Suriye Ulusal Televizyonunun 11 Eylül 2013’teki haber başlığı “Suriye Teröristleri Avlamaya Devam Ediyor”[1] biçimindeydi. Suriye devletinin kimyasal silah kullanmasıyla ilgili olarak ABD ve müttefiklerinin müdahale edip etmeyeceği ya da Birleşmiş Milletlerin harekete geçip geçmeyeceği biçimindeki uluslararası tartışmanın ortasında Suriye Devletinin ne söylüyorsa onu yapması önem bakımından diğer her şeyi aşıyordu: Teröristleri Avlamak. Yalnızca birkaç ay önce Türkiye’nin iddialarından biri ise şu biçimdeydi: “Türkiye İsyancıların Arkasına Saklanan Şii Teröristleri Avlamaya Başlıyor”.[2]
Diğer devletlerin ‘terörle savaş’ta yapmakta olduklarını ileri sürdükleri şeyin Suriye ve Türkiye tarafından bizatihi gerçekleştirilmekte olduğunu iddia etmek kolay olacaktır: Terörist avcılığını siyasal gündemin tepesine yerleştirmek. Fakat ya başka bir şey süregidiyorsa? Ya ‘terörist avcılığının’ arkasında çok daha büyük bir tarihsel öneme sahip bir süreç varsa? Eğer ‘terörist avcılığı’ ifadesini çözmezsek, bir küresel barış[3] projesinden başka bir şey bulamayacağımızı ileri sürmek istiyorum.
Güvenlik eleştirisi etrafında örgütlenmiş bir projenin oluşturduğu topolojinin haritasını çıkarma işine çare olmak isteyen bir dizi makalede, taktik amaçlar nedeniyle, eleştirel teorinin ‘barışçıllaştırma’[4] kavramını yeniden sahiplenmeye gereksinim duyduğunu ileri sürmüştüm. Merkezî argümanım güvenliği, barışçıllaştırma* olarak kavramamız gerektiği biçimindeydi. ‘Barışçıllaştırma’nın çoğu insana göre sömürgeleştirici güçlerin eylemleriyle birleşmiş olması nedeniyle, karşıt ve isyancı taktiklerle yakın bir ilişki içinde bulunduğunu ve bu nedenle de yaygın olarak, direnişin askeri yöntemlerle ezilmesi olarak anlaşıldığını ve barışçıllaştırmanın teorisi ile pratiğinin incelenmesinin, kavramın çok daha ‘üretken’ bir boyutunu açığa çıkardığını ileri sürüyordum. ‘Üretkenlik’ boyutu, meselede direnişin askeri yöntemlerle ezilmesinin daha az ve düzenin üretiminin de daha fazla yer tuttuğu fikrini içeriyor ki direnişin ezilmesi de düzenin üretiminin yalnızca bir parçasını oluşturuyor. Barışçıllaştırmanın, on altıncı yüzyılın sonlarındaki Machua’dan tutun da on dokuzuncu yüzyıldaki General Thomas-Robert Bugeaud’ya, General Gallieni’ye, Yarbay Lyautey’e ve yirminci yüzyılda bunların yerlerini alan Roger Trinquier ve David Galula’ya kadarki bütün kilit teorisyenlerinin, barışçıllaştırmadan imhayı değil de inşayı esas alan bir savaş olarak söz etmelerinin nedeni budur. Barışçıllaştırmanın temel uygulamasının, toplumsal düzeni (yeniden) inşa etme hedefindeki devasa bir toplum mühendisliği becerisinden başka bir şey olmamasının nedeni de budur. Bu yeni düzen içinde inşa edilecek şey ise birikim için güvenli bir temeldir.
Barışçıllaştırma imgesi, barışçıllaştırmayı, tarihsel olarak polis projesi –ücretli emeğin yönetimi etrafında örgütlenen toplumsal düzenin üretimi– olarak bilinen olguyla aynı hizaya yerleştirir ve güvenlik eleştirisinin güvenliği bir polis mekanizması[5] olarak okuyup ele alması olgusuyla yakın bir bağlantı içindedir. Bu da özellikle barışçıllaştırma ile savaş arasındaki böylesi bağıntılar söz konusuyken, ‘barışçıllaştırma’ kategorisinin eleştirel olarak kullanmak için polis gücünü savaş gücüne[6] bağlamaya mecbur olduğumuz anlamına gelmektedir. Gerçekten de ‘barışçıllaştırma’ya ilişkin eleştirel bir kavramsallaştırma, savaş ile polisi, bu ikisini iki ayrı kurum (ordu ve polis) içerisinde kurumsallaşmış iki ayrı etkinlik olarak düşünen ana akım eğilimlere kökten bir şekilde karşıt bir biçimde bağlantılandırmakta ısrar eder. Bu ideolojik ayrılık, radikal bilim üzerinde güçsüzleştirici bir etki yapmıştır, çünkü bilimcilere, ‘askeri model’e karşı ‘kriminolojik model’ gibi bir ‘modeller’ dikotomisi dayatmış ve ‘polisin askerileştirilmesi’ ile ‘ordunun polisleştirilmesi’ ya da ‘yüksek yoğunluklu güvenlik’ ile ‘düşük yoğunluklu savaş’ın bir araya gelmesi gibi en nihayetinde liberal nitelikli bir ilgiler düzeneği üretmiştir. Böylesi modeller ve ilgiler devlet iktidarının birliğini gözlerden saklar ve radikal düşüncenin önünde blokaj işlevi görür.
Başka türlü ifade edilirse, eğer genel olarak radikal düşünce ve tikel olarak da güvenlik eleştirisi, bir ide olarak barışçıllaştırma üzerinde herhangi bir mevzi elde edecekse, barışçıllaştırmanın savaş ile polisin bağlaşımını çağırma biçimlerini ele almamız gerekiyor. Savaş sanatının polis sanatı –polis bir savaşçılar loncası olarak meydana gelir– olması kadar polis de sitenin yanı sıra polisi akla düşürür. ‘Barışçıllaştırma’, savaş ile polisin daima zaten bir arada oluşlarının hangi yolla gerçekleştiğini, güvenlik etiketi altında nasıl birlikte işlediklerini ve bu işleyişin birikim süreciyle nasıl birbirine geçtiğini yakalamaya niyetlidir. Diğer bir deyişle, ‘barışçıllaştırma’, burjuva düzeninin güvenliği içindeki savaş-polis-birikim bağlantısını kavramaya niyetlidir. Bütün bunlar, burjuva toplumunun tarihini güvenlik ve birikim adına gerçekleşen bir barışçıllaştırma süreci olarak kavramaksızın söz konusu tarihin anlaşılmasının olanaksız olduğu anlamına gelmektedir.
Burada, Marx’ın ‘ilkel birikim’ kategorisiyle yola çıkılarak, ‘barışçıllaştırmayı’ sınıf savaşımına ilişkin anlayışımızın merkezî bir kategorisi kılmak amaçlanmaktadır. Bu yazı, barışçıllaştırmanın ‘etkin’ ve ‘üretken’ doğasını vurgulamak için işçilere, suçlulara, teröristlere ve düzenin düşmanlarına yönelik avcılığı, son 500 yıldır insanlara dayatılan en kayda değer talebin [Bırakın biriksin!] bütünleyicisi olarak vazetme arayışıyla, insan-avcılığını sürecin merkezine yerleştirmektedir.
İşçiler Olsun!**
Kapital’in 1. cildinin, endüstriyel sermayenin ortaya çıkışıyla ilgili bölümünde [Türkçe çeviride “Sanayici Kapitalistin Doğuşu” başlıklı bölüm –Ç.N.], Marx şunları yazar:
Amerika’da altın ve gümüş madenlerinin keşfi, yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlerin bunların mezarı haline getirilmesi, Doğu Hint Adalarının fethine ve yağmalanmasına başlanması, Afrika’nın siyah derililerin ticari amaçlarla avlandığı alana çevrilmesi, kapitalist üretim döneminin şafağının işaretleriydi. Bu masalımsı süreçler ilk birikimin ana uğraklarını oluşturur. Bunu, sahnesi bütün yeryüzü olmak üzere, Avrupalı ulusların ticaret savaşları izler. … Bunlar, 17. yüzyılın sonunda İngiltere’de sömürge sistemini, devlet borçları sistemini, modern vergi sistemini ve koruma sistemini içine alan sistematik bir bütün oluşturur. Bu yöntemler, sömürgecilik sisteminde olduğu gibi, kısmen en kaba zora dayanır. Ama hepsi, feodal üretim tarzının kapitalist üretim tarzına dönüşüm sürecini uygun bir ortam yaratarak hızlandırmak ve geçiş süresini kısaltmak için, [toplumun yoğunlaştırılmış ve örgütlü kılınmış kuvveti olan] devlet zorundan yararlanmıştı. Zor [şiddet], yeni bir topluma gebe olan her eski toplumun ebesidir. Zor [şiddet], başlı başına iktisadi bir güçtür.
Marx, burada, kapitalizmin kendiliğinden oluşan bir düzen olmadığına ve özel mülkiyetin masalımsı kökenine ilişkin mitin aksine, gerçek tarihte şiddetin merkezî bir rol üstlendiğine dikkat çeker. Marx’ın tartışmasında mevzubahis olan, burjuva düzeninin Marx’ın ‘ilkel birikim’ adını verdiği şey aracılığıyla kuruluşudur. İlkel birikim, insanları ücret dışındaki bir geçim aracından koparmak için zor ve şiddet kullanımıdır.
Marx’a göre, nüfusun önemli bir bölümünün üretim araçlarından koparılması süreci, açık ve hayati bir tarihsel önem taşır, çünkü bu olmaksızın, sermaye varlığa gelemez ve böylesi bir koparma olmaksızın kapitalist birikim diye bir şey söz konusu olamaz. Değer beyanının gizemi, sermayenin emeği yönetme tarzında yatar ve bu da birikimin kökten gizemini, yani “ücreti ödenmemiş emeğin temellükünü” açığa çıkarır. Başka bir ifadeyle, birikimin temelindeki ilke, sermayenin işçilerin ücreti ödenmemiş emeğini elinin altında bulundurması gerektiğidir. Marx kilit noktayı defaatle yeniden ifade eder: Kapitalist birikimin temel koşulu, işçilerin tasarruf haklarından mahrum edilmeleridir. Sermayenin, ücret dışındaki geçim araçlarını ortadan kaldırmaya dönük daimi arayışının, ücretleri zorla kabul ettirme yöntemleri bulma çabasının ve insanları, üretken ve etkili işçiler rolünü benimseme ve bu rol içinde kalma yolunda sürekli disiplin altına almak zorunda oluşunun nedeni budur.
Marx’ın ilkel birikim kavramının amaçlarından bir tanesi, şiddetin nasıl da sermaye sürecinin bütünleyicisi olduğunu göstermektir. Sermaye, dünyaya “tepeden tırnağa kana ve pisliğe bulanmış olarak gelir”. Sermaye, “İşçiler Olsun!” talebinde bulunur ve devlet de bu talebe, hizmetinde bulunan bütün şiddet araçlarını kullanarak yanıt verir.
İnsanların sermaye tarafından vazedilmiş koşullar içinde çalışmalarını sağlayan bu mekanizma hakkında iki noktayı not edelim. İlk olarak, bu mekanizma kapitalizmin kalıcı bir özelliğidir. Bu kalıcılık önemlidir, çünkü ilkel birikime sadece feodalizmden kapitalizme geçişe uygun bir kavrammış gibi muamele etme eğilimi kolaylıkla gelişebilmektedir. Gerçekte, ilkel birikimi, sermayenin yalnızca tarihsel değil, aynı zamanda kalıcı temeli olarak anlamamız gerekmektedir: Sermaye, işçilerin, kendi emeklerini gerçekleştirme koşullarından ayrılmalarını ön-gerektirir ve kendi ayaklarının üzerinde durabilecek duruma gelir gelmez de bu ayrılığı sürekli olarak yeniden üretir. Bu yüzden Marx, “birikimin, yalnızca, ilkel birikimde belirli bir tarihsel süreç olarak beliren şeyi süregiden bir süreç olarak sahnelediğini” ileri sürmüştür. Başka türlü söylenirse, ‘ilkel birikim’, kapitalist ilişkilerin ortaya çıkış sürecindeki bir dönemi ya da sermayenin ‘tarihöncesine’ özgü bir geçiş görünümünü betimleyen bir kavram değil, aksine, kapitalizmin daima piyasayı biçimlendirme ve kendi emek ikmalini yeniden yaratma gereksinimi içinde olduğunu yakalayan bir kavramdır. Eğer emekçilerin, sermayeden bağımsız emek koşullarından ayrılması, kapitalist toplumsal ilişkilerin [sadece geçmişte değil, daima] kuruluşunu oluşturuyorsa, ilkel birikimi, sermayenin pekişip yerleşikleşmesiyle tüketilmiş tarihsel bir süreç olarak değil, birikimin kalıcı bir niteliği olarak anlamamız gerekmektedir.
Bu süreçle ilgili not edilmesi gereken ikinci nokta ise bunun bir savaş biçimi oluşudur. Klasik askerî anlamıyla, devletler-arası örgütlü şiddet bağlamındaki ‘savaş’ değil de daha ziyade bir ‘toplumsal savaş’ ya da bir ‘iç savaş’… 1845’te Elberfeld’deki bir konuşmasında Frederick Engels, “herkesin herkese karşı olduğu bir toplumsal savaş üreten … günümüz toplumu” üzerine mülahazalarda bulunuyordu. Bu, aynı yıl yayınlanan ve ‘her bireyin herkese karşı olduğu toplumsal savaşı’ betimleyen İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu’nun ana temasıydı. Her yerde barbarca bir duyarsızlık, şiddetli bir bencillik ve tarifsiz bir sefalet söz konusudur: “Herkesin evi bir çembere alınmışlık içinde, her yerde yasa koruması altında karşılıklı yağmalama” ki bunun anlamı, her yerde toplumsal savaşın olduğudur. Bu tür yorumlar, Hobbes’un tarif ettiği biçimiyle doğa durumundaki aralıksız savaşa yapılmış haşiyeler olarak görünürler; fakat Engels, bu savaşın sınıf boyutuna işaret eder. “Toplumsal savaşın mülksüz sınıfı yerleştirdiği konumun daha ayrıntılı bir incelemesine geçelim”. Böyle bir inceleme, aşırı çalışma ve yetersiz beslenme sonucu ölümlerin gerçekleştiği ve hukukun, işçilerin böylesi koşullara karşı direniş geliştirmeleri durumunda, onların lehine olabilecek her türlü girişime karşı işletildiği koşullarda, işçi sınıfının sefil koşulları içinde gerçekleştirilir. “Bu bir toplumsal savaş mıdır, yoksa değil midir?” diye sorar Engels. Benzer bir şekilde Marx da çeşitli yerlerde emek ile sermaye arasındaki iç savaşa gönderim yapar ve Komünist Parti Manifestosu’nda Marx ile Engels, birlikte, burjuva toplumda vuku bulan ve “üstü az ya da çok örtülmüş bir iç savaştan” söz ederler.
O halde Marx’ın ilkel birikimi betimlerken hakkında konuştuğu şey sınıf savaşıdır. İmdi, yönetici sınıflar tarafından, doğrudan şiddetin yanı sıra kullanılan iki ana silah hukuk ve polistir: Bir yanda serseriliği, dilenciliği, başıboş gezinmeyi ve binlerce diğer ‘ihlal’i yasadışı ilan eden kanunlar ve diğer yanda ise kamu alanlarının hırsızlık yoluyla özel mülkiyete dönüştürülmesi yoluyla bu alanların kapatılması. Bu, köylüleri serserilere ve yoksullara ve arından da serseriler ile yoksulları iyi işçilere dönüştüren ‘kanlı yasama’dır ve Marx’ın birikim çözümlemesinin bütünleyicisidir. Marx, Henry VIII tarafından 1530’da geçirilen bir yasayı zikreder: “Yaşlı ve çalışamaz durumda olan dilencilere dilenci lisansı verilecek”, fakat ‘güçlü kuvvetli serseriler’ dövülecek ve cezalandırılacaklardır. “Bir arabanın arkasına bağlanıp, kanları sel gibi akıncaya kadar kırbaçlanacak; doğdukları ya da son üç yıldır ikamet etmekte oldukları yere dönmeye ve ‘kendilerini işe koşmaya’ yemin ettirileceklerdir.” Henry VIII tarafından çıkarılan daha sonraki bir Kanunla, bu hükümler muhafaza edilmiş ve ek maddelerle ağırlaştırılmıştır: “Bir serseri ikinci kez yakalandığında, aynı hükümler geçerli olmak kaydıyla, kulağının yarısı kesilecek; fakat üçüncü yakalanışında, fail, ağır suçlu ve kamu yararının düşmanı olarak idam edilecektir.” Daha sonra 1547’de çıkan bir yasa ise çalışmayı reddeden bir kişinin, “kendisini bir avare olarak ihbar edenin kölesi olmaya mahkûm edileceğini” duyuruyordu.
Efendi … onu, ne kadar iğrenç olursa olsun her türlü işi yapmaya kırbaç ve zincirle zorlama hakkına sahiptir. Köle on dört günlüğüne ortadan kaybolursa, ömür boyu köleliğe mahkûm edilecek ve kızgın bir demirle alnına veya sırtına bir S harfi damgalanacak ve üçüncü kez kaçarsa suçlu olarak idam edilecektir. Efendi, herhangi bir kişisel eşyası ya da çiftlik hayvanı gibi, onu bir köle olarak satabilir, miras yoluyla devredebilir ve kiralayabilir. Efendilerinin aleyhine herhangi bir girişimde bulunan köleler de idam edileceklerdir. Sulh yargıçları, kendilerine verilen bilgi üzerine, serserilerin peşine düşeceklerdir. Bir serserinin üç gün boyunca aylaklık yapması durumunda, bu kişi, göğsüne kızgın demirle bir V işareti işlenerek doğduğu yere götürülecek ve zincire vurulmuş bir halde sokaklarda ya da başka işlerde çalıştırılmak üzere işe koşulacaktır. Serseri, doğum yeri hakkında yanlış bilgi verdiğinde, ömrü boyunca, getirilmiş olduğu yerin, bu yerin sakinlerinin ve loncasının kölesi olacak ve bir S ile damgalanacaktır. Herkesin, serserilerin çocuklarını alarak erkekleri 24 ve kızları da 20 yaşına kadar kendi çırakları olarak tutma hakkı bulunmaktadır. eğer kaçarlarsa, belirtilen yaşa kadar, onları dilediği gibi zincire vurup kırbaçlayabilecek olan ustalarının kölesi olacaklardır. … Bu kanunun son kısmı, belirli yoksulları gıda ve içecek karşılığında çalıştırmak isteyen yer ve kişilerin bu yoksulları işe almalarını düzenler. Kilise yönetimi altındaki bölgelerde bulunan kölelerin varlığı, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar ‘dağıtıcılar’ adıyla devam etmiştir.
Marx, 1572’de çıkarılan bir kanunla devam eder:
İzin belgesi olmayan dilenciler … onları iki yıllığına hizmetine almak isteyen birileri çıkmadığı takdirde, şiddetli bir biçimde kırbaçlanacak ve sol kulakları kızgın demirle damgalanacaktır; suçun tekrarı halinde … onları iki yıllığına hizmetine alacak birileri çıkmazsa idam edileceklerdir, fakat suçun üçüncü defa tekrarlanması durumunda merhamet gösterilmeksizin idam edileceklerdir.
Marx, kanunların İngiltere’deki seyri içinde kalarak devam eder:
James I: Ortalıkta gezinen ve dilenen herkes düzenbaz ve serseri ilan edilecektir. Sulh yargıçlarının, bunları, Basit Usul Duruşmalarla, suç bir kere işlenmişse kamu önünde kırbaçlatma ve altı ay hapis cezası verme, suçun ikinci tekrarında ise iki yıl hapis cezası verme yetkileri bulunmaktadır. Hapis süresi boyunca yargıçların uygun gördükleri sıklık ve miktarda kırbaçlanacaklardır. … Tehlikeli ve iflah olmaz düzenbazların sol omuzlarına R harfi damgalanacak ve bunlar ağır işlere koşulacak, eğer bir daha dilenirken yakalanırlarsa merhamet gösterilmeksizin idam edileceklerdir.
Ve bu, ceza hukukunun incelenmesiyle devam etmektedir. Bu noktada burjuva aklına tarihsel olarak musallat olacak yaratıkların; serserilerin, yoksulların, dilencilerin, suçluların ve bunların daha sonra ortaya çıkacak kuzenlerinin (‘hiçbir mükâfatı hak etmeyenler’, ‘kaytarıcılar’, ‘cam siliciler’, ‘vahşi gençler’, ‘çocuk suçlular’) sürekli kendilerine yeniden ve yeniden savaş ilan edilecek, düzenin düşmanları oldukları için polis gücünün konusu halini alacak kimseler olacaklarını not etmeliyiz. Gene, bildiğimiz üzere, bu defa ‘polis’, sadece genel olarak düzene ilişkin kaygı duymakla kalmamış, Foucault’nun Deliliğin Tarihi’nde ortaya koyduğu üzere, “çalışmayı mümkün kılan ve çalışmaksızın hayatını sürdürme imkânı bulunmayanlar için zorunlu olan bir ölçüler demetine” gönderimde bulunmuştur. Çalışmayı mümkün ve zorunlu kılmak için –yoksulları işe koşmak, işçi sınıfını çalıştırmak ve böylelikle işçi sınıfını oluşturmak için– konumlanmış, savaşın hizmetindeki bu polis ölçüleri demeti ve polisin hizmetindeki savaş ölçüleri, ‘İşçiler Olsun!’ talebine devletin verdiği yanıttır. Bu, birikimin gizeminden başka bir şey değildir. Barışçıllaştırmanın gizemi de bu olabilir mi?
Haydi, Ava Gidelim!
Foucault, Deliliğin Tarihi’nde polisle ilgili olarak geliştirdiği tartışma bağlamında, Hôpital Général’i kuran 1656 Fermanını betimler. Kurumdan beklenenin “bütün düzensizliğin kaynağı olan dilenciliği ve aylaklığı önlemek” olduğuna işaret eden Foucault, Fermanın “Paris’in merkezinde ve kenar mahallelerinde ya da kiliselerde, kiliselerin önünde, evlerin önünde ya da sokaklarda ya da herhangi bir başka yerde, açıkça ya da gizli, gündüz ya da gece… dilenmeyi yasaklayan, suç ilk kez işlendiğinde kırbaç cezasını ve ikinci kez işleyen erkekler ve delikanlılar içinse kürek mahkumluğunu öngören” 9. Fıkrasını zikreder. Ferman 27 Nisan 1656’da geçmiştir ve Foucault, bundan iki hafta sonra Hôpital Général milislerinin “ilk defa dilenci avına çıktıklarını ve yakaladıklarını Hastaneni değişik binalarına getirdiklerini” belirtir. Bu, önemli bir gözlemi –dilencilerin avlanması– içerdiği halde Foucault bunun üzerine pek gitmez. Başka bir yerde, “avarelerin, dilencilerin ve aylakların avlanmasıyla” başlayan “büyük polis düzenlemesi sürecini” betimler. Marx’ın “Sulh yargıçlarının, kendilerine verilen bilgi üzerine, serserilerin peşine düşmelerine” yetki veren 1547 Kanununu alıntılayışını ve Afrika’ya ilişkin “siyah derililerin avlandığı alan” biçimindeki tasvirini zaten zikretmiştik. Polisin gözünden (Foucault) ve birikimin gözünden (Marx), insan avcılığının dünya tarihsel önemi konusunda tetikte olmamız gerektiği sonucu çıkmaktadır.
Tarihsel olarak, devlet, avarelere yönelik özel insan-avcılıklarına girişmiştir. Avrupa boyunca bir dizi kanun, şehirlerde ve kasabalarda düzenli avare avcılıkları talep ediyor ve çeşitli ülkelerdeki yoksulları koruma kanunları, memurlara, güçlü kuvvetli serseri ve dilencileri bulmak üzere araştırmalar yapmalarını emrediyordu. Böylesi avlar, toplumsal düzensizliği bütün dışlaşmaları içinde betimlemek için kullanılan son derece belirsiz bir kavram olan ‘serserilik’ olgusunun bizatihi kendisi tarafından güdüleniyordu: ‘Serserilik’ statüsünün suçluluğu içermesinin biricik nedeni, serseriliğin kurulu düzenle arasının açık olmasıydı ve bu konum, statü ve konumları yönetici sınıflara serserilik olarak görünen bütün şu ‘efendisiz’ erkekleri ve kadınları içeriyordu. Bu itibarla, bu durum hiç kuşku yok ki siyasaldı ve kargaşalık dönemlerinde onu çevreleyen gerilimler de yoğunlaşıyordu.
Bu türde aramalar ve yakalayıp toplamalar polis gücünün temelini oluşturmuştur. Ya da başka türlü ifade edilirse, polis gücü aylak yoksullar, serseriler ve dilencilerin avlanması aracılığıyla oluşturulmuştur. Dilencilerin, serserilerin ve aylak yoksulların bu avlanışı, daha geniş bir bağlam içinde, işçi sınıfının oluşturulmasında polis gücünü daha fazla içerimleyen bir bağlam içinde ele alınmalıdır.
Emeğin tarihsel biçimlerinin sunduğu katı kategoriler içinde düşünmeye alışkınız. Bunlar genellikle ‘köle’, ‘serf’, ‘ücretli-emekçi’ biçimindedir; fakat sıklıkla ‘özgürlük’ ile ‘zorunda bırakılmışlık’ olarak anlaşılırlar. Gerçekte, sözleşmeli (özgür) fakat yine de zorlanmış (özgür-olmayan) emeğin çeşitli biçim ve dereceleri, sanayileşmiş ülkelerde olduğu kadar sömürgelerde de on dokuzuncu yüzyıl sonlarına kadar varlığını muhafaza etmiştir. Bu bakımdan üç nokta önemlidir.
İlk olarak, iş mahkumiyeti ile kölelik arasındaki ayrım hiçbir zaman açık olmamıştır. Shakspeare’in Fırtına’sında Caliban’dan, bir ‘hizmetkâr’ olmasına karşın bir ‘köle’ olarak söz edildiği sırada gerçekleşen kayma tesadüf değildir. Benzer bir şekilde, kilit bir burjuva düşünürü olan John Locke’un çalışmalarında da köle ile hizmetkâr arasındaki ayrımın kesin olmadığını görürüz; Locke gerçek kölelerden bahsederken zaman zaman ikinci terimi kullanır. Bir Çiftçinin “Ailesinin içinde Evinde doğmuş Hizmetçiler ile Parasıyla satın aldığı Hizmetçiler üzerindeki İktidarı”ndan söz eder.
İkinci olarak, kölelik ile hizmetkârlık arasındaki bu tereddüt, aynı zamanda, kısmen kölelik döneminin bir kalıntısı olarak, kısmen hukukun bir köle ile bir serf arasında teorik bir ayrım yapmakta başarısız olmasının bir sonucu olarak ve kısmen de kölelik fikrini bir cezalandırma biçimi olmasına olanak sağlayan çeşitli Serserilik Kanunlarına bağlı olarak ‘kölecilik-benzeri’ bir anlayışın ne boyutlara yayılmış olduğunu yansıtır. Örneğin 1547 tarihli İngiliz Serserilik Kanunu, ‘kölelik’ kategorisini, aylak ve dik kafalı yoksulları cezalandırma aracı olarak oluşturmuştur. Daha önce de sözü edildiği üzere, ‘serseriliğin’ tanımı, sadece karın tokluğuna çalışmayı reddeden işsiz emekçileri kapsayacak biçimde genişti ve Kanunun hükümlerini ihlal edenler, iki yıllığına, onları ihbar edenlerin kölesi yapılabiliyorlardı. Bu cezadan kaçma girişiminde bulunanlar ömür boyu köle kılınabilirlerdi. Parlamento, en nihayetinde yasayı feshetti – elbette çarpışmasız olmadı bu, çünkü pek çokları halen bu uygulamanın avantajlarından söz ediyordu ve yasanın feshedilmesinden sonra da böyle davranmayı sürdürdüler– fakat yasanın kendisi köle, hizmetkâr, serseri ve işçi kategorilerinin nasıl da geçirgen olduklarının görülmesi açısından oldukça açıklayıcıdır.
Üçüncü olarak, bu türde yasaların feshedilmiş olmasına karşın, sözleşmeli emek biçimleri kaldı. İngiliz hukuku, pek çok emek sözleşmesi ihlalini hapisle cezalandırılabilir hale getirdi; işçiler, yalnızca işverenlerine geri dönerek soruşturma konusu olan hizmeti tamamladıktan sonra serbest bırakılıyorlardı. Bu hizmet bir yıl sürebilirdi. Sıklıkla işçilerin iradesi hilafına, en baştaki yokluklarının bir cezası olarak hizmet süresi uzatılıyordu. Bu, Amerika’nın koloni hukukuna da nakledilmişti ve durum öyle bir hal almıştı ki hem İngiltere’de hem de sömürgeci Amerika’da ‘sözleşmeli emek’ çeşitli düzeylerdeki ‘özgürlük yoksunluğu’ biçiminde mevcut olmuştur. Gerçekten de on dokuzuncu yüzyıla kadar kaçak çıraklar hâlâ yasal olarak avlanıyorlardı. Bütün bu sözleşmeli emek sürecinde, ücret ödemeleri o kadar düzensizdi ki işçilerin, birkaç haftalık ya da aylık ücretlerini ceza olarak kaybetmeksizin işten ayrılmaları imkânsız gibiydi ki bu, gerçek anlamda bir kölelik süreci gibidir.
Zorlanmış (özgür-olmayan) fakat yine de sözleşmeli (özgür) emeğin bu biçim ve düzeyleri, göstermektedir ki ‘serseri’ ve ‘aylak’ yoksulları hedefleyen insan avcılığı, aynı zamanda, ortaya çıkmakta olan işçi sınıfını da hedef almıştır. Başka türlü dile getirelim: ‘Özgür’ ücretli emekçi sınıfı, o zamandan itibaren biçimsel olarak özgür olup da maddi olarak zora koşulan emeğin yönetiminde merkezî bir yer edinen insan avcılığı aracılığıyla oluşturulmuştur.
Avcılık, paralel bir süreç içinde, birikim ve sömürgelerdeki egemenlik stratejileri için merkezî bir konum edindi. Kaptan Bernardo de Vargas Machuca’nın “Yerli milis” savaşı üzerine çalışmasının merkeziyeti üzerine başka bir yerde yazmış ve bunu, dünyanın ilk geniş çaplı barışçıllaştırma uygulaması olarak okunabileceğini ileri sürmüştüm. Machuca, Amerika kıtalarının askeri yöntemlerle sömürgeleştirilmesinin barışçıllaştırılanların yöntemlerinin barışçıllaştıranlar tarafından benimsendiği bir tür siyasal şiddet gerektirdiğini ileri sürmüştür. ekinlere ve hayvanlara ilişkin yerel bilgi gereklidir, fakat daha da önemli olan Yerlilerin avcılar gibi savaşmalarıdır. Bunun ışığında, Machuca, özsel bakımdan düşman ‘avcılarının’ sürekli bir ‘avlanışı’ olarak çarpışmayı, pusulamayı ve hareket halinde savaşmayı önerir. ‘Yerli milislerin’ savaşma biçimlerinin benimsenmesiyle, sömürgeleştirme savaşı, sürekli bir insan-avcılığı biçimini almıştır. Böyle yaparak Machuca, sömürgeci birikimin kilit bir boyutuna parmak basmaktadır. Daha genel olarak, dünyanın başka yerlerinde bulunan diğer ‘Yerliler’le girilen savaşlar, sıklıkla, çalıştırmak için köle yakalamak hedefindeki insan-avcılığı biçimini almıştır. Ormanlara sığınan firari köleleri avlamak için silahlı keşif gezileri düzenlenmiştir ve topraklarının fethedilmesine direnen halklarla yapılan imha savaşları da esasta insan-avcılığı biçiminde gerçekleşmiştir.
Marx tarafından, siyahların ticari amaçlarla avlanması için bir alan olarak tarif edilmiş olan kıtaya gelirsek, Afrika’daki savaş, sık sık pusulama ve baskın biçimini almıştır. Savaş hali ile avcılık arasında güçlü bir ilişki mevcuttu: Cape Kolonisindeki Xhosa’yı ilga etmekle görevlendirilmiş olan Britanyalı Kumandan Albay Graham, “Xhosa’yı temel geçim araçlarından mahrum bırakmaktan ve bunun için bütün sömürgeci askeri güçlerin, durmaksızın, olağanüstü miktarda Yerli mısır ve yulafı yok etmekle ve ormanlarda sakladıkları birkaç sığırı ellerinden almakla görevlendirilmiş olduklarından” söz etmişti. Fakat ayrıca, hedefe ulaşmak için “onları vahşi hayvanlar gibi avlamak” zorunda kaldıklarından da söz etmişti.
Bütün bunlar hesaba katılırsa, sermayenin Batıdaki fetihlerinin kıtalar boyunca yaklaşık dört yüzyıl boyunca sürmüş muazzam büyüklükteki bir insan-avcılığı –Afrika’da siyahların, Amerika kıtalarıyla Doğu ve Batı Hint Adalarında ‘Yerlilerin’ ve Avrupa’da yoksulların avlanması– temeli üzerine bina edildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Kapitalist birikim, insan-avcılığı aracılığıyla güvence altına alınmıştır. Böyle olunca da bu durum, eşzamanlı olarak korsan avcılığı, linç güruhları, planlı katliamcılık ve cadı avcılığı gibi benzer avcılık biçimlerinin bütün bir dizisini üretmiş ve uygulamaya girmesine neden olmuştur. Silvia Federici “Cadı avcılıklarının proletaryanın tarihinde oldukça seyrek görüldüğünü” belirtir, fakat kuşatma savaşının en yoğun olduğu zamanda böylesi avcılıklar vuku bulmuş ve ardından da bir polis önlemi olarak Amerikan sömürgelerine ihraç edilmiştir. “Terör aşılamak, kolektif direnişi kırmak, bütün toplulukları susturmak ve bunların üyelerini birbirlerinin aleyhine döndürmek” üzere düzenlenmiş bir strateji olarak cadı-avcılığı, aynı zamanda bir kuşatma stratejisiydi: “Sınıf savaşı başka araçlarla sürdürülüyordu.” Federici’nin meselesi, doruğuna 1580 ile 1630’da ulaşan cadı avcılığının, işçi sınıfının barışçıllaştırılmasına paralel olarak kadınların barışçıllaştırılmasının da eşzamanlı bir biçimde gerçekleştiği ilkel birikim süreci açısından anlaşılması gerektiği biçimindedir.[7]
Avcılığın, sermaye birikiminde olduğu gibi proletaryanın barışçıllaştırılmasında da yer alan çekirdek bir polis gücünden başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Grégoire Chamayou, “Polis, devletin, devlet tarafından izleme, tutuklama ve hapsetme yetkileriyle donatılmış kovalayıcı koludur; bir avcılık kurumudur” der.[8] Modern polis kuvvetleri için oldukça merkezî bir önem edinmiş olan çeşitli polis teknolojilerinde bunu görmek mümkündür: Polis köpekleri, psikolojik profil, parmak izleri, polis helikopteri ve şimdilerde ‘insan avcılığını insansızlaştıran’ bir teknoloji olarak insansız hava araçları. Fakat izleme, tutuklama ve hapsetmenin izleri, kapitalist birikimin kökenlerine ve avcılığın bu kökenlerde tuttuğu merkezî konuma kadar sürülebilir.
‘Düşmanların etkin olduğunun düşünüldüğü bir halkın ya da bölgenin barışçıl işbirliğini temin etmek üzere düzenlenmiş bir süreç ya da operasyon (genellikle askerî bir operasyon)’ olarak barışçıllaştırmanın, siyasal söyleme on altıncı yüzyılın sonlarında girdiği not edilmelidir. Barışçıllaştırmak, ‘barışçıl bir boyun eğişe mecbur etmektir’. Askeri egemenlik yoluyla imparatorluğa özgü görkem edinmek biçimindeki Roma geleneğinden devralınan (Pax Romana’daki pax sözcüğü ‘barışçıllaştırma’yı içerimliyor ve ‘barışçıllaştırma’ (‘pacification’) da ‘pasifize etmek’ (‘pacificate’) fiili çerçevesinde anlaşılıyordu) barışçıllaştırma, şimdilerde demode bir kavram olsa da on altıncı ve on yedinci yüzyıllarda ‘barış yapmak’ anlamına geliyordu. İç düzenin kuruluşu fikriyle iç içe geçen ‘barışçıllaştırma’, kısa süre içinde belirli bir tür barış, düzen ve güvenliğin yaratılmasını tarif eden bir sözcüğe dönüşmüştür. O halde barışçıllaştırma ‘barış’, yasa ve düzen kıyafetleri giydirilmiş bir savaş edimidir.
‘Polis’ (‘Policey’, ‘Policei’, ‘Polizei’) kategorisinin, genel refah ve iyi bir düzen adına bir topluluğun içsel yaşantısının hukuksal ve yönetimsel olarak düzenlenmesine gönderimde bulunarak, siyasal düşüncede merkezî bir yer edinmesi de tarihsel olarak aynı noktada gerçekleşmiştir. Bu iyi düzen çerçevesinde polisin kilit işlevi ‘barışı korumak’tır.
Böylelikle kapitalizmin icadına, toplumun polis rüyasının icadı eşlik etmiştir. Bu, barışçıllaştırma süreciydi. Sermaye ve barışçıllaştırma doğrultusundaki polis riyası: Çalışmaya müsait, hazır ve nazır, kâğıtları düzenlenmiş, bedenleri ve zihinleri uysal işçilerden müteşekkil bir rüya ve direnişten, isyandan ya da kalkışmadan uzak, güvenli bir birikim rüyası.
Yine de söylenecek çok şey var; çünkü sömürgeler hakkında konuşurken zaten dile getirdiğimiz üzere, avcılık, bir polis gücü olduğu kadar bir savaş pratiğidir de. Savaş tarihçileri, kara savaşının üç ilkesel biçimini tanımlama eğilimindedirler: Meydan muharebesi, kuşatma ve baskın. Ortaçağ ve erken modern dönem savaşlarına ilişkin kavramlarımız, büyük oranda kuşatma düşüncesine, modern savaşlara ilişkin kavramlarımız ise büyük oranda meydan muharebelerine yaslanmaktadır; fakat bu kavramsallaştırmalarımızın her ikisi de baskının savaş tarihindeki hâkimiyetini asgariye indirme eğilimindedir. Son dönem araştırmalarının gösterdiği üzere, “savaşın en öldürücü ve yaygın biçimi baskındı”.[9] Ancak baskın, tarihsel olarak insan-avcılığı biçimini almıştır ki Aristoteles’in Politika’da savaşı bir avcılık biçimi olarak tarif etmesinin nedeni budur: Vahşi hayvanları değil de insanları avlamak. “Çoğu savaş durumunun temelinde,” der James Whitman, “insanları hedef alan bir avcılık yer alır”. “Savaş tarihini dikkatli ve uzman bir gözle incelediğimiz zaman” diye ekler, “büyük bir çoğunlukla keşfettiğimiz şey, meydan muharebesi için ‘son derece önemli bir günde’, silahlı savaşçıların kahramanca karşılaşmaları değil, silahlı adamların silahlarını kendi türlerinin savunmasız üyelerine doğrulttukları acımasız bir insan avcılığıdır.”[10] Elias Canetti de “savaş çantasının kökeninde av çantasının bulunduğunu”[11] not düşer. Bu, gerilla savaşı anlamına gelmektedir: Silahlarda radikal bir asimetriyle, meydan muharebelerinin çok az yaşandığı ve izleri takip ederek yakalama ve baskın yapma süreçlerinin ise çok daha fazla yer tuttuğu bir savaş biçimi. Bu avcılık olarak savaş ya da savaş olarak avcılık, yükselen burjuva sınıfının ve bu sınıfın devlet gücünün, çalışmayan serserileri takip edip yakalamak yönündeki uygulamalarıyla, kapitalist bir tona bürünmüştür.
O halde sermayenin gizemi, tam bir kesinlikle, istediği emeği avlamak için, “İçiler olsun” biçimindeki kendi talebine yanıt olarak, toplanabilecek bütün devlet gücünü –kendisini savaş gücü, yasa gücü ve polis gücü olarak dışa vurur– savaşa yönlendirebilme kabiliyetinde yatmaktadır. Aristoteles’in “köle edinme sanatı avcılığın ya da savaşın bir türüdür” iddiasını başka sözcüklerle ifade edersek, ücretli kölelerin üretiminin avcılığın ya da sınıf savaşının bir türü olduğunu söyleyebiliriz. Bu gerçekten bir avcılık olsa da salt gerçek avcılıkla ilgili değildir; ayrıca tasnifleme kipleriyle ve kimlerin avlanabileceğini belirlemek için, yönetici sınıflar tarafından burjuva düzeni içinde çizilen yönetim süreçleri ve sınır çizgileriyle de doğrudan bir ilgisi vardır. ve “Kimler avlanabilir?” sorusu, daima, bir başka soruyla yan yana konulmalıdır: Daha fazla birikim yapmanın önündeki engeller nelerdir? Bir sonuca ulaşmak için, günümüzün ‘güvenlik meselesi’ bağlamı içinde biraz araştırma yapmamız gerekiyor.
Birikim Olsun!
“Federal Yönetimin bütün kaynaklarının, kurbanlara ve ailelerine yardım edilmesi ve bu işi gerçekleştirenlerin avlanıp bulunması yönünde tam teşekküllü bir incelemenin başlatılması için kullanılması talimatını verdim.” 11 Eylül 2001’de Başkan George Bush böyle diyordu. O günün devamında ve bir sonraki gün, Dünya Ticaret Merkezine yönelik saldırıyı, bir savaş edimi olarak adlandırmak için çok çabaladı; fakat bu, bir avla karşılık verilmesini gerektiren bir savaştı. “Birleşik Devletlerin, bu korkakça eylemlerden sorumlu olanları avlayıp cezalandıracağından kimsenin kuşkusu olmasın”.[12] İki yıl sonra, teröre karşı savaş Irak’a kaydığında, Bush şu yorumu yapıyordu: “Bütün bildiğim [Saddam Hüseyin’i yakalamak için] ava çıkmış olduğumuz. Eğer Saddam’ın oğullarını yakalamamızdan hemen önce, bana, bu adamları ele geçirmeye ne kadar yakın olduğumuzu sorsaydınız, cevabım ‘Bilmiyorum, avdayız’ olurdu”.[13] Bu, yalnızca Saddam Hüseyin’le ilgili değildi, aynı zamanda savaş-polis operasyonunun doğasının bir parçasıydı: “Başka türlü bir savaştayız. Bu, uluslar arası bir insan-avcılığı içinde olmamızı gerektiren bir savaş.” Bush, kendisini durduramıyordu: “Avdayız” diye ısrar ediyor ve “terörist katillere yönelik küresel bir insan-avcılığı” ve “acımasız bir uluslar arası insan-avcılığı” tarifi yaparak, daha sonraki edimlerin ayrıntılarını sunuyordu.[14] Hedef haline geldiğinde Zarqawi hakkında konuşulurken de aynı dil kullanılmıştı: “Zarqawi, koalisyon birlikleriyle Irak birliklerinin, kendisini de avlamak için sürekli teyakkuz halinde olduklarını anlamaktadır.”[15]
Bu bağlamda, Bin Ladin ve Saddam Hüseyin’e yönelik avcılığı, çok daha geniş bir av operasyonunun yalnızca bir boyutu olarak ele almamız gerekmektedir. Bu, önce genel olarak teröristlerin avlanması biçimini almış, ardından da biçimsiz bir düşmana yönelik bir avcılığa dönüşmüştür: “Gölgelerde ve mağaralarda saklanan bir düşmanı avlamaya çalışıyoruz”; “düşman avındayız, teröristleri onlar bizi vurmadan önce yakalamak ve öldürmek için … düşman avındayız ve düşmanlar imha edilene kadar dinlenmeyeceğiz” vs.[16] Bu avcılık yalnızca Irak ve Pakistan’da vuku bulmakla kalmamıştır; aynı zamanda suçlulara yönelik daha bile geniş bira avla örtüşüp bu avı körükleyerek ve destekleyerek, yurtiçi sahnenin de bir parçası haline gelmiştir. 2004 yılında üç aylık bir dönemde Başkan Bush üç kere, terörist-düşmanı olduğu kadar suçlu-düşmanı da avlama mekanizmaları olarak yasa ve polis gücünün önemi hakkında mülahazalarda bulunmuştu. “VATANSEVERLİK Yasası … teröristlerin izinin sürülmesi, hücrelerinin dağıtılması ve varlıklarına el konulması yolunda bilgi paylaşımının daha iyi sağlanması için Federal hukukun yaptırımlarına olanak tanımaktadır … Eğer bu yöntemler suçluların avlanmasında işe yarıyorsa, teröristlerin avlanmasında çok daha önemlidirler.”[17] Bu, aynı zamanda, daha geniş bir “Terörist Avcılığına Çağrı”nın bir parçası olarak anlaşılıyordu ki burada amaç daha geniş bir yurttaş gövdesinin harekete geçirilmesiydi.
Avın bu genişlemesi, silah taşıyan ve hukuki yaptırım yetkisi bulunan şerif metaforunun ötesindeki meselelerin mevzubahis olduğuna işaret etmektedir. Başlangıç için, Amerika’daki egemen güç sahnesine, böylesi bir avcılık hakim olmaya başlamıştır. Donald Rumsfeld, “Savunma Bakanlığını insan-avcılığı doğrultusunda nasıl organize edebiliriz?”[18] diye soruyor ve bu fikir ABD ordusu ve güvenlik elitleri tarafından ciddi bir biçimde ele alınıyordu. İki Binbaşı ve bir havacı Yüzbaşı tarafından yazılan bir rapor, “insan-avcılığı ile ilgili temel soru, Birleşik Devletler yönetiminin insan-avcılığı yapmak için uygun bir biçimde organize edilip edilmediğidir. Halihazırda Birleşik Devletler yönetiminin, insan-avcılığı işine nezaret edecek merkezi bir organizasyonu bulunmamaktadır”.[19] Yirmi yıllık üst düzey bir tecrübeye sahip bir istihbarat ve güvenlik görevlisi olan George A. Crawford, Müşterek Özel Harekat Akademisi bünyesinde hazırlanan bir raporda ve kendi yazdığı bir kitapta “Amerikan ulusal güvenlik doktrinin çekirdek bir öğesi olarak insan-avcılığının yaşayabilirliği”[20] biçiminde bir argüman geliştirmişti. Bir başka belge ise “hem Özel Harekât Kuvvetlerinin hem de Emniyet Teşkilatının temel yöneliminin insanları bulmak olduğunu”, hem savaş hem de polis açısından “insan-avcılığı kavramının kayda değer bir fazilet taşıdığını” ve “hem ÖHK hem de ET için… insan-avcılığının temel niteliklerinin aynı olduğunu”[21] ileri sürerek, insan-avcılığını, Özel Harekât Güçleri ile Emniyet Teşkilatı arasındaki bağlantı biçiminde ele alıyordu.
Crawford’un ve diğerlerinin argümanları çağdaş güvenlik stratejisini insan-avcılığı olarak savaş halinin ve elbette insan-avcılığının uzun tarihi içerisine kaydetmektedirler. O halde bizim de aynı şeyi, ama bir farkla yapmamız, çağdaş güvenlik stratejisini sınıf savaşının uzun tarihi içerisine kaydetmemiz gerekmez mi? Çağdaş insan-avcılığıyla ilgili olarak dikkat çeken olgu, avcılığın genişlemesiyle –bireylerden genel olarak teröristlere, suçlulara, düzen ve güvenliğin düşmanlarına– terörle savaşı, barışçıllaştırmanın mantığı içinde göz önüne almamız yönünde daha fazla yer açılmasıdır. Bu, barışçıllaştırmayı, terörist eylemlerden sorumlu olanları hedefleyen bir savaş ve avcılıktan ziyade küresel birikimi hedefleyen bir savaş ve avcılık kılmaktadır. Çünkü artık sermaye, başlarda yapmış olduğu gibi işçi avcılığı yapmıyor olsa da “Birikim olsun!” talebini hâlâ muhafaza etmekte ve bu talebi gerçekleştirmek için elindeki bütün şiddet araçlarını kullanmaktadır. O halde, tarihsel-siyasal kavramlarla dile getirilirse, 2003’te Saddam Hüseyin’i hedefleyen av ve Saddam’ın o yılın Aralık ayındaki yakalanışının, av gereksinimlerinin, içerisinde konumlandırıldığı sınırlar bütününün yanında pek de önemi yoktu. Örneğin Irak’ın patent hukukundaki revizyon, Saddam Hüseyin’in yakalanmasından yalnızca birkaç ay sonra gerçekleştirilmişti.
Irak’taki çiftçiler, nesiller boyunca, esas itibarıyla düzenlenmemiş, geleneksel bir tohum tedarik sistemi içinde çalışmışlardır. Bu çerçevede, çiftçilik yapan topluluklar arasında çiftlikte muhafaza edilen tohumların, tarım malzemelerinin ve yeni buluşların değiş tokuşu standart zirai pratiği oluşturuyordu. Fakat Irak’ın işgalinden sonra kurulan Geçici Koalisyon Hükümeti, yasayı (81’inci düzenlemeyle) değiştirerek Iraklı çiftçilerin, yasayla kaydedilmiş yeni türlerin hasadından elde edilen tohumları yeniden kullanmasını yasaklamıştır. GRAIN (‘Tahıl’) örgütünün, Iraklı çiftçilere yönelik savaşa ilişkin bir bildiride belirttiği üzere, “yasanın amacı, Irak’ta, uluslar arası şirketlerin, genetiğiyle oynanmış ya da oynanmamış tohumlarını satabilecekleri ve çiftçilerin de her ekim döneminde yeniden tohum almak zorunda olacakları yeni bir tohum pazarı oluşturulmasına olanak sağlamaktır”. Başka bir deyişle, biyolojik kaynakların özel mülkiyetinin tarihsel yasaklanışı, tohumlar üzerinde hak sahibi olan bir tekel sistemine olanak tanıyan bir patent yasasıyla yerleştirilecek ve hak sahipliği kuşkusuz çokuluslu şirketlerin elinde olacaktı.[22] Daha sonra bu, Ekim 2005’te yapılan yeni anayasayla tahkim edilen daha geniş önlemlerle desteklenip güçlendirildi. Bu anayasa, Irak’taki devletin ekonomiyi modern –yani liberal– ekonomik ilkelerle uyum içinde yönetmesini ve özel sektörün gelişimini teminat altına almasını gerektirmektedir. Bu tür değişimler, bizim, ‘terörle savaşı’ neo-liberal stratejinin daha geniş çerçevesi içinde okumamızı zorunlu kılmaktadır: Asıl önemli olan birikim için avcılıktır; Saddam’ı hedefleyen avcılık değil.
Güvenlik-karşıtı bir perspektiften bakınca, terörle savaş hakkındaki hakikati en çok ortaya koyan olgu, diktatörlerin kovulması ile güvenlik ve düzen adına hukuk ve özgürlüğün ihlal edilmesi değil, insanların barışçıllaştırılmasıdır ve bu barışçıllaştırma, ilk başta ve her şeyden önce, işçilerin, sermayenin ötesinde konumlanan ve alternatif bir varlık tarzına benzeyen her türlü kaynaktan koparılmaları aracılığıyla vuku bulmuştur. Geçim araçlarıyla ilgili olarak şu an bize kalan, Irak’ta yeni bir tohum pazarının üretilişini TRIPS (Trade-Related Aspects of Intellectual Property Rights – Zihinsel Mülkiyet Haklarının Ticaretle-İlgili Boyutları) bağlamına oturtmaktır. Dünya Ticaret Örgütünün kehanetleri çerçevesinde işleyen TRIPS, fikirlerin ve genetik malzemenin, patent ve telif yasaları aracılığıyla tekeller tarafından yönetilmesi ve bu itibarla pazarlanması uygun olan metalar olduklarını varsayan bir zihinsel mülkiyet hakkı ideolojisini canlandırmakta ve yasallaştırmaktadır. Oral hijyen kullanımı için patentlenmiş olan Hint maun ağacından tutun da kozmetik endüstrisi tarafından temellük edinilmiş bulunan Batı Afrika’nın karite yağına kadar, eskiden insanlar tarafından kolektif bir zeminde kullanılan kaynaklar, birikimi amaçlayan mülk olarak temellük edilmektedirler. Bu sürecin işleyebilmesi için, kaynakların yasal statüsü, yerli toplulukların ortak malı olmaktan çıkarılmak suretiyle şirketlerin patentli malı olarak belirlenmelidir; böylelikle “zihinsel ortaklıklar” özel mülkiyet halini almakta ve insan gereksinimleri birikim ve kâr tarafından bastırılmaktadır.
Zihinsel mülkiyete dönük bu vurgu, çağdaş birikim stratejileri açısından merkezî bir yer tutmakta ve bu merkezî konum da kapitalizmin doğuşu sırasında burjuva sınıfının bir hayli korktuğu ve nefret ettiği figürün, korsanın bir kez daha sahneye çıkmasının nedenini oluşturmaktadır. Ya da başka türlü söylenirse, korsan-avcılığının bir kez daha böylesine önemlileşmesinin nedeni budur. Çünkü TRIPS merkezî olarak zihinsel mülkiyetle ilgilidir; ilaç gibi çeşitli ürünlerin patentlenmesi ile telifli ürünlerin ‘korsan’ üretimi sorunu arasında çok hızlı bir biçimde ve kolaylıkla hareket edebilmektedir. Böylelikle, zihinsel mülkiyete gittikçe daha fazla yaslanan bir birikim rejiminin güvenliğini sağlamak biçimindeki jeopolitik sorun, ‘terörizmle’ ilgili kaygıların ezici hegemonik gücüyle bağlanmaktadır. Bu yüzden, devlet belgelerinden gazetelere her yerde görülebildiği üzere, günümüz dilinde “Korsanlık Terörizmdir”. Böylesi iddiaların, sıklıkla Somali’de ve başka yerlerde vuku bulan etkinliklere gönderimde bulunmasına ve kimi devletlerin uluslar arası hukuk düzeninin dışında (yani ‘korsan devlet’) oldukları düşüncesini pekiştirmesine rağmen, bunların, genel olarak birikim hedefiyle zihinsel mülkiyetin önemine gönderim yapmalarına da sıklıkla rastlanmakta oluşu dikkate değerdir.
Korsanlık ile terörizm arasındaki denklik 1995’te, New York Terörizme Karşı Birleşik Kuvvetleri, sahte tişört satışlarından elde edilen kârın Dünya Ticaret Merkezinin bombalanmasının finansmanında kullanılmış olduğunu ileri sürdüğünde meşruiyet kazanmıştır. Fakat 11 Eylül’ü takiben, pek çok sayıda organizasyon, korsanlık ile terörizm arasındaki ilişkiyi doğallaştırdı ve Eylül 2003’te Interpol, güvenlik tehdidi oluşturan ve korsan malzemelerden elde edilen kârları kullandığından şüphelenilen organizasyonlara ilişkin listesini genişletti. El Kaide, Hizbullah, Hamas, FARC, Albania ve Bask ayrılıkçıları, Filipinlerdeki Arroyo karşıtı tahrikçiler ve Cosa Nostra’nın zaten yer aldığı listeye Çeçen ayrılıkçılar ve Kuzey İrlanda’daki silahlı yapılanmalar da eklendi. Bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan yaygın kabul, korsan filmlerden ve oyunlardan elde edilen kârların güvenliğimizi tehdit ettiği varsayılan organizasyonlara gittiği biçimindedir. Böylece, bize söylenen, örneğin Kanada’da satılan korsan filmlerin LTTE’yi ve Birleşik Krallıkta satılan korsan oyunların da El Kaide’yi finansal olarak desteklediğidir. Genel hikâye şu biçimde işlemektedir:
Onlar [teröristler, korsanlar] görünüşte yasal işler yürütmekte, Frankfurt, Amsterdam ve New York’ta ‘iş görüşmeleri’ için seyahat etmekte ve kurgu ürünü ‘çalışanlara’, terör hücrelerinin beslenip barınmasını sağlayan paralar ödemektedirler. Bilgisayar üreten fabrikalar ve makarna dükkanları işletmekte, stilistlerin hazırladığı kıyafetler satmakta ve bodrum katlarda CD pazarlıkları yapmaktadırlar. Yatırım yapmakta, vergi ödemekte, hayır cemiyetlerine yardım etmekte ve bir uluslar arası girişimden diğerine trapez sanatçıları gibi uçmaktadırlar. Fakat oyunun sonu daha büyük bir ev almak ya da çocukları Ivy League okullarından [ABD’nin doğu bölgesindeki geleneksel ve saygın sekiz üniversiteden –Brown, Columbia, Cornell, Dartmouth, Harvard, Princeton, Pensylvania, Yale– oluşan grup –Ç.N. ] birine göndermek şeklinde değil de bir binayı havaya uçurmak, bir uçağı kaçırmak, bir salgın hastalığa neden olmak ve binlerce masum sivili öldürmek şeklinde olmaktadır.[23]
Korsanlık suçu, güvenlik devletinin siyasal imgeleminde açıkça o kadar derinlere kök salmıştır ki terörizm olmaya yakın bir yerde değil, gerçekten terörizm olarak konumlanmıştır. Ve terörizm olmasının nedeni de bizzat birikime yönelen bir saldırı oluşturmasıdır. Bu nedenle terörist avcılığı daima korsan avcılığıdır ve bunun tersi de geçerlidir. Fakat böylesi bir avcılıkta hedeflenen, şu ya da bu korsan değil, genel olarak korsanlıktır ve gözetilen de genel olarak birikimdir.
Bu nedenle bu süreç hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde “yeni çitleme” ya da “ikinci çitleme hareketi” olarak adlandırılmıştır ve bir kategori olarak “ilkel birikim”e yönelik ilginin yeniden dirilmesinin nedenlerinden biri de budur. Tıpkı ‘eski’ ya da ‘ilk’ çitlemelerin tarihsel gelişiminin, birikim ve barışçıllaştırma açısından hayati bir öneme sahip oluşu gibi, ‘yeni’ ya da ‘ikinci’ çitlemeler de zihinsel mülkiyetin uluslar arası birikim arenasında oynadığı temel rolü ve sermayenin daimi talebini hatırlatmaktadır: Birikim Olsun! Böylelikle, TRIPS de tıpkı, parasal bakımdan güçlü bir biçimde desteklenen gıda ürünlerinin ABD merkezli şirketler tarafından anlaşma çerçevesinde diğer ülke pazarlarına toptan ve ucuza satılmasına olanak veren NAFTA (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) gibi diğer uluslar arası anlaşmalar arasına yerleştirilmelidir. Bu, sadece Meksika’da üreticilerin tahminen yıllık 1 milyar dolarının ellerinden alınması ve yaklaşık 2 milyon çiftçinin kendi geçim araçlarından zor yoluyla yoksun bırakılması (ve bu insanların göçmenler olarak bir ‘güvenlik sorunu’ haline gelmesi ve bu nedenle de avlanması) sonucunu doğurmuştur.
Korsan, daima communis hostis omnium –‘bütün insanlığın düşmanı’– olarak duyurulmuş ve bu nedenle de korsan avcılığı kolaylıkla meşrulaştırılmıştır. Fakat bir suçlu-düşman ve dolayısıyla da hem iç güvenliğe hem de küresel düzene bir tehdit olarak korsanın avlanması, hem savaşanların hem de suçluların kovuşturulmasında kullanılan güçleri içermiştir. Başka bir deyişle, korsan, savaş gücüne ve polis gücüne karşı direnemeyecek bir duruma getirilmelidir. Daha önce de görmüş olduğumuz üzere, bu tür güçlerin sermaye adına ve birikim talebini gerçekleştirmek amacıyla kullanılışı, barışçıllaştırma sürecidir.
Böylelikle barışçıllaştırmanın büyük gizemi tam da sermayenin gizemidir: Ücretli emek mevcut olmalıdır; sürekli ve düzenli olmalıdır. Başka bir ifadeyle, eğer barışçıllaştırmanın temel noktası, tarihsel olarak, ücretli-emeği üretmek için siyasal ve hukuki güçlerin devreye sokulması idiyse, bu günümüzde de aynen böyledir. Halkların, suçlu-terörist-korsan avcılığı aracılığıyla dışlaşan ve zor yoluyla gerçekleştirilen mülksüzleştirilmesi ve proleterleştirilmesi, sistematik barışçıllaştırmanın çağdaş görünümüdür: Savaş gücüyle polis gücünün güvenlik ve düzen adına birleşmesi. Devletin ve sermayenin bakış açısından, güvenliğin dayatılması ve düzenin üretilmesi oyununda bizatihi kendi versiyonlarını oynamakta olan Suriye ve Türkiye de dâhil olmak üzere, av hiçbir zaman bitmemelidir.
Çeviri: Abdurrahman Aydın
DİPNOTLAR
* ‘Pacification’ sözcüğünün karşılığı olarak ‘barışçıllaştırma’ tercih edilmiştir. Maalesef bu karşılık, sözcüğün anlamını büsbütün karşılayabilmekte değildir. ‘Pacification’ bir tür edilgenleştirmeye de işaret eden bir sözcük olmasına karşın, ‘barışçıllaştırma’nın tercih edilmesinin nedeni, bir yandan, elinizdeki yazının, ‘pacification’ teriminin günümüz siyasal dilinde masummuş gibi işletiliyor olmasına rağmen tarihinin hiç de masum olmayışını ortaya koyması ve buradan bir ‘barışçıllaştırma ideolojisi’ eleştirisi türetmesiyken, bir yandan da Türkçede bu ‘masumiyet’ efektinin ancak bu biçimde sağlanabileceği ve dolayısıyla da sözü edilen ideoloji eleştirisinin görünürlüğünün ancak bu yolla arttırılabileceği yönündeki bir kanaattir.
[1] www.syrianfreepress.net adresinde kayıtlıdır; http://www.youtube.com/watch?v=rAMV5MarkW4 adresinden ulaşılabilir.
[2] Unity Media News, 2 Haziran 2013, http://unitymedianews.com/2013/06/02/turkey-begins-hunt-for-shia-terrorists-behind-riots/
[3] Bu yazı Kanada’da yayınlanan Socialist Studies/Etudes Socialistes dergisinde, 2013’te yayınlanmış bir yazının gözden geçirilmiş halidir.
[4] Güvenlik karşıtı özgün argüman için, Mark Neocleous, Critique of Security (Edinburgh: Edinburgh University Press, 2008); Türkçe çevirisi –Güvenliğin Eleştirisi– Aralık 2013’te NotaBene Yayınlarından çıkacaktır. Söz konusu yazılar şunlardır: ‘War as Peace, Peace as Pacification’ (‘Barış Olarak Savaş ve Barışçıllaştırma Olarak Barış’), Radical Philosophy, 159, 2010, pp. 8-17; ‘“A Brighter and Nicer New Life”: Security as Pacification’ (‘ “Daha Parlak ve Daha Güzel Bir Yeni Yaşam”: Barışçıllaştırma Olarak Güvenlik’), Social and Legal Studies, Vol. 20, No. 2, 2011, pp. 191-208; ‘Security as Pacification’ (Barışçıllaştırma olarak güvenlik) Mark Neocleous and George S. Rigakos (eds), Anti-Security (Güvenliğe Karşı) içinde, (Ottawa: Red Quill Press, 2011).
[5] Mark Neocleous, Toplumsal Düzenin İnşası: Polis Erkinin Eleştirel Teorisi (Bogazici University Press, 2006).
[6] Bu konudaki daha uzun bir tartışma için, Mark Neocleous, War Power, Police Power (Savaş Gücü, Polis Gücü), (Edinburgh University Press, 2014). Türkçe çevirisi Notabene Yayınlarından çıkacaktır.
** Bu ara başlığın İngilizcesi ‘Let There Be Workers!’ biçimindedir ve Eski Ahit’e göre Tanrı’nın dünyayı yaratırken buyurduğu ‘Ol!’ –Let There Be …– emriyle aynı kipte kurulmuştur. Sermayenin kendi suretinde bir dünya yaratışına işaret etmektedir.
[7] Silvia Federici, Caliban and the Witch: Women, The Body and Primitive Accumulation (New York: Autonomedia, 2004), pp. 163, 176, 220.
[8] Grégoire Chamayou, Manhunts: A Philosophical History, trans. Steven Rendall (Princeton, NJ: Princeton University Press, 2012), p. 89.
[9] Azar Gat, War in Human Civilization (Oxford: Oxford University Press, 2006), p. 117.
[10] James Q. Whitman, The Verdict of Battle: The Law of Victory and the Making of Modern War (Cambridge: Harvard University Press, 2012), pp. 26, 35.
[11] Elias Canetti, Elias, ‘Crowds and Power: Conversation with Elias Canetti’ (1972), in Theodor W. Adorno, Can One Live After Auschwitz? A Philosophical Reader, ed. Rolf Tiedemann (Stanford, CA: Stanford University Press, 2003).
[12] George W. Bush, ‘Remarks in Sarasota, Florida, on the Terrorist Attack on New York City’s World Trade Center’, 11 September, 2001; ‘Remarks at Barksdale Air Force Base, Louisiana, on the Terrorist Attacks’, 11 September, 2001.
[13] George W. Bush, ‘President’s News Conference’, 30 July, 2003; ‘Remarks at a Swearing-In Ceremony for Michael Chertoff as Secretary of Homeland Security’, 3 March, 2005.
[14] George W. Bush, ‘Remarks on Improving Counterterrorism Intelligence’, FBI Headquarters, 14 February, 2003; ‘News Conference With Prime Minister Tony Blair’, White House, 16 April, 2004; ‘President’s News Conference, White House, 13 April, 2004.
[15] Bush, ‘Remarks at a Swearing-In Ceremony’.
[16] George W. Bush, ‘Satellite Remarks to the Central European Counterterrorism Conference’, Warsaw, 6 November, 2001; ‘Remarks on the War on Terror’, Washington, 28 September, 2005; ‘Remarks to the Foundation for the Defense of Democracies’, George Washington University, 13 March, 2006.
[17] George W. Bush, ‘Address Before a Joint Session of the Congress on the State of the Union’, 20 January, 2004; ‘Remarks at the Port of Charleston, South Carolina’, 5 February, 2004; ‘Remarks on the Anniversary of the United States Department of Homeland Security’, 2 March, 2004.
[18] Cited in Rowan Scarborough, Rumsfeld’s War: The Untold Story of America’s Anti-Terrorist Commander (Washington, DC: Regnery Publishing, 2004), p. 20.
[19] Steven Marks, Thomas Meer, and Matthew Nilson, Manhunting: A Methodology for Finding Persons of National Interest (Monterey, CA: US Naval Postgraduate School., 2005), p. 75.
[20] George A. Crawford, Manhunting: Reversing the Polarity of Warfare (Baltimore: PublishAmerica, 2008), pp. 282; George A. Crawford, Manhunting: Counter-Network Organization for Irregular Warfare (Joint Special Operations University Report 09-7, 2009), pp. 1, 7, 9, 34-40.
[21] John B. Alexander, Convergence: Special Operations Forces and Civilian Law Enforcement (Joint Special Operations University Report 10-6, 2010), pp. 58-60.
[22] GRAIN, Iraq’s New Patent Law: A Declaration of War Against Farmers, 15 October, 2004. Available at http://www.grain.org/article/entries/150-iraq-s-new-patent-law-a-declaration-of-war-against-farmers.
[23] US Dept. of Transportation, Transit Security Newsletter, No. 36, 2003. Available at http://transit-safety.volpe.dot.gov/security/newsletters/html/Vol36/Page2.asp