Dostoyevski, Gogol’un Palto hikâyesinin Rus yazın sanatındaki önemine atıfla “Hepimiz O’nun paltosundan çıktık” der. Kendisinin taşıdığı o veciz anlama bir saygısızlık etmemeye çalışarak söylüyoruz ki benzerlik kurulduğunda insanda “klişe” bir fikri tat bırakıyor, bıraksın, kullanıyoruz; Biz de diyoruz ki “Türkiye Sol/ Sosyalistleri CHP’nin paltosundan çıkmıştır, karşıtları bile…” Ve elbette bu hal, paltonun içinden çıkanların, içinden çıktıklarından olduğu anlamına gelmiyor. Kastetmeye çalıştığımız şöyle bir şey:
İstisnaların kaideyi bozacağına duyduğumuz imanla söyleyebiliriz ki Türkiye Sol/Sosyalistlerinin neredeyse “tümü ve tümü” hayatlarının bir döneminde ya da sadece bir oy kabini döneminde dahi olsa CHP seçmenidir. Seçmenlik, bizatihi CHP’li olmayı kapsadığı gibi dönemin kendi özel şartları nedeniyle sadece “CHP’ye oy vermeyi” ya da CHP’nin “sol”a doğru dönüştürülmesi, dönüşmesi hülyasını da kapsamaktadır.
Bu haliyle her hangi bir sol/sosyalisttin CHP’nin “sol” bir partiye dönüşmesinin toplumsal yararına inanması ve yaşamının herhangi bir döneminde CHP’ye oy vermesi, “sağ” herhangi bir partiye oy vermesinden farklıdır. Farklıdır, çünkü CHP’ye, bizatihi CHP’lilerin verdiği oyların dışında verilen her oy “CHP’nin yerel ya da genel olası iktidarını öngören, buna inanan, bunun faydasına inanan ya da desteklenmesi gerekliliğine inanan” seçmenin oyudur. “Sol/sosyalistin” bir sağ partinin olası iktidarı için “O” sağ partiye oy verdiği söylemek, mümkündür ve lakin bu tercih, kendisinin ya da mensubu olduğu yığının, CHP ile ilişkisinin de önüne çıkan “kalıcı” bir hal değildir. Fazlasıyla “Dönemin ruhuna uygun” olarak nitelendirilebilecek tercihlerdir.
Peki bir “sol/ sosyalistin” CHP’ye verdiği her oy neden “sağ” bir partiye verilen oydan çok daha farklı anlamlar taşır. Bizce üç temel nedenle: CHP’nin kuruluşundan bugüne kadrolarının büyük bir kısmı, hayatlarının bir döneminde Türkiye Sosyalist Hareketi’nin içinde bulunmuş ya da Sosyalist hareketlerle ilişki içine girmiştir. Bu durum şaşırtıcı bir biçimde süreklilik arz etmektedir. Günümüzde de gençlik dönemlerini CHP’nin solundaki siyasi hareketlerde geçiren pek çok isim, CHP yöneticisidir[1].
İkincisi Türkiye Sosyalist hareketinin, seksen sonrasında “Kemalizm ile hesaplaşma/kopma, süreci” olarak tartışmaya başladığı ortamı hazırlayan “kendi” tarihsel geçmişidir. İki ana damarın, THKO ve THKP-C damarının “Kemalizm” değerlendirmeleri hatırlanarak demek istediğimiz daha bir anlaşılır.
Üçüncüsü ise daha çok gündelik yaşama, yaşamın kendi içinde yarattığı alışkanlıklara bağlı, üzerinde uzun uzadıya sosyolojik değerlendirmeler, siyasal tahliller yapmayı gerektirmeyen pratikler… Ömrünü “Tanrı’nın yokluğu” inanışıyla tamamlamış bir merhumun cenazesinin camiden kalkması gibi; sol bir “tevekkül” bir kabulleniş, boyun eğme değil ancak ardımızda kalanların kendi rahatlığı… CHP’ye oy vermek de böyle bir şey, oy kabinine girdiğinizde “şu ya da bu sebepten” CHP’ye oy vererek eve dönüş. Popüler haliyle “Tatava yapma/bas geç” hali.
CHP’nin sosyalistlerle ya da sosyalistlerin CHP ile olduğunu var saydığımız karmaşık ama “sürekli” ilişkisi bize bir şey anlatmalı. Bu şey’in ne olduğunu çözebildiğimiz ölçüde ya CHP’nin “kelimenin gerçek anlamında bir sosyal demokrat” ya da sol bir parti olabilmesini temenni etmeye devam edeceğiz ya da CHP defterini ebediyen kapatıp sol-demokrat bir pozisyon inşa etmenin derdine düşeceğiz. Yazımızın esas derdi de bu: bu şey’in anlaşılabilmesine, siyasal sonuçlarına dair naçizane bir katkı ya da CHP bahanesiyle “Sol nedir?” üzerine sesli düşünmek ama bir gösteren olarak Sol’un, bu ilişkinin ana bağlantı noktası olduğunu göz önünde bulundurarak.
SOL NEDİR?
Haliyle “Sol nedir?” başlığını atmış olmakla, soruya verilecek olası bütün yanıtları tüketmeyi amaçlamıyoruz elbette. Sadece bir çerçeve çizmeye çalışıyoruz çünkü eşitlik, özgürlük, adalet gibi tarihsel olarak solu sol yapan öğelerin anlamlarının görece belirsizleştiği, yerinden çıktığı, anlam buldukları politik söylemsel formasyonların belli ölçüde aşındığı ve hala aşılamamış bir “kriz” döneminde yaşıyoruz. En azından 1980’lere kadar bu öğelerin anlam kazanabildiği sol-sosyalist söylemlerin, post-sosyalist ya da geç kapitalist dünyanın ürettiği yeni çelişki ve çatışmaları eklemlemekte başarısız olduğu açık. Hâsılı uzunca bir zamandır sürmekte olan ve hala çözülemeyen kimliklerin özgürlük talepleri ve sömürülen sınıfların eşitlik talepleri, tanınma siyasetiyle adil bölüşüm siyaseti, tekillik ve evrensellik arasındaki gerilim, hem sol pratiklerde hem de sol siyaset teorisinde, güncelliğini koruyor. Bu gerilim eksenlerinin gerçekliğiyle barışık, bütün demokratik talepleri eklemleyecek hegemonik bir sol proje hala üretilebilmiş değil.
Somut bir örnek: HDP dışındaki sosyalistler, HDP’yi sol-liberal olmakla, sınıf siyasetini inkâr etmese bile marjinalleştirmekle eleştiriyor. Oysa HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Recep Tayyip Erdoğan’ı alkışlamasını “halk iradesine saygı” olarak savunması, siyasal liberal hakların inkârı anlamına da gelir. Çünkü otoriter bir rejimin halk oylamasıyla meşrulaştırılması, anayasal-liberal teorinin kabul edebileceği bir argüman değildir. Daha da şaşırtıcı olan, HDP’ye sol-liberal eleştirisi yapanların, Demirtaş’ın “halk iradesi” açıklamasını, “siyasal haklar”a referansla eleştirmesidir. Bu halin kendisi, anayasal-liberal haklar, demokrasi, bir siyasal proje olarak sosyalizm ve sair konulardaki belirsizliğin bir görünümüdür.
Yeniden CHP’ye dönecek olursak. CHP’nin olağanüstü kurultayı, rakiplerin birbirini sağcılaşmakla eleştirdiği, Parti Meclisi’ne aday olanların da (60 kişilik Parti Meclisine aday olan 600’den fazla aday) delegeleri kendilerinin, diğerlerinden daha solcu olduğuna ikna etme yarışı olarak geçti: Herkesin solcu olduğu ve herkes kadar çok sayıda solculuk tanımının yapıldığı bir kurultay olarak. Kabul etmek gerekir ki CHP Kurultayındaki manzara, başka hiçbir siyasi partide görülemeyecek “karnavalesk” bir hava da taşıyordu. Ancak başka hiçbir partide görülemeyecek bir siyasi çoğulculuğun, rekabetin zemini de olabilecek bu solculuk yarışından bir çoğulculuk değil kakafoni çıktı. Çünkü nihayetinde “Demokratik bir yarış” gibi görünse de Parti Meclisi’ne seçilmek için “Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun listesinde olanlar” ile “Olmayanlar” arasındaki bir yarıştı bu. İlk günkü genel başkanlık yarışında “Çıkıp ‘CHP sağa kaymış’ diyorlar. Hangi CHP Genel Başkanı Deniz Gezmiş’in mezarını ziyaret etmiş. Üç fidana sahip çıktım mezarlarına çiçek bıraktım ben” diyen Kılıçdaroğlu’nun listesindeki “Seçilmişler” ile “diğerleri” arasındaki mücadele.
Bir ek olarak Kılıçdaroğlu’nun karşısına genel başkan adayı olarak çıkan eski grup başkanvekili Muharrem İnce’nin kurultaydaki görüntüsüne de değinmek gerekir. Beklenmedik 415 oyla kurultayın birinci gününün galibi gibi görünen İnce, solu ulusalcılığa tabi kılacak bir söylemin CHP’de yeniden canlanabileceği izlenimi verdi. İnce’nin Kurultay konuşması, “İçerik hiçbir şeydir, belagat her şey” olarak özetlenebilir çünkü belagatin yüksek olduğu konuşmada, somut, anlaşılır, tartışılır hiçbir “sol öneri” yoktu. Belki de ulusalcılığı, içerikte değil bu belagatin kendisinde aramak gerekir çünkü ulusalcılığın, “ölü kuşakların geleneğini” yaşatmak dışında Türkiye’nin somut sorunlarına, sosyal ve demokratik taleplerine verilecek hiçbir yanıtı yoktur. Buna rağmen İnce, CHP’de gidişattan memnun olmayanların oylarını almayı başardı. Denebilir ki, İnce’nin aldığı oy toplamı, İnce’ye verilmiş değil Kılıçdaroğlu’na verilmemiş oylardır. Kurultayın ikinci gününde İnce’nin listesinden Parti Meclisine kimsenin girememiş olması, bu iddiamızın delilidir[2].
BİR İMKÂN VE İMKÂNSIZLIK OLARAK “HALKÇI SOL”
Peki, İnce’nin “Sol öneri” içermeyen konuşmasının karşısına Kılıçdaroğlu’nun “Halkçı Sol” ile çıkışı, “Sol Nedir?” sorumuza aradığımız yanıt mıdır? Ya da “Halkçı Sol”, daha kuramsal bir bakış açısından sol popülizme evrilebilir mi?
Sol popülizmi, bu vesileyle Ernesto Laclau’u saygıyla anarak, eşitlik-özgürlük idealleriyle belirlenmiş bir sosyal imgelem etrafında, her biri kendi tekil sosyal-siyasal taleplerinin karşılanması için mücadele eden grupların birbiriyle uyuşmayabilecek, çatışabilecek farklılıklarını, bir kolektif irade yaratacak biçimde eklemleyebilmek olarak tanımlıyoruz. Bu vesileyle sosyalist solun önemli bir kısmının, “radikal demokrasi” fikrini bir küfür gibi kullanmasını yadırgadığımızı belirtelim. Ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, kısaca, “radikal demokrasinin” liberal demokrasi olmadığını, demokrasi düşüncesini radikalleştirecek, liberal demokrasiyi “içererek aşacak” yeni bir sosyalist alternatife, kimliklerin özgürlük talepleriyle sosyal sınıfların eşitlik taleplerini birlikte düşünmenin zorunluluğuna bir çağrı olduğunu belirtelim. Tekil talepler ve bu talepleri kuşatacak evrensellik arasında bir gerilim yaşanması kaçınılmazdır. Sol siyaset bu gerilimden kaçmak için, ya tekil taleplere (örneğin Kürt sorunu) hapsolmakta ya da tekil talepleri eklemleyen değil bastıran bir evrensellik anlayışına savrulmaktadır. Sosyalist solda bu bastırma “sınıf mücadelesinin evrenselliği” adına yapılırken, CHP’de kuruluş dönemi cumhuriyetçi ideolojinin tekillikleri özel alan havale eden, tekil kimliklerden arındırılmış kamusal alan söylemiyle işlemektedir. Kılıçdaroğlu’nun söylemi ise bu çerçeveden farklıdır. Farklı olmasının nedeni, “Halkçı sol” ile henüz ne anlatmak istediğinin anlatılamaması/anlaşılamamasıdır.
Birincisi, Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’de, CHP’nin farklı olma taleplerini yok sayan, bastıran kadim cumhuriyetçi/sekülerist evrensellik iddiasından vazgeçme eğilimi göze çarpmaktadır. Bu eğilim, bizce hayırlıdır. Türkiye siyasetini seküler bürokratik elitler-mazlum mütedeyyin halk ekseninde kutuplaştıran sağ hegemonya karşısında, bu kutuplaşmaya hapsolmamaya çalışan, yeni bir söylem geliştirmeye çalışmaktadır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu’nun adaylığı, Mehmet Bekaroğlu’nun Parti Meclisine ve oradan Merkez Yönetim Kurulu üyeliğine getirilmesi, bu yeni girişimin sonuçlarıdır ancak iki noktada hata yapmaktadır. İlk olarak, kutuplaşmanın “dindar” kanadından eleman devşirmek, hala aynı kutuplaşma ekseni içinde düşündüğünüz ve hareket ettiğiniz anlamına gelir. Lacancı psikanalizin “dışlanan içerisi” dediği türden bir söylemsel ikilemdir bu: Dışlamak istediğinizi söyleminizin tam kalbine yerleştirirsiniz. Oysa sol, yeni, farklı, kimlikleri özcüleştiren değil özgürlükçü bir sosyal imgelem için stratejikleştiren, güvencesiz ve güvenliksiz çalışma koşullarının, sosyal eşitsizliklerin derinleştirdiği huzursuzlukları yeni oligarşiye karşı örgütleyebilen kutuplaşma eksenleri yaratmak zorundadır. İkincisi, bir hata değil ama bir eksik olarak ortaya çıkmaktadır, çünkü Mehmet Bekaroğlu’nun CHP’ye katılmış olmasını değerli buluyoruz[3]. Eksik şurada: İslamcı gelenekten gelen Bekaroğlu’nun, örneğin 10 yıl önce CHP’de yer alması, CHP’nin otoriter-dışlayıcı sekülerizm anlayışının liberalize edilmesi için çok önemli bir fırsat olabilirdi ama bugün sorun, kamusal alanın İslamize edilmesi sorunudur. AKP iktidarı, İslam’ın kamusal alanda yer bulması talebinden, kamusal alanın İslamize edilmesi dayatmasına gelmiştir. En az Kemalist sekülerizm anlayışı kadar otoriter-dışlayıcı bu söylem ve uygulamaların karşısına, sekülerizmi lügatten çıkarmak değil, dinsel çoğulculuğun, demokratik bir kamusal alanın öğesi haline getirecek yeni ve özgürlükçü bir anlayışa ihtiyaç vardır. Kılıçdaoğlu’nun kurultay konuşmasında, aslında birçok solcunun da gündelik sohbeti içinde eleştirebileceği “rakı masalarında konuşan adam” sözüne yönelik tepkiyi de bu çerçevede düşünmek gerekir. AKP’nin yaşam tarzlarına saldırdığı bir momentte, üstelik Gezi eylemlerinin alkol yasaklarının hemen ertesinde başladığını da düşünecek olursak, “Kılıçdaroğlu’nun o son kadehi yasaklaması” hiç de hayırlı olmamıştır[4].
“Halkçı sol” söylemindeki ikinci belirsizlik, söylemin eklemleyici olmaktan çok tekil sorunların, birçok durumda anlamlı yanıtları olmaksızın, yan yana dizilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu yan yanalık, anlamlı bir bütün/zincir oluşturmak yerine, birbirinden kopuk halkalara benzemektedir. Bu bakımdan 70’lerin Ecevit popülizmi, CHP için hem bir model hem de bir çıkmaz sokaktır. Ecevit’in 1970’lerde başardığı şey, alternatif bir sosyal imgelem etrafında, sınıfları çapraz kesen ve ortak bir hedefte buluşturan bir kitle mobilizasyonudur. Ancak bu modeli tekrar etmeye çalışmak, CHP içinde yeni bir melankolinin filizlenmesi anlamına da gelebilir çünkü bugünün Türkiye’sinin sosyal-siyasal sorunları (özellikle kimlik talepleri), 70’lerden oldukça farklıdır. 70’lerin Ecevit’inin yüzleşmek zorunda olduğu, can yakıcı bir Kürt Sorunu yoktu ve bu sorunla 90’larda yüzleşmek zorunda kalan Ecevit, sosyal demokrasiye değil ulusalcılığa sığındı. Hâsılı, Kılıçdaroğlu’nun bir bütünlük içinde hızla yanıtlaması gereken sorular bellidir: “Önce üreteceğiz sonra hakça bölüşeceğiz” diyerek üretimin hangi insani koşullar içinde olacağına atıf yapmak zorundadır. Bu bağlamda çalışanların örgütlülüğünün önündeki engellerin kaldırılacağını, taşeronlaşmanın yasaklanacağını, çalışma yaşamında uluslararası standartların getirileceğini söylemek “sol” bir söylemden ziyade kuruluşundan bugüne var olan “Batı medeniyeti” hedefinin alt katmanları olmanın ötesine geçmeyebilir. CHP için buradaki “sol” mesele, bunları yaptığınız zaman da sol olmayabileceğinizdir. “Neoliberal” politikalara rağmen bazı temel standardizasyonları değiştirmeyen Batı’nın politik farklılıkları, bir adım sonrasında kendini göstermektedir, CHP orada ne yapacaktır. Örneğin CHP, AKP döneminde verilmiş olan tüm maden ruhsatlarını her birinin yeniden ele alınması şartıyla da olsa iptal edecek midir? Asgari ücreti, iş dünyasının baskılarına dayanarak, iş örgütlerinin talepleri doğrultusunda mı belirleyecek yoksa “üretim” merkezli ekonomi politiğinin gereği “işverenin uluslararası rekabet gücünün azaltılmaması” gerekçesine mi sığınacaktır? CHP, 40’a yakın deprem sonrası toplanma alanına yapılan plaza ve AVM’leri yıkacak mıdır? Son derece seküler ancak bir o kadar da tüm inançlara ve inanç değerlerine saygılı bir eğitim sistemini yaşama geçirebilecek midir? Ve Kürt Sorunu konusunda tavrı ne olacaktır. Sorular çoğaltılabilir.
Bütün bu gerilim alanlarına, tartışma noktalarına rağmen -ki bunlar zinhar Türkiye’ye özgü değildir ve küresel düzeyde solun gündemini işgal etmeye devam etmektedir,- sol, bir belirsizlik, çaresizlik içinde değildir. Haliyle her sol partinin, nasıl bir sol parti olursa olsun “uyması” gereken kuralları vardır. Öncelikle vicdanlı olmalıdır, “şekli şemali” değişse de emekten yana olmalıdır, “amasız, lakinsiz, ancaksız ve fakatsız” insan hak ve özgürlüklerini, eşitliği savunmalıdır. Bu üçlemeye eklemeler yapılabilir ama çıkarmalar asla. Bir metafor olarak değil gerçek bir sol siyaset olarak dördüncüyü ekleyelim: “Servet düşmanı” olmalıdır. Burada düşmanlık yapılacak şey bireylerin “Birikimleri, kazanımları” ve “Biriktirme ve kazanma hakları” değildir. Kastımız, provokatif bir dille söyleyelim “Soma’da ya da Ali Sami Yen Stadyumu’nun yerine yapılan plazada işçilerin hayatlarını kaybetmesine neden olan” servet neyse, odur.
SONUÇ OLARAK
Bir başka yazımızda da belirttiğimiz gibi “Sol” bir parti olarak kabul ettiğimiz CHP, “Nasıl bir sol” partidir ve nasıl bir sol partiye dönüşecektir[5]. Partinin merkezi kadroları “Milletvekili olmayı garantiye aldıkları andan itibaren” toplumsal karşılığı olmayan, olamayacak olan bir takım kampanya projeleriyle seçmenin karşısına mı çıkacak? Ve “seçilmiş” olmanın cazibesiyle pozisyonlarını mı koruyacak? Soru nettir, yanıtı yoktur çünkü CHP’de hangi isim MYK dışında kalır ya da milletvekili olarak liste dışında kalır ya da PM üyesi olarak liste dışında kalır, işte o zaman “Genel Merkez politikalarının yanlışlığı, yönetimin ya da genel başkanın değişmesi gerektiği” dile getirilmeye başlanır. CHP kolektif enerjisini, parti içi dengelere, çatışmalara, küçük oligarkların siyasal hesaplarına mı akıtacaktır yoksa artık diktatöryel eğilimler gösteren otoriter bir rejime karşı özgürlüklerin, demokrasinin inşası mücadelesine mi akıtacaktır? AKP’nin emperyal-otoriter siyasal fantezisi karşısında CHP, yurttaşın farklılığını bastırmayacak, özerkliğini yıkmayacak ama bu farklılıklar ve özerklikle birlikte siyasal, hukuksak, sosyal adalete dayalı bir ortaklığın fantezisini sunabilecek midir? Sıklıkla “Cumhuriyeti kuran parti” vurgusu yapan CHP kurmaylarının kurdukları devleti yeniden kurmanın, yani bir büyük hikâyenin, AKP’nin, “Yeni Türkiye” hikâyesinin benzerini değil ancak alternatifini yaratabilecek yeni bir siyasi “kurucu” hikâyenin anlatıcısı olabilecek midir? CHP’nin temel sorunu hikâyesizliğidir; CHP’de bir “hikâye yaratma” sorunu vardır. CHP “çözüm Süreci” yoluyla da AKP’nin “Yeni Türkiye” hikâyesine dâhil edilmeye çalışılan Kürt seçmen başta olmak üzere toplumun tüm katmanlarına ve ülkenin tüm coğrafi bölgelerine sirayet edebilecek bir siyasi hattı kurabilecek midir? “Hat” bilinçli bir tercihtir. Çünkü ideolojik-siyasi bir hat mücadelesinin zorunluluğuna inanıyoruz. “Adalet” dendiğinde aslında aynı şeyi anlaması gereken bir yurttaşlar topluluğunun, çok “farklı” şeyler anlıyor oluşunda yatıyor “hat” vurgusunun önemi. “CHP, AKP’nin Türkiye toplumunu otoriter-muhafazakâr bir hatta yeniden kurduğu bu momenti, kendi lehine dönüştürecek siyasi bir hikâyeyi yazabilmeli” diyoruz. Yaşam alışkanlıklarını ve kabullerini dönüştürmelerine neden olacak bir kışkırtma, kaşıma çağrısından bahsediyoruz. Bu kışkırtma ve kaşımanın ise yeni bir sosyal imgelemden geçtiği kanaatindeyiz. Sol hegemonyanın başarısının yolu, toplumun karşısına sadece ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel kimi projelerle değil yeni bir hikâye ile çıkılmasından geçecektir. Bu hikâyenin kurucu duraklarından bir tanesi de Kürt Sorunudur. Nihayetinde CHP’nin, sorunun bizzat hem kendisi hem de kaynağı olan ‘Devlet Aklının’ Kürtler lehine dönüştürülmesine talip olmasından bahsediyoruz. Bir diğer durak, Sünni mütedeyyinlerin CHP’ye yönelik negatif kabulünün dönüştürülmesidir. Bu dönüşümde kullanılabilecek yegâne yol ise mutlak özgürlüktür. Ancak bu mutlak özgürlük vaadiyle Alevilerin, Hıristiyan ve Yahudi toplulukların özgürlükleri de güvence altına alınabilir, ancak bu mutlak özgürlük vaadiyle AKP otoriterizmine, dinsel kimlik eksenli kutuplaştırma siyasetine karşı konulabilir. Ve esas durak olarak, hepimizi kuşatacak, farklı özne konumlarını buluşturacak “emek ve adalet” eksenli bir tanışmadan bahsediyoruz. CHP bunları karşılayacak bir parti olur mu olmaz mı bilinmez ama inancımız odur ki, hegemonik bir proje olarak Solu yeniden anlamlandırmanın/canlandırmanın kendisi bugünün temel sorunu olarak önümüzde durmaktadır. Nihayetinde muradımız, CHP bahanesiyle Sol’u tartışabilmektir.
DİPNOTLAR
[1] CHP Genel Sekreteri Gürsel Tekin ve Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Veli Ağbaba’nın Hürriyet Gazetesi’nden Faruk Bildirici’ye öğrencilik yıllarına atıfla yaptıkları açıklamalar sırasıyla bakalım: Gürsel Tekin: “Gençlik yıllarımızda farklı bir sol anlayış içerisindeydik. Dev-Yol çizgisindeydim. İlk katıldığım eylem, Kars’ta düzenlenen Filistin mitingiydi. Lisedeyken Ulaş Bardakçı’yı anlatan bir kitaptan etkilenip oğlumun adını Ulaş koymaya karar vermiştim…” (14 Mart 2010). Veli Ağbaba: Devrimci hareketlere sempatiyle bakıyordum. 1989’da sorsaydınız bana ‘Üç yıl sonra CHP’ye üye olup, il başkanı olur musun?’ gülerdim.” (29 Nisan 2012)
[2] İnce’nin listesinden Hakkı Süha Okay’ın aldığı en yüksek 302 oyun, ulusalcı ittifakın oy toplamı olduğunu varsayarsak, ulusalcı melankolinin hala kendisini yeniden üretebileceğini not etmek gerekir. Öte yandan İnce’nin listesinde de kendine yer bulan Fikri Sağlar’ın Kılıçdaroğlu’nun anahtar listesini delebilmiş olmasını da “sol” bir başarı olarak eklemekte fayda var. Manisa Milletvekili Özgür Özel ve İstanbul Milletvekili Aykut Erdoğdu’nun listeyi delebilmiş olmasını ise daha çok bir “tanınırlık” sonucu olsa bile CHP’nin Solunun başarı hanesine yazalım.
[3] CHP’de milletvekili olmuş birçok sağcı ismin (buna ulusalcılar dâhildir) üzerinden atlayıp Bekaroğlu’nu sağcı olmakla eleştirmek en hafif deyimle komiktir. Burada eleştirdiğimiz, Bekaroğlu’nun kendisi değil, CHP’ye davet edilmesindeki mantıktır.
[4] KCK Yürütme Konseyi Başkanı Cemil Bayık’ın “Beyoğlu’ndaki marjinaller” tanımlaması ile HDP Eşgenel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Beyoğlu’ndaki barlardan çıkma” çağrısını da aynı, “sonuçları hayırlı olmayabilecek” çerçevede düşünmek gerekir. Kılıçdaroğlu’nun bu tartışmadan şaşırtıcı derecede etkilendiğini düşünüyor, kurultay konuşmasının “Rakılı” bölümünü bilinçaltının dışa vurumu olarak değerlendiriyorduk ki değerlendirmemizi doğrulayan açıklama kendisinden geldi: “Aklımda yoktu, o anda çıktı. Konuşurken. Ama sanki bütün rakı içenlere karşıymışız gibi bir eleştiri de geldi, yok öyle bir şey. (Habertürk Gazetesi/12 Eylül 2014)
[5] Ateş, Kazım ve Konuralp, Okan (2013), “CHP: Ya melankolik ısrar ya başka bir yeni…”, Birikim, sayı 287, s.12-22