaları, sınırların birbirine açılması, açılan sınırlardan önyargı ve nefretle yüklü söylemlerin geçişine değil, ki onlar için bu sınırlar zaten hiç olmadı, birbirine karşı, birbirlerinin sorunlarına karşı kendi özgül sözlerini geliştirmelerine fırsat verecek bir açılma: Bunun ön koşulu da tüm tarafların herhangi bir düzlemde hakikatin kendilerinde tecelli ettiğine ilişkin tekelci yaklaşımları ve söylemleri baştan reddetmeleri gereğidir! Bu bakımdan böylesi bir zemin toplulukların birbirleri hakkındaki ezberlerini gözden geçirmelerini sağlayarak “zehirleyici cehaleti” gidermeye yönelik bir araç olarak iş görecektir. Ama bir yandan sözüm ona herkes sürece çağrılırken –böylece esasen kimsenin sürecin içinde olmadığı baştan kabul edilirken-öte yandan “Her Müslüman şeraiti ister” diye söze girerseniz, bu sürecin içinde işleyen başka süreçleri daha baştan çöpe atmış olursunuz! Bu, aynı zamanda sizin de süreci yekpare, homojen, monolitik bir yapı olarak gördüğünüz anlamına gelecektir ki Alevilerin başlarını vuracak yeni beton duvarlara ihtiyacı yoktur! Özetle; Aleviler kendilerini ve başkalarını iktidarın aynasından görmeyecekse, kimse de görmeyecek demektir bu: Kendilerini iktidarın dev aynasında seyredenlerin Alevilerin iktidarla kurduğu ilişkinin yanına yaklaşmaya bile hakkı olmayacaktır! Unutulmamalıdır ki hepimiz aynı iktidar şebekesinin içinde yaşıyoruz; farklı biçimlerde, farklı yüzleriyle ve yüzlerimizle. Öyleyse bu şebekeden yalnızca Alevilerin zehirlendiğini ileri sürmek kimsenin haddine değildir!
Yurttaşlık sorununu hukuksal olarak kavrayanlar dönüp hemen önlerindeki örneklere baksınlar; bu ülkenin hukuksal olarak gerçek anlamda yurttaş grupları varlıkları giderek azalmış olan Ermeni dostlarımız, varlıkları tüketilmek üzere sistemli bir politikaya maruz bırakılmış Süryani dostlarımız ve nihayet varlıkları tükendi diyebileceğimiz Ezidi dostlarımızdır. Çünkü yalnızca bu dostlarımızın bu siyasal birlikle ilişkisi saf bir hukuk ilişkisine indirgenmiştir! Ve aynı dostlarımız bu siyasal birlikle hukukun dışında da bir bağ kurmak istediklerinde yüz geri edilmektedir. Öyle ki Hrant Dink’in şu sözü, böyle bir sözün bir insanın ağzından nasıl çıkabildiğini tasavvur edince, bırakalım yurttaşlığı bir yana, insanı insanlığından utandıran şu sözü bir tokat gibi hepimizin suratında hala patlamaktadır: “Evet, bu ülkenin topraklarında gözümüz var; alıp bir yere götürmek için değil, altına girmek için!” Yalnızca altına girmek için, yaşadığı toprakla bağ kurmasına izin verilmiş, onun dışında o toprakla olan cümle tarihi yağmalanmış, elinden alınmış, yeni bağ kurmasına izin verilmemiş, her an altına girilecek o topraktan da edilebileceğine ilişkin tehditlerle üstüne gelinmiş ve Anadolu’nun cümle şehrinde altına girdiği topraklar da çeşitli aşağılamalara uğratılarak ellerinden alınmış Ermeni dostlarımız, has, en saf haliyle hukuksal olarak tanımlanmış yurttaşlarımızdır! İstediğimiz bu mudur?
Sürecin merkezine toplumsallık oturtulabildiği ve bizzat nesnesini de yeni bir toplumsallık arayışı olarak konumlandırdığı ölçüde süreç gerçekten bir barış ya da çözüm süreci olabilir. Bunun dışındaki her adım yalnızca sorunu öteleme ya da kriz yönetme adımı olarak kalacaktır. Ancak kuşkusuz, içinde bulunduğumuz sorunlar ve yeni gereksinimlerin ağırlığı karşısında, sürecin ciddiye alınmayacak ölçüde hafifliği, “öyleyse küstüm oynamıyorum” diyenlerin haklı olduğu anlamına gelmez. Hele hele Kürt hareketinin bu süreç içinde taktik adımlarını, birer adım ve birer taktik olduklarını gözetmeksizin, içinde şekillendikleri konjonktürü ve bileşeni oldukları stratejiyi gözetmeksizin politik bir manifesto derekesine yükselterek Kürt hareketine karşı mesafe almak kabul edilemez. Ona karşı sırtını dönmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi, böyle bir lüks kimseye tanınmamıştır. Böyle bir lüksle hareket edenlerin son derece meşru gerekçeleri olmakla birlikte. Meşru olması anlaşılabilir olmasından öte değildir.
Taktik başarılar uğruna “zalimin talim ettiği yola”, “yeryüzünün halifesi hünkara” minnet eylemektense, sürecin büyüsünü sokağın gerçeğine dönüştürmek! Akil adamlara övgüler dizmektense, sokağı soğuk aklın pazarlıkçılığından arındırmak ve barış ile çözüm istencinin ateşiyle harlamak! “Kardeşler arasında hesaplaşma olmaz, helalleşme olur”un sürmeyi gözünden çeken kurnazlığına gözlerimizi kapatmaktansa, kardeş olduğunu iddia edenin önüne “parasını verir, öldürürüm” zihniyetiyle kotarılmış Roboski’yi koymak! Kardeşler birbirinden büyüktür, küçüktür, öncedir, sonradır, kadındır, erkektir, zengindir, yoksuldur…Bir kardeşlik toplumunu baştan reddetmek! Dostların siyasal birliği için devleti değil, en başta toplumu, devlet merkezli siyaseti değil, toplumsallığı seferber etmek. Ya dostun dili, dini, cinsiyeti, etnisitesi, varsılı, yoksulu, işçisi, burjuvası olmaz mı? Olur elbette. Ama Aleviler olarak bizler acı bir tecrübeyle biliyoruz ki kardeşlik karındaşlıktan geldikçe, kardeşinizin eli sizin kanınıza batsa da, kardeşinizin eli sizin kanınızla yoğrulmuş terinizden hiç çıkmasa bile kardeşiniz olmaya devam etmekte ve kardeşlik tam bu zulmün üstünü örten yeşil bir şal, bir bayrak gibi salınmaya devam etmektedir. Oysa dostu dost kılan eylemidir; karındaşlıkla sarıp sarmaladığı eşitsizlikçi sıfatları değil. Dostun dost olduğunu ya eylemiyle bilirsiniz ki dosttur, ya eylemiyle bilirsiniz ki düşmandır! Oysa kardeşliğimizi iddia edenler sürgit bu eşitlikçi zulüm çarkının üstünde dans etmek istemektedir. Öyleyse gözümüz “kardeşimize”, gülümüz dostluğunu eylemiyle göreceğimiz dostumuzadır!
Öncelikle AKP iktidarı, çalıştay sürecinde tıpkı Alevilere karşı yürüttüğü operasyon gibi, sözüm ona muhatap alacağı aktörü kendisi yapılandırmaya çalışmaktadır. Barış ya da çözümden yana olduğunu iddia eden her siyasal iradenin yanıtlamaktan kaçamayacağı soru şudur: Çatışan kim, muhatap kim, barışan kim? Türkiye devleti öncelikle çatışma süreci içindekileri tümüyle sürecin piyonları olarak okumayı seçmekte, sanki onlar ipleri birilerinin elinde kuklalarmış gibi tasavvur ederek, böyle olması için elinden geleni yapmaktadır. Öyle ki bu kuklalar birileri ya da birisi gel dediğinde gelecek, git dediğinde gidecektir. Hal böyle olunca, AKP hükümetinin aslında gerçek muhataplar yerine, o muhatapları devreden çıkaracak hamlelere yöneldiğini, yani muhatapları açıkça sürecin dışına atmaya ve hatta mümkünse içeriden yararak imhaya yöneldiğine ilişkin bir sonucu da beraberinde getirmektedir.
Süreç, halının altına süpürülenlerin iyiden iyiye kabaracağı ve böylece kardeşliğin tesis edildiğinin sanılacağı bir süreç değildir; tersine halının altındaki yığının açığa çıkarılması gereken bir süreçtir. Bunun açık anlamı da barış süreci adı verilen bu sürecin, vaat ettiğinin tersineymiş gibi görünse de, vaadini yerine getirebilmek için bir çatışma süreci olarak işlemesi gerektiğidir. Çatışma derken elbette bir şiddet döngüsünden söz etmiyoruz. Kastettiğimiz gayet açıktır: Barış süreci herkesin herkesle ve en başta da kendisiyle yüzleşme süreci olmaksızın asla barışa ve çözüme evrilmeyecektir. Bu süreç Türklerin Türk olarak yaptıklarını unutarak değil hatırlayarak işleyebileceği bir süreçtir. Emektar bir sosyalist dostumuzun ifadesiyle Türklerin Türklerle yüzleşme sürecidir. Ancak niteliği ve araçları farklı farklı olsa da Kürt dostlarımızın da yüzleşmesi gereken tarihsel bir anda olduğumuz açıktır. Türkler Türklerle kendini somut eylemde gösteren bir yüzleşmeye mahkûmken, Kürt hareketi daha ortada hiçbir şey yokken, şimdiden kendilerini belirgin bir çekinikliğe ve giderek siyasal soğukluğa iten, bu yanıyla her ne kadar hali hazırda bir eylemi koşullamıyormuş gibi gözükse de, yarattığı ataletin kendisinin bir eylem olduğu bir söylemle yüzleşmek zorundadır! Aksi takdirde barışa en çok hasret çeken Kürt toplulukların bu derin sessizliği, tam da sessizliğiyle önüne gelen her şeyi bir sel gibi sürükleyecektir. Öyleyse şimdi şenlik zamanıdır! Kırk küpün üst üste dizildiği bir siyasal çerçevede, en alttaki küpü muzırca, hınzırca çekmenin ve kopacak gümbürtüye çocuklar gibi gülmenin zamanı! İçimizde ne kadar tortulanmış keder varsa, gülüşlerimizin akıttığı gözyaşlarımızla çözülüp dağılsın diye…
Bu coğrafyanın Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler vb. zulme uğramış kadim halklarını her seslerini yükselttiklerinde kimlik siyaseti yapmakla suçlayıp birlik ve beraberliğe çağrı çıkartanlar, halkları yalnızca kendileri üzerine söz söylemeye zorlayıp birbirleri üzerine ve birbirleriyle konuşmaktan men ediyorlar. Kimlik siyasetinin ta kendisi olan bu anlayışa karşı bizler, Aleviler olarak, barışın toplumsallığın seferber edilmesiyle başarılacağına olan inancımızı ve sürecin tam göbeğinde yer aldığımızı beyan ediyoruz. Muktedirlerin diline teslim olmamak adına bu beyanı Aleviliğin diliyle, Alevice yapıyoruz: Biz, Aleviler yüzyıllardır ölüyoruz, öldürülüyoruz. Bu toprakların cümle kadim halkları gibi. Ama hiç bu kadar öldürülebilir olduğumuza inandırılmamıştık! Her öldüğümüzde ve öldürüldüğümüzde cesedimizi sırtlar, yürür giderdik; şimdi cesedimizi kim sırtlayacak diye düşünüyoruz kara kara; Hüdai oradan bize seslenirken: “Ölüm ölür biz ölmeyiz.” Ne zaman cesedimizi sırtlayıp gittiysek, ölüm öldü, biz ölmedik! Ve ne zaman cesetlerimiz musalla taşlarından başkalarının sırtında kalktı; biz öldük! Biz öldük ve cemevlerimizin kapıları ölen cümle evlatlarımıza açıldı; Türkü, Kürdü, Ermenisi, Süryanisiyle…Onlarla birlikte ölmüştük çünkü. Şimdi, birlikte öldüklerimizle sorunlarımız ayrı ayrı olsa da, biliyoruz ki ölümü öldürmenin vaktidir gayrı; ölümümüz nasıl birlikteyse, dirimimiz de öylece birlikte olacak! Soğuk bir politik aklın labirentlerinde değil, gerilimli, tutkulu bir aklın vicdanıyla…