Barış, söylemesi kolay ve güzel bir kavram, ama barışın inşası savaşmaktan çok daha zor ve çetin bir yol. Barış nasıl inşa ediliri yazmak ve konuşmak da bu sıralar hepimizin bir numaralı gündemi. O kadar acıyla yüklendi ki bu topraklar, çoğu zaman bir gece yatalım kalkalım ve sabah temiz bir dünyaya uyanalım istiyoruz; hatta mümkünse biz yorulmadan ortalık gül bahçesine dönse diyoruz. Oysa sadece hayal etmenin yetmediği kalıcı ve sürdürülebilir bir barış için emek gerekiyor; sabır gerekiyor. Bu yazının temelini kuran Johan Galtung’a göre, en önemlisi yaratıcılık ve empati gerekiyor. Empati öyle bir kavram ki, çözüm süreci gibi ciddi bir dönemeçte sanki hafif kaçıyor, sanki sadece sahilde yaşam koçuyla koşarken bu kavram kullanılırmış gibi çaktırmadan müstehzi bir gülüşe maruz kalıyor. Oysa, evladını kaybeden bir annenin yuhalatıldığı ve yuhalandığı bir ülkede en büyük eksiklik empati. Ülke genelindeki bu eksiklik çözüm sürecinin de olumsuz bir dinamiği. Empati gibi, barışın da hafife alınmasını eklemek gerek bu olumsuzluklara. Kendi gerçekliğine saplanmış tarafların yeni bir gerçeklik yaratma potansiyelini öldüren bir ortam Türkiye’deki. Bu ortam ideal bir barışa odaklanma koşullarına da sahip değil. İç politikadaki sorunlar kadar dış politikadaki her adım da barış sürecini yakından etkiliyor. Yazıyı kaleme almaya başladığım sıralarda Rojava’da bir köyü çoluk çocuk demeden katletmesinin üzerinden kısa bir süre geçen IŞİD, Musul’un kontrolünü ele geçirmişti. Yazı yayınlandığında durum ne olacak bilmiyorum; lakin Kürt meselesine çözüm arayışları ve barışın inşası bağlamında Türkiye’nin Ortadoğu politikasını ve bölgedeki gelişmeleri denkleme en başta yerleştirmekte fayda var. Fakat yine de ve illa da barış diyeceksek, en azından ilk eksiği kapatmak, yani barışa giden yolun evrelerinde ve ilkelerinde anlaşmak gerek.
Bu gereklilikten hareketle bu yazıda Galtung’un çatışmaları aşma (TRANSCEND) yaklaşımı üzerinden çözüm sürecini değerlendirmeye çalışacağım. Galtung, geçen sayıdaki barış dosyasındaki yazı ve röportajlardan da takip edebileceğiniz gibi barış çalışmaları denildiğinde ilk akla gelen isim; istenirse Kürt meselesinin çözümünde arabulucu olabileceğini belirtmesiyle ve meselenin çözümüne yönelik önerileriyle Türkiye kamuoyunda da adı zaman zaman öne çıkan bir akademisyen.[1] Bu yazıda da niyetim hem Galtung’un basit ama derin kavram ve yöntemlerini kısaca özetlemek hem de sürece dair Galtung’un bize tutacağı ışığı izleyerek sürecin temel eksikliklerini tartışmak.[2]
Galtung’un barış çalışmalarına en önemli katkısı, çatışmaları analiz etmenin önemli kavramsal seti olan yapısal, kültürel ve doğrudan şiddet ayrımı. Kürt meselesi bağlamında da şiddetin bu üç türünün varlığı aslında meselenin tanımı. Kalıcı ve sürdürülebilir bir barışın bu şiddet biçimlerinin yapısal, kültürel ve doğrudan barışa dönüşmesiyle karşımıza çıkacağı da göz önündeki gerçek. Öte yandan, belki de bu netlik tam da önümüzdeki en büyük engel; çünkü özellikle sınıf, cinsiyet ve etnik ilişkiler gibi ayrımcılığın kök saldığı ve derin çelişkilerin gizli olduğu yapısal şiddet, iktidarın en çok nemalandığı ve kendisini iktidar kılan, meşrulaştıran şiddet türü. Kültürel şiddetse, yapısal ve doğrudan şiddeti kültürün her boyutunu kullanarak meşrulaştıran şiddet: bayraklar, marşlar, sokak ve meydan isimleri… Diyarbakır’a giden otobüsün taşlanmasını sorgulamamayı besleyen kanal kültürel şiddet, medyadaki ayrımcı dil, sokaktaki aşağılayıcı bakış. Doğrudan şiddetiyse tanımlamaya gerek yok; atılan taş, sıkılan mermi demek yeterli.
Kürt meselesi bağlamında bu üç şiddet türünün varlığı kısa bir yazıda açıklanamayacak kadar aşikar. Galtung’un en temel ihtiyaçlar olarak tanımladığı hayatta kalma, refah, özgürlük ve kimliğin ihlal edildiği bir tarih var karşımızda. Galtung bu ihtiyaçların tatmin edilmemesini şiddet olarak tanımlamaktadır ve bunlar karşılanmazsa onurlu bir hayattan bahsedilemeyeceğini belirtmektedir. Bu nedenle bu ihtiyaçlar müzakere edilemez. Tam da bu nokta Türkiye’de çözüm masasını sorgulatan noktadır; çünkü bu ihtiyaçların nasıl karşılanacağı değil, bu ihtiyaçların kendisi halen tartışılmaktadır. Kimliğin tanınmasına ilişkin anadilinde eğitim ve vatandaşlık tanımının değiştirilmesi gibi taleplerin nasıl gerçekleştirileceği değil, hala ne kadar “verilmesi” üzerinden tartışıldığı düşünüldüğünde AKP hükümeti tarafından Kürtlerin ne kadar, nereye kadar tanındığı da tartışmaya açılmaktadır.
Türkiye’de sürekli Kürt meselesinin çözümünden bahsediyoruz, ama eğer Galtung üzerinden gideceksek, Galtung’un çatışmaların çözümünden ziyade çatışmanın aşılması kavramını tercih ettiğini de belirtmek gerekir. Çatışmanın temelinde çelişkiler vardır ve bireyler/gruplar var olduğu sürece amaçları, dolayısıyla çelişen hedefleri olacaktır. Dolayısıyla Galtung’a göre çatışma çözülüp yok olacak bir fenomen değildir. Bu nedenle çatışmaların önlenmesi veya çözülmesi değil, ama şiddetin önlenmesi ve sona ermesi anlamlı bir arayıştır. Galtung sürdürülebilir, kalıcı bir barış için önemli olanın çelişkilerden doğan çatışmayı aşan, dönüştüren yeni bir gerçeklik inşası olduğunu belirtir. Bu, empati gerektiren yaratıcı bir çabadır; çünkü tarafların amaçlarının ötesine geçerek birlikte yaşayabilecekleri ve geliştirebilecekleri yeni bir model yaratımından bahsedilmektedir.
Çatışmanın aşılması için en temel koşulsa çatışmayı ele alış tarzının dönüşmesidir. Galtung bu dönüşümle, güvenlik yaklaşımından barış yaklaşımına geçişi kastetmektedir ki, yine bu nokta Türkiye için son derece önemlidir. Sıklıkla güvenlik yaklaşımının terk edildiği vurgulanan Türkiye’de, bu terk sadece askerin iç politikada geri plana çekilmesi üzerinden yorumlanmakta, lakin güvenlik yaklaşımının diğer unsurları varlığını devam ettirmektedir. Galtung, güvenlik yaklaşımının dört unsur üzerinden hareket ettiğini belirtir. İlki, tarafların birbirini şeytanileştirmesi, iyi/kötü ikilemini keskinleştirmesidir. AKP’nin Kürt kimliğini tanımasının bu unsuru körelttiği iddia edilebilir; ancak unutulmaması gereken nokta, AKP’nin Kürtler içinde “iyi” ve “kötü” Kürtler ayrımı yapmaya devam etmesidir. Üstelik, ülke genelinde Gezi sonrası keskinleşen kutuplaştırıcı dil de güvenlik yaklaşımının devamlılığını adeta gözümüze sokmaktadır. Bu yaklaşımın diğer unsurlarıysa belirgin veya potansiyel bir şiddet tehdidi üzerinden hareket etmek, güç sahibi olarak karşı tarafı yenmek arzusu ve barış için önce güvenliği sağlamak olarak özetlenebilir. Bu üçü üzerinden çözüm sürecine bakıldığında AKP’nin Öcalan’la görüşmesi özellikle tehdit algısı ve karşı tarafı yenme girdilerinin bertaraf edilmesi olarak yorumlanabilir. Fakat daha geniş bir çerçeveden konuyu ele aldığımızda AKP’nin her ikisinden de tam olarak vazgeçmediği görülecektir. Rojava ve Barzani politikaları Kürtlerin birleşme tehdidini bertaraf etme üzerinde şekillenmiştir. Bu politikalar aynı zamanda Ortadoğu’da başkalarını kendisine muhtaç kılarak yenme arzusunun da bir çıktısıdır. Önce güvenlik, sonra barış söylemiyse kalekol yapımından polis şiddetine tüm Türkiye’nin her gün yüzleştiği bir gerçekliktir. Dolayısıyla en başta söylediğimiz gibi, atılan her adımı barış diye adlandırmak barışın anlamını hafifletmekte ve gerçeği örten sisi aralamamamız için bir boyama taktiği olarak yeniden karşımıza çıkmaktadır. Bu yorum, elbette atılan önemli adımları hafife almak olarak okunmamalıdır; sonuçta çatışmaların durduğu negatif barış dönemi kalıcı barışın ilk adımıdır; lakin sadece ilk adımıdır, kendisiymiş gibi sunulmasına karşı çıkılmalıdır. Kalıcı barış, sadece ateşkes durumu değildir, negatif ve pozitif barışın birlikteliğinde gerçekleşir ki, pozitif barış için yapısal ve kültürel şiddetin de işbirliği ve eşitlik temelindeki dönüşümlerle yapısal ve kültürel barışa dönüşmesi gerekir. Kürt meselesi dışında bir örnekle, Sulukule’yi ellerinden alırken, sadece Çingenelere Roman diyerek eşitliği sağlayamazsınız.
Galtung’un temellerini oluşturduğu çatışmaları aşma (TRANSCEND) yaklaşımı barış yaklaşımını temel almaktadır. Güvenlik yaklaşımının aksine, barış yaklaşımı güvenlik için önce barışın gerekli olduğu temelinden hareket eder. Barış yaklaşımı, iyi/kötü ikiliğini besleyen bir kültürel şiddet içinde karşı tarafın ne kadar da şeytan olduğunu değil, çatışmayı merkeze alır; şiddete, çatışmayı kalıcı kılacak bir tehdit olarak bakar ve çatışmanın empati-yaratıcılık ve şiddet dışı araçlar yoluyla dönüşümüne odaklanır. Farklılığa tehdit olarak değil, zenginlik olarak bakmak ve yapısal eşitliği temel almak esastır. Dolayısıyla, barış yaklaşımı, çatışma kültürünün ve pratiğinin dönüşümüne dairdir. Güvenlik yaklaşımı eşitsizlik ve üstünlük temelli bir güç öngörüsüyle hareket ederken, barış yaklaşımı tüm taraflara uygun ve sürdürülebilir, eşitlik ve denklik içeren bir çatışma çıktısına odaklanır ki, bu odak şimdilik Türkiye’de biraz kaymıştır.
Çatışmayı aşmak için Galtung üç evreye özel önem atfetmektedir: teşhis, prognoz ve tedavi. Bu üç evreyi mutlak bir kronolojik sırayla ele almak gerekmez, ki zaten çoğu zaman iç içe geçmişlerdir. Teşhis sorunun analizidir ve elbette çatışmanın geçmişine dair bilgi sahibi olmamızı gerektirir. Bu analizin ilk sorusu da “şiddet başlamadan önce ne oldu”dur ve Galtung’a göre cevabı kutuplaşmadır. Kutuplaşmaları gerçek kılan da hayal kırıklıkları, yani engellenmiş hedeflerdir. 19. yüzyıldan itibaren devlet ve Kürtlerin farklılaşan amaçlarının yapısal bir eşitsizlik temelinde Kürtleri temel ihtiyaçlarından yoksun kılması bu hayal kırıklığının ve dolayısıyla kutuplaşmanın temelinde yatmaktadır. Teşhisi prognozdan ayıran yan, prognoz evresinin çatışmanın hayal kırıklığı, kutuplaşma, saldırganlık, travma ve savaş kültürünün yerleşmesi gibi evrelerine odaklanıyor olmasıdır; kısaca prognoz çatışmanın seyir halidir ve belirsizliklerle doludur. Çözüm süreci bağlamında Türkiye’yi belki de tam bu nedenle prognoz evresinde değerlendirmek yerinde olacaktır; çünkü bir yandan çözümden bahsedilirken bir yandan kutuplaştırıcı dil ve politikaların devam ettiği bir dönem karşımızdadır. Öte yandan Galtung’un tedavi evresini teşhis ve prognoz evrelerinin herhangi bir anında başlatılabilecek bir reçete olarak tanımladığını da eklemek gerekmektedir. Prognoz içindeki her aşamaya uygun tedavi yöntemleri vardır; mesela travmaların yaşandığı bir dönemin tedavisi geçmişle yüzleşme ve geleceği birlikte inşa etmektir. Galtung’a göre geçmişle yüzleşmek unutmak için değil, ama arkada bırakmak ve birlikte yeni bir yola başlamak için gerekli önemli bir aşamadır.
Çatışmanın aşılmasına dair tedavi sürecinde arabuluculuk, müzakere ve diyalog Galtung için son derece önemlidir. Türkiye’de Kürt meselesi bağlamında bir arabulucunun olup olmadığı en azından açık bir şekilde kamuoyuyla paylaşılmış bir durum değildir; fakat Galtung, eğer arabulucu söz konusuysa, arabulucunun müzakere süreci öncesinde taraflardan her biriyle ayrı ayrı biraraya gelmesini gerekli bulur. Galtung’a göre arabulucunun kendi amacı olmalıdır: taraflarca kabul edilebilir ve sürdürülebilir, çelişkileri belirsizleştiren, tavırları yumuşatan bir yeni gerçeklik. Türkiye’de bir arabulucudan bahsedilmediğine göre bu yeni gerçekliği yaratma görevi müzakere eden taraflara düşen bir amaç, bir görev haline gelmektedir.
Müzakere, taraflardan birinin kazancı, birinin kaybı üzerine kurulursa, ortaya çıkan sonucun galip tarafta yaratacağı sürekli kazanma, yenik tarafta yaratacağı intikam alma duygusu barışın sürdürülebilirliğini tehlikeye atacaktır. Fakat bu bağlamda Türkiye’de müzakere masasının artık bir daimi galip-daimi mağlup ikileminde kurulmadığı söylenebilir. Lakin Galtung müzakere masasının “ne o ne bu olsun” mantığına dayanan sürekli bir erteleme üzerine kurulmasını da hatalı bulmaktadır; oysa Türkiye’deki durum bu mantıkla bir ileri bir geri gidip durmaktadır. Galtung, “ne o ne bu”cu yaklaşımın tarafların barış süreci açısından olgunluğa erişmemiş olduğunu gösterdiğini vurgular. Yasal adımlar atmayı sürekli ertelerken güvenlik merkezli politikalarını devam ettiren AKP hükümeti değerlendirildiğinde bu vurgu son derece önemlidir.
Galtung’un dikkat edilmesi gerekli dediği bir müzakere çıktısı da çoğu zaman bir memnuniyetsizliğin paylaşılması riskini taşıyan uzlaşmadır ve Galtung barışın sürekliliği açısından bu durumun da tehdit arz edebileceğini belirtir. Önerisi, “hem o hem bu” mantığına dayanan, yani tüm tarafların kazandığı yeni bir gerçekliğin inşasıdır. Bu minvalde müzakereyi anlamlı kılacak başlangıç noktası diyalog kurmaktır. Ancak diyalog kurarak empati ve yaratıcılık yeni bir gerçeklik yaratımı için işleyebilir. Diyalog yoluyla çatışmayı aşmanın da en temel kuralı tarafların kendilerini nasıl ifade ettiklerini ve kendilerine yönelik analizlerini esas almaktır. Kürt meselesi bağlamında baktığımızda, müzakere masasında taraflardan birinin, yani AKP’nin, tüm tarafları tanımlama gayretine girmesi bu ilkenin açık ihlalidir. Çözüm süreciyle birlikte kamuoyuna açık bir şekilde kurulan diyalogda Kürtler İslam üzerinden kardeşlik retoriği içinde tanımlanarak AKP tarafından diyalogun bir tarafı kabul edilmekte ve talepleri de bu çerçevede değerlendirilerek ertelenmektedir ki, bu yaklaşım daha baştan müzakere çıktısını değil, müzakere masasının niteliğini etkilemektedir. Öte yandan AKP tarafından diyalog esnasında devam ettirilen çok katmanlı “iyi”-“kötü” Kürt ayrımının zararını da eklemek gerekir. Bu ayrımın ilk kriteri AKP yandaşlığıdır; ama bu kriteri takiben AKP gerekli gördüğü takdirde Öcalan-Kandil, Kuzey-Güney Kürdistan, Erbil-Rojava ikiliklerine de oynayarak masayı müzakere masasından kumar masasına çevirmektedir.
Müzakerenin empoze etmeye değil, önermeye dayalı bir evre olduğu, müzakere masasında kurulan diyalogun soru sormayı gerektirdiği göz ardı edilmemelidir. Türkiye’de özellikle AKP ve destekçileri tarafından çözüm sürecine dair sorulan her sorunun ve eleştirinin ötekileştirilmesi ve barışa ihanetle yaftalanması süreçteki en olumsuz girdilerden biridir. Oysa diyaloglarda dönüm noktaları ünlem işaretlerinin, Türkçesiyle kırmızı çizgilerin yerine soru işaretlerinin gelmesiyle başlar ve bu soru işaretleri dışlayarak değil, dahil ederek artacaktır. Elbette tarafların amaçları çoğaldıkça ve çatışmanın etki alanındaki taraflar arttıkça çatışmayı aşma ve dönüştürme olasılığı azala da bilir; ama bu risk kapanarak kutuplaşma riskinden daha azdır. Mesela Rojava deneyimi Kürt meselesinin çözümünde son derece önemlidir; ama hükümetin Rojava’ya yönelik dışlayıcı politikaları yaratıcı bir yeni model tahayyülünü kısıtlayacaktır.
Galtung, çatışmayı aşmaya yönelik her türlü evrede şiddet içermeyen mücadeleyi esas alır; çünkü hem şiddet şiddeti doğurmaktadır hem de şiddetsizlik empati ve yaratıcılığa olanak tanıyacaktır. Galtung’a göre şiddet içeren güvenlik yaklaşımını şiddet içermeyen eylemlerle kırmak gerekir ki, bu aynı zamanda şiddetsizliğin en temel ilkesidir. Çatışmanın şiddete dönüşmesini önlemenin yolu, çatışmaya harcadığınız enerjiyi çözüm yaratmakta kullanmaktır. Bu anlamda içinde bulunduğumuz negatif barış dönemi çözüm yelpazesi için alternatifleri artırma olanağı sunmaktadır; lakin bu elverişli ortam başka pek çok olumsuz dinamikle zedelenmektedir. İç politikadaki belki de en önemli sorun AKP’nin kutuplaştırıcı dilidir. Sadece “benim gibi olana ve benim istediğim gibi davranana” yer açılan bir toplumsal düzende kalıcı barış epey uzağa düşmektedir. Bu dışlayıcılık ve dikotomilerin yeniden keskinleştirilerek üretimi barış süreçleri için oldukça önemli engellerdir; çünkü bir sorunu aşabilmek için doğru/yanlış, iyi/kötü ikiliklerinin ötesine geçecek bir düşünce tarzı yeşertmek gerekir. Zihinlerdeki kutuplaşma davranışsal kutuplaşmayı hem tetikler hem de meşrulaştırır. Amaç, kutuplaşmayı eritmek ve tarafları birbirinin gözünde şeytandan sıradan bir insana dönüştürmek olmalıdır. Galtung’a göre bu ortamı yaratmanın en temel araçlarından biri barış eğitimi ve barış gazeteciliğidir; kısaca kültürel şiddeti dönüştürmeye başlamaktır. Türkiye’de eğitimin ve medyanın hali pür meali düşünüldüğünde birkaç gazete ve televizyon kanalı dışında barış gazeteciliğini bırakın, sıradan bir gazeteci olmak için önemli bir çaba sarf etmek gerekmektedir. Yapısal ve doğrudan şiddeti meşrulaştıran sembolik kutuplaşmanın Kürt-Türk ekseninden AKP ve AKP karşıtı eksenine kaydırılması da kültürel şiddet alanını genişleterek toplumsal barış imkanını azaltmaktadır. Demokrasinin darbe aldığı, sadece Kürtlerin değil, Aleviler başta olmak üzere diğer etnik, dinsel, siyasal grupların, özetle AKP’nin “yeni Türkiyesi”ne uygun görülmeyenlerin temel ihtiyaçlarından olan hayatta kalma, refah, kimlik ve özgürlük ihtiyaçlarının baskı altında olduğu bir ortamda herhangi bir negatif barış döneminin pozitif barışa ve oradan da kalıca barışa evrilmesi mümkün değildir.
DİPNOTLAR
[1] Galtung, bir röportajında geçmişte Türkiye’de arabuluculuk yaptığını ve istenirse yeniden yapabileceğini belirtmiştir. Kürt meselesinin aşılması için 3 aşamalı bir plan önermiştir. İlk aşamada Kürtlerin yaşadıkları ülkelerdeki, Türkiye, Suriye, Irak ve İran’daki insan haklarının iyileştirilmesi vardır. Kalıcı bir barış için ikinci aşama bu dört ülkede özerkliğin kurulması, üçüncü aşama da bu dört özerk bölgenin bir araya gelmesiyle Kürdistan konfederasyonunun oluşturulmasıdır.
(http://anfnuce.com/news/guncel/prof-galtung-yeni-oslo-goruthmeleri-ne-arabulucu-olabilirim.htm)
(https://www.transcend.org/tms/2012/10/turkey-cyprus-kurds-armenia-syria-2/)
[2] Bütün çalışma boyunca sadece Galtung’un kavramları kullanılacağı ve kendisinin çatışmayı aşma yaklaşımı esas alınacağı için yazıda çatışma ve barışa dair her cümleye Galtung’u ayrıca referans göstermedim. Bütün çalışmada esas alınan Galtung eserleri için bkz. :
Johan Galtung, Carl G. Jacobsen, Searching for Peace: The Road to TRANSCEND, London, Pluto Press, 2000.
Johan Galtung, Transcend and Transform: an introduction to conflict work, London, Pluto Press, 2004. Kitabın Türkçe basımı: Çatışmaları Aşarak Dönüştürmek: çatışma çözümüne giriş, çev. Havva Kök, Ankara, USAK Yayınları, 2012.
Johan Galtung, “Introduction: peace by peaceful conflict transformation-the TRANSCEND approach,” Handbook of Peace and Conflict Studies, ed. Charles Webel, Johan Galtung, New York, Routledge, 2007, s. 14-34.
Johan Galtung, “Cultural Violence,” Journal of Peace Research, Vol. 27 (3), 1990, s. 291-205.
Ayrıca Galtung’un çalışmalarını takip edebilmek için bkz. <www.transcend.org>