Derviş Paşa gayrı kına yakınsın
Böbürlensin dört bir yana bakınsın
Emme bizden gece gündüz sakınsın
Öc alırız ilk fırsatı bulanda
Babaannem doğmadan yerleşmişler, düze inmişler, Çukur’a. Durdu Ebe ile Kadın Hala gençmiş o zaman. “Neden” diyorum, “neden inmişler babaanne?” “Başkaldırmışlar kızım” diyor, “İsyan etmişler, sürülmüşler.” Kadın Hala anlatmış babaanneme, “Buraya indik rahatladık, biz burada her şeyi bulduk.” “Silifke o zaman sancak”, demişler ki “Burada su var, toprak var, Silifke’de, Mut’ta, Ortaören’de, Bala’da akrabalarımız var düze inmiş; hayvanlarımıza da iyi. Gidelim yoksa elimizdekileri de alırlar.” Son çare Çukur. Eski Selamoğulları aşireti, yeni Tozara köylüsü.
“Yörük kızım” diyor, öyle seviyor babaannem beni. Saçlarımı tarıyor uzun uzun, belikleri örerken anlatıyor. Artık yok kıl kara çadırlarımız, zengin, rengârenk keçelerimiz, kilimlerimiz, güzel gözlü hayvanlarımız ama babaannem gene de biliyor göç nasıl çözülür, çadır nasıl kurulur, yağmurdan korusun diye önüne basamak nasıl çekilir. Mesela çadır içinin döşemesinde sadece keçi kılı kullanıldığını biliyor çünkü bir tek o su geçirmez; suyu yere akıtır, bu sebepten keçi kesildiğinde tek bir kıl ziyan edilmez. Sahi, ne ziyan edilir ki? Çadırın altına az yüksek bir eşik yapılır. O eşikten girilir çadıra. Huğlar nasıl yapılır, içine samanlı çamur nasıl sıvanır, biliyor. “Babaanne” diyorum, “O koca Yörükler, geceleri gökyüzünü üzerlerine yorgan diye çekip yatan koca Yörükler, korkmamışlar mı karanlık huğlarda?” “Korkmamışlar.” diyor, “Küçük delikler açmışlar yıldızları görmek için.” Öylece kalıyor aklımda Yörükler, geceleri deliklerden yıldızların ışığına bakarken. Binboğalar Efsanesi’ni okurken öğreniyorum, o küçük pencerelere “taka” dendiğini.
Dokumuyor belki babaannem ama biliyor işte, kök boya nasıl yapılır, hangi ottan daha güzel mavi toplanır, iplik nasıl daha hızlı eğrilir, üç eteğin hası nasıl olur; biliyor hangi desen ne demek, gönlün ne tarafını anlatır… “Kökten sürme, ocaktan yeşerme” Demirciler Ocağı piri Koca Haydar Usta’nın ölürken yarım bıraktığı “güneşe benzer”in ne olduğunu bile biliyor belki. Hepsini biliyor, işte bizi yerleştirdiler, işte bizi düşürdüler, işte bizi sinekte, sıtmada, çukurun dibinde kırdılar. Unutmadık yörüklüğü. Babaannemin sesinin ardından koca Yörükler sesleniyor.
Masal anlatıcısı Yaşar Kemal, Yörükler’in ağıdını yazıyor Binboğalar Efsanesi’nde. Bir tek kala kala altmış çadır kalmış Karaçullu Obası’nın, Süleyman Kâhya’nın, Müslüm Koca’nın, Ceren kızın, Halil’in, Yeter’in, Mustan’ın hikâyesini değil, babaannemin, kocamış Kadın Hala’nın, Durdu Ebe’nin de hikâyesini anlatıyor. Aslında tek ve bir olan destanı. Yengi ve yenilmişliği. “Gidelim yoksa elimizdekileri de alırlar.” diyen Kadın Hala’yı. Solmuş, yırtık çadırları. Umudu ve çaresizliği. Gözünün feri sönmüş Yörük bebelerini. Hızır’dan, Koca Allah’tan dilenen dilekleri. “Çukur’da kışlak, Çukur’da kışlak, Çukur’da kışlak” İyiliğin kötülüğünü, kötülüğün iyiliğini. “Kendimiz gibi ölmek mi, eller gibi yaşamak mı?”
Bir başka zamanı, bir başka Allah’ı, bir başka güzelliği anlatıyor. İnsan içinde evren, evren içinde insan olmayı. Kaybettiğimizi anlatıyor: “Usumuz, geleneğimiz, göreneğimiz, ağacın tomurcuklanması, yelin esmesi, insanın doğması, büyümesi, ölmesi üstüne düşüncelerimiz, duygularımız hiç bilinmeyecek, anılmayacak. Çiçeğin açması, kaplanın heykirmesi, yağmurun yağması üstüne, toprağın yeşermesi, bir kartalın yumurtlaması, bir tor şahinin, uzun boylu tor atların alıştırılması, dünyaya, her yaratığa sevgimiz, dostluğumuz, onlardan bir parça olma gücünün harikulade sağlamlığı hiç bilinmeyecek.”
Bir tek kaybettiklerimizi mi? Yerine konanları da anlatıyor. Kendi için yaşayıp gitmekten, tabiatla, börtü böcekle bir yaşayıp gitmekten, daha çoğu için, hep daha çoğu için yaşamaya başlamayı. Ama razı, ama değil, ama gönüllü, ama değil. Koca Yörükler’in önünde mecburiyetin seçenekleri. Geceleri de güneşli şehirleri, toprağı yiyen açgözlü makineleri, demir kanatlı kuşları, her bir yanı sürülmüş, derisi kalkmış, konacak yeri kalmamış Çukur’u anlatıyor.
O Çukur ki eski zamanlarında ulu kutsal nar ağacının anası: “Hazreti Ali Çukurova’ya gelip de Anavarzaya kılıcını çalıncadır ki, çalıp da koca Anavarza kayalığını, dağını ortadan bir kılıçla bölüncedir ki, başını çevirip sağ yanına bakıncadır ki yanı başında bu nar ağacını gördü. Ulu nar ağacı kökünü, yapraklarını, çiçeklerini torlamış toplamış, Hazreti Ali’nin arkasına düşmüştü. Hazreti Ali ömründe ne böyle parlak al çiçekler, ne böyle yeşilden patlamış, her bir yaprağı başka türlü balkıyan bir ağaç görmüştü. Yeşilden balkıyan ağacın yanına gitti, ağacın her bir yaprağını teker teker okşadıktan sonra, ey kutlu ağaç, dedi, sen var git o hüyüğe dikil, orayı sana Allah mekan verdi. Orada üre, çoğal. Orada hastalara derman, umarsızlara umar ol.”[1] Ta o zamandan yüz sürdük, niyaz ettik nar ağacına. Ah Çukur, canım Çukur, ırgatlara, yörüklere mezar, kemikli sinekli, sıtmalı Çukur. Nar ağacını da aldın.
Yakıyor ağıtını Yaşar Kemal, anlatıyor bir bir. Her sabah çadır çadır azalmayı, yavaş yavaş tükenmeyi, yok olmayı; sonrasında aç acına çalışmayı, borçluluğu, çaresizliği, ırgatlığı, sömürüyü, gözü doymazlığı, aslını inkârı, düşmanlığı…
Sahi kim Çukur’un yerlisi, kim Yörük? Yörükler’e böyle düşmanca bakan, onları haraca bağlayan, ayakbastı, yoldan geçti parası alan, sinekten, sıtmadan kırılmış bu biçare, bu öfkeli, can alan yerli kim? Onlar da yörüklük etmezler miydi bir zamanlar? Onlar da “dünyadan, her yaratıktan bir parça olmanın harikulade sağlamlığını” bilmezler miydi? Bu nasıl bir düzendir çaresizleri birbirine kırdıran? Düşen duranı yanına çekiyor. Düşenlerin üzerine kim basıyor? Nasıl direneceksin?
Sevda direnir. Yazmaz kitaplar bir avuç toprak uğruna Çukur’a verilen güzelim Yörük kızlarının ağıtlarını. Onlar ki at biner, silah atar. “Kırmızı çizmeli Türkmen karıları.” diye babaannemin anlattığı. Önce yasaklanmış dağların yollarını açar güzelim Yörük kızları; iskandan sonra Çukur’da kalamayan obalar, gönülsüz verirler onları Osmanlı’nın askerlerine, yürüyüp giderler dağlara. Sonraysa kışlak için yerlilere. Kadersizliği güzelim Yörük kızlarının. Acıları, ah’ları yankılanır hala koyakların gizlerinde. Tek çare kalırlar obalara, kimi aklını kaçırır gittiği Çukur’da, kimi “Dağın maralı çölün çakalına yar olmaz.” der, dayanamaz atar kendini yardan. “Duran Alinin kızı Eşeyi aşağıya Leçenin oradaki bir köyün Ağasına verdiler. Dünya güzeliydi Eşe. Üç yıl sonra bir gün ölüsünü su kuyusundan çıkardılar. Kuyuya kendini çırılçıplak atmış. Memeleri on bir yaşında bir kızın memeleri gibi dimdikti. Çukurovalı kadınlar buna daha çok şaştılar. Eşenin ölüsüne kimse ağlamadı, ağıt yakmadı. Hiçbir şey olmamış gibi, mezarlığın uzağında tek başına bir hendeğin yanına gömdüler Eşeyi. Orada yalnız, çatır çatır sıcağın altında yatar durur.”
Duran Alinin kızı Eşe, İbrahim kızı Zeliha, Hacı Salmanın dünya güzeli kızı Yeşil. Hep öldü, hep azaldı Yörük kızları.
Ama sevda direnir. İşte çıkar bir tanesi bir gün, diretir, satmaz sevdasını. Ceren kız, “üç kardeşin bir bacısı, uzun boylu, yanık, büyük ela gözlü”. “Düş kuruyor, düşten düşe geçiyordu.” Halil, Halil, Halil. “Ceren, sular, ışıklar, tepede, karşıda kararan, gittikçe de büyüyen, aydınlanan, kokulanan dağın ortasında, yalnızlığında tepeden tırnağa istek kesilmişti. Sıcak basıyordu, delirten, ürperten, yüreğini çarptıran… Bütün bedenini sıcak basıyor, ateş içinde yanıyor, geriniyordu. Durmadan geriniyor, Halili düşünüyordu.” Hızır’la İlyas. Haydi tam vakti. “Allahım o anı bana göster. Halili bir kere, o da uzaktan olsun, bir kere görmeyi isterim. Bir kere… Bir ömür boyu bir daha göstermesen de olur.” Oktay Bey’i, bir kışlağa Ceren’i satın almak isteyen, elleri yumuşak, beyin oğlu Oktay Bey’i değil, Halil’i. Halil’i ister.
İşte bu yüzden kendi obalısı düşman olur, felaketleri ondan bilir, çocuklar ölür açlıktan, katilleri Ceren bilinir. Ne var Oktay Bey’e bir “he” dese, obayı bu rezillikten kurtarsa? Onların da konacakları bir toprakları olsa… Demez Ceren. Sonu olacağını bile bile demez. Obalının sonunu getireceğini bile bile demez. Sahip çıkar sevdasına. O vakit obalı, nefretten tek vücut öldürürler sevdayı, vururlar Halil’i. İşte böylece sonu gelir Karaçullu Obası’nın, kendi beyini öldüren oba dağılır.
Koca Yörüklerin bitişine, yok oluşuna bir ağıttır Binboğalar Efsanesi. Adaletsizliğe gelemeyen koca dağ gün gelir bin boğa olur yürür zalimin üzerine Yörükler’in inancında. Dağın kalkıp da yürümediği zamanların hikâyesidir Karaçullu Obası’nın hikâyesi. Ama Ceren’in “he” demediğinin, demediğinin, demediğinin de hikâyesidir. Bir de Ceren’in tüfeği sırtına astığı, yüzünü, yolunu dağlara çevirdiğinin.
Bu yazı bir babaanneme, bir de dört duvar arasında Binboğalar Efsanesi’ni okuyup kızlarına “Ceren” ismini koyanlara…
DİPNOTLAR
[1] Hüyükteki Nar Ağacı, Yaşar Kemal.