“Benim kutsal halkım olacaksınız; bunun içindir ki kırda parçalanmış hayvanların etini yemeyecek, köpeklerin önüne atacaksınız.” (Exodus 22:31)
Kitab-ı Mukaddes ayeti, birinin sonradan onu itham edeceği gibi, ‘ağızdan giren şeye’ haddinden fazla, ağızdan çıkana ise yetersiz önem yüklemekte kabahatli midir? Kırda parçalanmış hayvan etleri görüntüsü olmadıkça, Tanrı tarafından izlendiğini hala hisseden dürüst adam için, etçil olsa bile, etin sindirimi çok zor olarak görünecektir. Kırdaki hayvanlar tarafından parçalanmış bu etler ve güçlü türlerden zayıf olanlara kadar, birbirlerini yarımca yiyip bıraktıkları vahşi hayvanlar arasındaki kanlı mücadelelerden geriye kalanlar, akıl tarafından av oyunlarına yüceltileceklerdir. Savaşın dehşetini akla getiren bu gösteri, türler içindeki bu yiyip bitirme, insanları Kriegspiel’in (savaş oyunu) sanatkârane duyguları ile donatacaktır. Bu gibi düşünceler kişinin iştahını kaybetmesine neden olur! Aslına bakarsanız, bu düşünceler aile masasında da aklınıza düşebilir, tam çatalınızı kızarmış etinize batırırken. İşte, seni yeniden bir vejetaryen yapmak için yeterince şey var. Eğer Yaratılışa, Âdem’in hepimizin tek babası olduğuna inanıyorsak! En azından, bizim ‘kutsal’ ağızlarımıza her gün istekte bulunan kasaplığı, çeşitli yasaklar aracılığıyla sınırlandırmayı istememizi sağlamak için yeterince şey var. Ancak bu kadar teoloji yeter! Benim bilhassa ilgilendiğim, ayetin sonunda bahsedilen köpektir. Ben Bobby’yi düşünüyorum.
O halde, ayetin sonundaki bu köpek kimdir? Toplumun oyununu (ya da ‘Toplum’un kendisini) sekteye uğratan ve bundan dolayı soğuk bir şekilde karşılanan birisi mi? Onu boğmaya çalışırken kuduz olmakla suçladığımız birisi mi? En kirli işler verilen –bir köpeğin hayatı- ve bardaktan boşalırcasına yağmur yağdığında, hatta ve hatta bir köpeği asla onun içine bırakmayacağınız bu berbat zamanlar boyunca, tüm hava koşullarında dışarıda bıraktığımız birisi mi? Fakat tüm bunlar, sefaletlerine rağmen iğrenç bir ava dair aşağılanmayı reddederler.
Öyleyse vahşi doğasının en soylu izlerini kaybeden, çömelmiş, gurursuz, aşağılık köpekten mi bahsetmektedir? Ya da bahsettiği alacakaranlıkta (dünyadaki hangi ışık zaten böyle bir yarı karanlık içinde değil ki?) inatçı sadakatine tabii ve pıhtılaşmış ya da taze kanın ardından susamış bir kurt mudur?
Ancak artık alegoriler yeterli! Çok fazla masal okuduk ve hala bir köpeğin adını simgesel anlamda ele alıyoruz. Öyle ki La Fontaine’den daha eski olan saygıdeğer bir yorumbilim bünyesinde, erken antik dönemden sözlü olarak aktarılan – Talmudik Doktorların yorumbilimi- mesellerle bulanıklaşmış Kitab-ı Mukaddes’e ait bu metin burada metafora karşı çıkmaktadır: Exodus 22.31’de, köpek bir köpektir. Kelimenin tam manasıyla bir köpek! Tüm suçluluk duygusunun ötesinde, mutlu doğasının ve sarih düşüncelerinin erdemiyle, köpek kırda ona fırlatılan tüm bu etleri yenilebilir ete dönüştürür. Bu şölen onun hakkıdır.
Son derece kelimesi kelimesine bir tutumun içinde kaybolmuş olan soylu yorumbilim ise diğer taraftan haklara yol açan saf bir doğanın çelişkisinin açıklanmasına da olanak tanır.
Buna bağlı olarak, Exodus’ta bir başka ayette daha önemsiz bir cümlenin içinde geçen bazı unutulmuş köpekleri gün yüzüne çıkarır. On birinci bölümün yedinci ayetinde, gecenin ortasında yabansı köpeklere bir ışık vurur. Hırıldamazlar! Fakat etraflarında bir dünya doğar. Zira bu, Mısırlı ‘ilk doğanların ölümü’nün mukadder gecesidir. İsrail esaret evinden salınmak üzeredir. Devletin kölelerine hizmet eden köleler bundan böyle en yüksek Sesin, en özgür yolun peşinden gideceklerdir. Bu insanlığın bir suretidir! İnsan özgürlüğü, esaretini hatırlayan ve esir edilmiş tüm insanlarla dayanışma duygusu içinde olan özgürleşmiş bir insanın özgürlüğüdür. Bir köleler güruhu insanın bu yüce hikmetini ilan edecek ve ‘bir köpek hırıldamayacak.’ Kuruluşunun o en ulu vaktinde, köpek, etik ve logos olmadan insanın haysiyetine şahitlik edecektir. İnsan dostunun anlamı budur. Hayvanda bir aşkınlık vardır. Üstelik anlamı apaçık olan başladığımız ayete yeni bir anlam verilmiş olur. Daima ödenmemiş olarak kalan borcu bize hatırlatır.
Ne var ki, zikrettiğimiz bu anlaşılması güç kutsal kitap yorumu belki de retorikte yitip gidiyordur? Öyle mi gerçekten?
Nazi Almanyasında Yahudi savaş tutuklularından oluşan bir ormancılık komando biriminde yetmiş kişi vardık. Gerçek şu ki, kampın, Katolik V. Ferdinand yönetimi altındaki Yahudilerin İspanya’dan çıkarıldıkları yıl olan 1492 numarayı taşıması olağandışı bir tesadüftü. Fransız üniforması bizi halen Hitlerci şiddetten koruyordu. Yine de bizimle ilişkileri olan veya bize ya iş ya da emirler veren veya hatta bir gülümsemiş olan, o özgür olarak adlandırılan diğer insanlar –bir de yanımızdan geçen ve bazen gözlerini kaldıran çocuklar ile kadınlar- bizi insan görünüşümüzden soymuşlardı. Bizler insanlık dışıydık, bir maymunlar çetesiydik. Zulme uğramış insanların hem dayanma gücü hem de biçareliği olan derin bir içsel mırıltı, özümüzde düşünen canlılar olduğumuzu bize hatırlatıyordu; fakat bizler artık dünyanın bir parçası değildik. Gelişlerimiz ve gidişlerimiz, acılarımız ve gülüşlerimiz, hastalıklarımız ve avuntularımız, ellerimizle yaptığımız işler ve gözlerimizdeki keder, Fransa’dan aldığımız ve ailelerimize teslim edilen mektuplar – bunların hepsi bir parantez içinde geçti gitti. Bizler kendi türlerinde sıkışmış varlıklardık; tüm söz dağarcığımıza rağmen dilsiz varlıklardır. Irkçılık biyolojik bir kavram değildir; anti-Semitizm büsbütün kapatılmanın ilk örneğidir. Toplumsal saldırganlığın kendisi yalnızca bu modeli taklit eder. İnsanları bir kategoriye kapatır, onları sözden mahrum bırakır ve ‘bir gösterilen olmaksızın gösteren’ olmaya, oradan da şiddete ve savaşmaya mahkûm eder. İnsanlığımız hakkında, tırnak işaretlerinin parmaklıklarının arkasından, maymun konuşmasından başka bir şey olmayan nasıl bir mesaj iletebilirdik ki?
Ve sonra, uzun esaretimizin hemen hemen ortalarında, nöbetçiler onu kovalamadan önce, kısa birkaç hafta süresince avare bir köpek hayatımıza girmişti. Bir gün, gözetim altında işten dönerken, bu insan sürüsünü karşılamaya geldi. Kamp alanında bazı vahşi yamalarla hayatta kalmıştı. Fakat biz ona egzotik bir isim olan Bobby adını verdik, bir insanın sevgiyle andığı bir köpeğe yapabileceği gibi. Sabah içtimasında görünürdü ve döndüğümüzde yukarı aşağı zıplayarak ve zevk içinde havlayarak bizi bekliyor olurdu. Onun için, hiç kuşku yoktu ki bizler insandık.
Belki de Odesa’dan tebdili kıyafet altında dönüşünde Ulysses’i tanıyan bu köpek, kendi atalarımızdan biriydi. Fakta hayır, hayır! Onlar orada, İthaka’daydılar ve Anavatan’daydılar. Biz burada hiçbir yerdeydik. Bu köpek, Nazi Almanyasındaki son Kantçıydı; ilkeleri ve güdüleri evrenselleştirmeye ihtiyaç duyan zihni olmaksızın. Mısır’ın köpeklerinin soyundan gelen biriydi. Üstelik onun dostça hırlamaları, hayvani sadakati atalarının Nil kıyılarındaki sessizliğinden doğmuştu.
Yazı Kaynağı: Emmanuel Levinas, Difficult Freedom: Essays on Judaism, Baltimore: The Johns Hopkins University Press, 1990.