Bir Şiddet Biçimi Olarak Gömülme Hakkının İhlali

“KREON
[…]
Eğer Polyneikes usule göre gömülürse,
hainin böyle şereflendirilmesine karşı öfkeyle karşılık verecektir şehrimizin halkı,
kanlar akacak ve tüm Thebai şehri Polyneikes’in cenazesi için
yakılan bir odun yığınına dönüşecektir.
Dolayısıyla sizlerden istirham ediyorum: Emirlerime karşı
gelenlere
baş eğmeyin. Onların adalet anlayışları yanlış,
ölüm ve yıkım arzusunun aldatıcı maskesi.
Kutsal bir ayin düzenlemeye kalkarlarsa da,
bilin ki tanrıları, hepimizi yıkım cümbüşünün karanlık
dipsizliğine
sürüklemek isteyen Bakkhos’tan başkası değil.
O yüzden şunu kafanıza sokun ki yas tutanın soylu yüzünün ardında
Bakkhos’un çılgın sarhoş kafası var.”
(Slavoj Žižek, Antigone’nin Üç Yaşamı, çev. Erkal Ünal)

Başlarken: Mezalim

İstanbul’un Beyazıt semtinde, İstanbul Üniversitesi’yle Sultanahmet Camii arasında güzel bir yol var. İstanbul’un bazı tarihî varlıklarını bu cadde boyu yürürken görmek ya da ziyaret etmek mümkün. Bu tarihî varlıklardan biri Sultan Mahmut Türbesi. Türbe’nin bahçesi sağlı sollu, Osmanlı din âlimlerinin çok sayıda şatafatlı, süslü mezarlarıyla dolu. Fakat giriş kapısından biraz ilerleyince farklı, diğer hepsinden ayrıksı bir mezar taşı hemen göze çarpar. Küçük, ziyadesiyle sade bir mezar. Bu mezar taşının üzerinde şöyle yazar:

“Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin, Doğum H. 760 (1359), İdamı H. 830 (1418)”

Bir isyancının, bir “hain”in, bir idam mahkûmunun, homo sacerin, yası tutulamayanlardan birinin tüm diğer din âlimlerinin heybetli mezarlarının yanında kabristanı küçücük, ayrıksı şekilde, hem tüm diğer din âlimlerinin yanı başında, içeride hem de bir “hain” olarak dışarıda, yani muammalı eşikte durur, üzerindeki idam tarihiyle birlikte.

Evveli daha fena: Osmanlı Padişahı I. Mehmed tarafından idam edilen Bedreddin, Serez’de toprağa verilir. 1924’te mübadele sırasında Serez’den Türkiye’ye göçenler, Şeyh Bedreddin’in kemiklerini de beraberlerinde getirirler, fakat kemikler uzun süre Topkapı Sarayı Müzesi’nde saklanır, yani gömülmez. Neticede “bir hain; toprağı bile hak etmiyor”. Nihayet kırk yıla yakın bir süreden sonra, 1961 yılında kemikler defnedilir.[1] Hülasa, Bedreddin’in katli Osmanlı’ya, imgesini katletme girişimi de halefine düşer. Demek ki isim, bayrak, yasa, başkent değişse de aynı kalan şeyler mevcut. Bedrettin gibi toprağa defnedilmesi yasaklananlar, kabristanı meçhulde olanlar, ölü bedeni sürüklenenler ya da günlerce yerlerde, dondurucularda bekletilenler, trans diye kimsesizler mezarlığına gömülenler, ezcümle tüm “yas”ı tutulamayanlar ve yakınları için mezalim sürmekte. Başkaları, mesela “modern Batı” farklı mı peki? Hele “terörle mücadele çağı”nda hiç değil. Kreon’un, –antikiteye başvurmaya gerek yok; Auschwitz’in– hayaleti elini kolunu sallayarak ve istikrarlı bir biçimde bütün cihanı geziyor, bu kez daha çok neoliberal güvenlik politikaları, “terörle mücadele”, mülteci kampları ya da Guantanamo ve türevleri olarak.

Söz konusu istikrarın “insan hakları çağı” olarak ilan edilen günümüzde dahi sürmesinin gösterdiği üzere, yazınsal çerçevede inşa edilmiş bulunan haklar –nihai– çözüm sunmaktan uzak. Evet, muktedirlere “hukuka uymak zorundasın” demeliyiz, fakat bunu her dediğimizde ihtilaflı gibi ifade ettiğimiz iktidar ilişkileriyle hukukun kopmaz bağları haiz olduğunu görmek zorundayız. Hukuk, tam da bu bağlar hasebiyle, daha en başta kendi kendisini ya da uğruna mevcut olduğu adaleti feda ederek tecessüm eder. Bir başka ifadeyle, hukuk inşasının, bu performatif edimin içerisinde hakların her an geri alınabilme ihtimali ve yetkisi mündemiç. İçlenmiş olan dışarısı, istisna hep orada durmak ve farazi sözleşmelerin evvelini, dışını meşum bir hayalet olarak işaret etmek zorunda. Bu bahisle hukuk buyruk olarak neşet eder ve daha baştan ayrıştırır. “Akıl tanrısı”nın selefinden, gerçek hayatta ayrıştırıcı olmadığını ya da daha az ayrıştırıcı olduğunu iddia etmek için çok da sebep yok gibi görünüyor. Hakları ve özgürlükleri –illa ki yoksun oldukları için– birilerinin talep etmek zorunda kalması da zaten aslında eşit olmadığımızın beyanı niteliğinde. Bugünlerde bu “tanrı” kimin yasının tutulabileceğine, kimin hayatının bir kıymeti olduğuna karar veriyor. Hukuk eliyle, “hukuk aklı”na dayanılarak, hukuki kurumlar vasıtasıyla gömülme hakkı ihlali gerçekleştiriliyor.

Peki ya “İnsan Hakları”

“Hukuku güvence altına alabilecek tek şey olan şiddetin bakış açısıyla, eşitlik yoktur.”[2] Eğer Walter Benjamin bu kanaatinde haklıysa insan haklarının pozisyonunu nasıl tartışacağız? Metinler Benjamin’e muhalif birtakım argümanlardan müteşekkil: Bugün insan haklarının bir hayli gelişme katettiği, yeni hak gruplarının tanınmaya başladığı ve gömülme hakkının kimi zaman dolaylı kimi zaman doğrudan tanınan bir hak olduğu aşikâr. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) geliştirdiği içtihat çerçevesinde, gömülme hakkı, işkence yasağı, özel yaşama ve aile hayatına saygı, din ve vicdan özgürlüğü gibi başkaca hak grupları içinden olsa da bir hayli gündeme geldi ve ölenin kimliğinden bağımsız olarak herkes için geçerli bir hak olduğu tescillendi. İnsancıl hukukta da muhtelif düzenlemelerle, “savaş hâlinde bile” ölü bedene yapılan muamelenin insan haysiyetine yaraşır olması gerektiği belirtiliyor.[3] Metinler bunu vaaz ededursun, George W. Bush savaş hukukuna tabi olanlara ve olmayanlara karar vermeye ehil olduğunu iddia/ilan ederek, hayatın bambaşka seyrine işaret ediyordu.[4]

“Evrensel” hukuk metin ve teamüllerinin muhtevası bize ne söylerse söylesin, menşeinde performatif/şedit bir edim mevcut ve bu edim hakkı verenin her an aynı hakları askıya alabilmesini de ihtiva etmekte. Jacques Derrida’nın “yasanın mistik temeli”ni soruşturmaya açarken tehdidin tam da hukukun kendisi olduğunu, yani hukukun aslında kendisinin tehdidi altında olduğunu ifade etmesi bundan.[5] Bir başka ifadeyle, hukuk neticede siyasi iktidarı sınırlayan değil, inşasıyla beraber kendisini, hâliyle iktidarı sınırlama potansiyelini imkânsız hâle getiren, yani kendini feda edendir ve kimlerin insan ve yaşıyor sayılacağını, hâliyle insan olmaktan mütevellit haklara sahip olabileceğini ve bu mânâda yasının tutulabileceğini, yas hiyerarşisinde tekabül ettiğimiz yeri belirleyen norm.[6] Geniş mealiyle de hukuki norm olarak da.

“İnsan hakları bunun dışında olmalı” diye seslenebiliriz elbette ya da “hukuk devleti anlayışının bu askıya almayı belli ilkeler çerçevesinde hakiki bir istisna hâline getireceğini, hakların en geniş şekilde tanınmasına yol açmaya ehil olduğunu” iddia edebiliriz. Fakat hukukun kendi tuzağına düşmesine yol açan “istisna hâli” tam da zaten her şeyin askıya alınabilmesi derken insan hak ve özgürlüklerine işaret etmiyor mu? Zira karşı cepheden seslenenler, en çok hak ve özgürlüklerin askıya alınamayacağını iddia etmiyor mu? Daha da mühimi, insan hakları hukuku da “istisna”sı içerisinde gömülü hâlde, kendi tuzağına düşerek tecessüm etmiyor mu?

Judith Butler bunu “hukuk olmayan hukukun mevcudiyeti” olarak niteler. Zira iktidar hukukla bağlı olmayan ve hukuk çerçevesinde temellenmeyen resmî memurlara geçer ve bu idari görevliler her şeye muktedir hâle gelir. Diğer yandan hukuk hâlâ varlık göstermekte, zira bahsi geçen muktedirlik hukuktan neşet etmekte, yani hukuk, hukuka dayanarak askıya alınmakta.[7] Burjuva demokratik devrimlerin temel ilkelerinden, özgürlük mücadelesinden mülhem demokratik anayasalar gibi savaşların, korkunç katliam ve soykırımların akabinde gelişen, bu bahisle birer ibret ve örnek vesikası olması umulan “evrensel” insan hakları normları da aynı “istisna”yı içlerinde taşır. Costas Douzinas anayasaların ve haklar bildirgelerinin ikili yanının bir tarafında performatif, diğer tarafındaysa betimleyici veçhe olduğunu belirtir. Birincisi deklare etme eylemi, ikincisi metinlerin muhtevasına dair ve performatifliğin işaret ettiği şey hakları muktedirlerin ilan etmeye ve hâliyle geri almaya yetkili oldukları. Bu vaziyet metinlerin pratik hayattaki tesirini de belirler, neticede bu iki veçhe arasındaki gerilim hak ihlallerine karşı insanları kollamak ya da aynı insanların üzerinde tahakküm kurmak arası karşıtlık olarak hayata yansır. Bu gerilimin diğer tarafında haklara sahip olanlarla olmayanlar var.[8]

Bu meşum tablo ve insan haklarının malum hasleti karşısında, insan şunu sormadan edemiyor: O zaman mahkeme salonlarından sokaklara, haklar mücadelesi, “hukuki adalet” talebi beyhude mi? Mesela cenazesine ulaşılamayan birinin yakınlarının gömülme hakkının ihlal edildiğine dair verilen uluslararası bir mahkeme kararının ya da –yarın bir gün olur ya– bir transın cenazesini arkadaşlarının alabilmesi için gereken mevzuat değişikliğinin yapılmasının, hiç mi ehemmiyeti olmayacak?

Her şeye, paradoksuna rağmen insan hakları, “hukukun üstünlüğü” adına verilen mücadeleler, hakları talep etmek beyhude bir çaba değil. İnsan haklarının –büyük oranda soyut ve yazınsal düzlemde kalsa da– geldiği aşama bunu kafi derecede izah ediyor. O hâlde hukuku, hukuki mücadeleyi toptan reddetmekten ziyade, hukukun güç ilişkilerinden neşet eden, şedit, bu bahisle adalet mefhumuyla örtüşmez olduğunu görmek. Douzinas gibi hukukun yapıbozumunu öneren düşünüler de zaten bunun altını çiziyorlar. Son kertede, ne hukuk adaletin, ne de adalet hukukun lehine ve imkânsız bir deneyim diye gözden çıkarılmıyor. Bu iki mefhumdan birini itmekten ziyade, bunların arasındaki boşluğa/ mesafeye, insan haklarının yapay/ kurgusal oluşuna dair bir tartışma söz konusu.[9] Kaldı ki haklar ve özgürlükler tam da hukuk ve adalet, hakikiyle metinsel söylemsel olan arasındaki boşlukta gelişti ve gelişecek. Bu gelişmeyle beraber elbette bir takım mânâlı neticeler ortaya çıkacak ve daha bir “insan” olacağız.[10]

“1. Biz tüzüklerle çarpışarak büyüdük kardeşim,”[11] diyordu Ece Ayhan. Tüzüklerle ancak çarpışılabilir de demek istiyordu belki. Kanunlar, tüzükler, yönetmelikler, kararlar ve hattâ anayasalarla, sözleşmelerle, pek tabii ki olağan ve olağanüstü kararnamelerle olsa olsa çarpışılabilir. “2. Velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim” diyordu sonra Ayhan; velhasıl, onlar vuracak, biz büyüyeceğiz.

O zaman tüzüklerle çarpışarak, yalınayak büyüyenlerin ya da bazen daha büyüyemeden “devlet dersinde öldürülmüş”[12] olanların, “insan hakları çağı”ndaki “isimsiz ve yüzsüz ölümler”[13]in, “bunu toprak bile kabul etmez” denilenlerin bahsini açalım.

Yaşamayı/Yası Hak Etmeyen Can/Ölü

Douzinas insan haklarına dair kitabında “ahlaki kaygılar haritasından silinmiş”[14] insanlardan bahsederken, Giorgio Agamben “kutsal insan”ı anlattığı kitabında “Yaşamayı Hak Etmeyen Can”[15] diye bir başlık açmış.

Şayet İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin daha en başından (madde 1) karşımıza çıktığı üzere, herkes haysiyet sahibi ve bu yüzden eşit doğuyorsa “ahlaki [ve de hukuki] kaygılar haritasından silinmiş”leri, bu silinmişlerin yere ve zamana göre değişmesini hangi bağlamda tartışacağız? O zaman “insan” olmaktan ve “insan olmaya dayalı haysiyet”ten azade “insanlar” mevcut ve Butler’ın şu sorusunu tartışmaya açmak kaçınılmaz: “Kim insan sayılır? Kimin hayatı hayat sayılır? Son olarak da, bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?”[16]

Burada çok kısa şu meşum, korkunç “şey”e; tabii hale bir değinmek isterim. Zira bu “tabii hâl” faraziyesi, sadece geçmişe ait bir hatıra değil: Hukuki intizamın kendi bindiği dalı kesen istisnayı içinde taşıyor oluşunun şifreleri burada. Tabii hâli, “geri kalmış”, “ilkel”, “vahşi”, “tekinsiz” ve “tehlikeli” olanı bir tehdit olarak dışarıda ve fakat içeride kurmasıyla iktidar kendini idame eder. “Nitekim modern biyosiyasette egemen, hayatın değerine ve değersizliğine hükmeden kişi demektir. Artık hayatın –haklar bildirgeleriyle birlikte egemenlik ilkesiyle donatılan hayatın– ta kendisi egemen kararın mekânına dönüşüyor.”[17] Hayata değer biçince bir sınır noktası, yani hayatın siyasal mânâsını yitirdiği, hâliyle tamamen değersizleştiği ve bu yüzden namevcudiyetinin mubah olduğu bir hat belirlemek kaçınılmaz. Bu sınır hattını “yaşamayı hak etmeyen can” ya da “kutsal hayat” oluşturmakta. İktidarla ve hâliyle “istisna hâli”yle kurduğu kaçınılmaz ilişki nedeniyledir ki, en “insan haklarına saygılı” toplumda dahi “kutsal hayat”/ “yaşamayı hak etmeyen can”/ homo sacer yaratılır. Hattâ şimdilerde homo sacer herkesin hayatında kol gezmekte.[18]

Agamben’in homo saceri toplumsallaşma, yasa öncesi hayattan günümüze fırlatılmış bir figür gibi. Fakat Agamben bu figürün sadece vahşi tabiatın bir parçası olmadığını, tam bir hayvan değil, muğlak bir varlık olduğunu belirtir. Bu yüzden “kurt adam”, “eşkıya” gibi, yani daha müphem bir mıntıkada, aynı anda hem içeride hem dışarıda mevcut olabilen varlıklarla analoji yapmayı tercih etmiş. Nazi Almanya’sından evvel, sömürgelerde ilk olarak inşa edilmiş ve Nazi Almanya’sından sonra da başka yerlerde sürdürülen toplama kamplarının üyeleri bu bağlamda iyi bir emsal teşkil eder. Zira kampa almak, içleyerek dışlamak, istisnayı kurala dönüştürmek ve bu çerçevede kurala uygunluk tartışmasının mânâsını kaybettiği yere tekabül eder. Bu mekânda artık her şey mümkün: Her türlü siyasi statüden sıyrılmış olması hasebiyle muktedirin karşısında çıplak/saf hayatıyla baş başa kalmış olan homo sacere yapılacak her şey mubah, yani hiçbir ihlal suç teşkil etmeyecek.[19]

Bu yüzden kölelerin yuvasını, bedeni üzerindeki haklarını ve siyasal statüsünü yitirdiği sömürge plantasyonları, Nazi toplama kamplarının selefi olma niteliğini haiz. Zira köle insanlıktan ihraç edilmeyle karşı karşıya kalmış, yaşayan ölüye, “gölge figür”e dönüşür. Nasıl ki kampta istisna kurala dönüşmüşse, plantasyon için de benzer bir hâl vuku bulur ve bu mıntıkada barış denilen artık “bitimsiz bir savaş” olarak husule gelir.[20] Kapatılanların tüm haklarından soyundurulduğu Guantanamo bu vesileyle sömürge plantasyonlarının ve Nazi kamplarının muadili.[21] Ezcümle, zaman ve mekân değişse de birilerinin mevcudiyeti ve hattâ selameti bakımından tehlike ve tehdit olarak “birileri”nin var oluşuna dair mülahaza modern iktidar anlayışının esaslarından.

Modern iktidar “istisna”nın mevcudiyeti arasındaki bu bağ sadece yerin üstü için geçerli değil. Bu yüzden “katli vacip ve fakat kurban edilemeyenler” aynı zamanda yası tutulamayanlar. “İstisna hâli” ölü bedene yapılan müdahaleyi de kapsamakta ve hâliyle ölü bedene, yakınlarına yapılanlar suç/ya da ihlal olarak görülmeyecektir. Yaşamlar gibi bu yaşamların kaybı da yok hükmünde ve hâliyle “ahlaki kaygılar haritası”nda yer almaya ehil değil. Neticede “yasları tutulamaz çünkü zaten hep kayıptırlar, ya da daha ziyade hiç olmamışlardır ve öldürülmelidirler, zira ölüm hâlinde inatla yaşamayı sürdürüyor gibidirler.”[22]

Antigone’dan/Kreon’dan Ebussuud Efendi’ye…

Sophokles’in Antigone’si ne diyordu kardeşi İsmene’ye hitaben:

“Topla cesaretini! Sen yaşıyorsun, oysa ben
çoktan ölmüşüm kendimi ölülere adayarak.”[23]

Slavoj Žižek’in Antigone’sindeyse Korobaşı şunları söyler Antigone için:

“Arızası adından da belli.
Hem ‘bükülmez’ hem de ‘doğurmaya karşı’ demek anlamı.
Toplumumuzdaki kadınlar doğurup anne olarak bükülüp tabi olurlar erkeklerin üstün iradesine.
O yüzden biz hatalıydık ve o ölümü seven bir ahmak.
Çılgın ve küstah, hiç de iddia edildiği gibi mütevazı değil.”[24]

Uzlaşmaya teşne olmayan, arızalı, “doğurmaya karşı”, “ölümü seven ahmak” Antigone, Žižek için “Antik Yunan evreninin muğlak ve gizli ters yüzüne, […] ahenkli nizamın sınırına işaret eder”[25]. “Yasa”dan evvelki ve bu yüzden “Yasa” dışı olan parçamız; “artık”/ “boşluk” ya da “suç” tam da feda edilirken/ “Yasa”nın mevcudiyetiyle birlikte tecessüm ediyorsa ve/ veya gösterilemez olanı mümkün kılan gösterenin mevcudiyetiyse, işte Antigone bu “artık”ın peşinde. O, gerek Kreon gerek de Korobaşı tarafından dışarda konumlandırılmış olan abisi nezdinde, sembolik zincirin akıp gittiği yeri takip etmenin peşinde. Antigone bu takibatı sembolik zincire dokunarak yapıyor; sembolik zincirde olmama imkânı ancak o zincire dokunulduğu takdirde zuhur edebiliyor ve Antigone de orada olmayabileceğini bu şekilde görüyor.[26]

Evet, Antigone Zeus, Dike ve tüm tanrısal yasalara atıf yapar, fakat aynı (anti-) kahramana düşen – Jacques Lacan’a göre– “suç”; ensest birlikteliğin meyvesi iki kardeşten biri kuvveti temsil ederken, “suç”u ve “suç”un meşruluğunu üstlenmek, “suç”un mevcudiyetinin muhafızı olmak Antigone’nin payına düşen.[27] Antigone, O’nun gibi felaketlere maruz kalan birinin kendisini ölünce şanslı sayacağını, annesinin oğlunu toprağa vermemenin ona acı çektireceğini belirtir. O anda korobaşı Antigone’nin en az babası kadar “dikkafalı” olduğunu ilan eder.[28] Lacan’a göre “dikkafalı”lık sadece “inatçı” anlamında okunmamalı, zira bu ifade aynı zamanda ve daha ziyade Antigone’nin “insandışı” –“medeni olmayan”, çiğ/ pişmemiş– oluşunu anlatıyor:[29] babası kadar “çiğ”, “barbar”, ama “canavar da değil”, belki de “kurt başlı”.

Kreon(lar)için “vatan haini”:

“Her şeyi gören Zeus tanığımdır,

[…]

vatan hainlerinin dostu olmayacağım.”[30]

Bu yüzden Kral Kreon’a göre “vatanını kahramanca savunurken ölen Eteokles” “şehitlere layık” bir törenle gömülürken, “hain” Polyneikes’in yası tutulmayacak, cesedi kurda kuş yem edilecek. Kreon bir kral olarak misyonunu yerine getirmiş ve yas tahsisini gerçekleştirmişti. Birinin payına yüksek mertebe, diğerinin ve o diğerinin yasını tutmaya çalışanın payına mezalim düşmüştü.

Bu mezalim kuşkusuz ölüm, ceset, mezar, imge arası ilişkilerden mülhem.“Ceset ile imgenin ayrışması, cesedin imgeye dönüşmesi için cesedin gömülmesi, belleği taşıyanın imge olması gerekir. İmgenin varlığı cesedin varlığına bağlıdır. Mezar taşları yatmakta olan ölünün hatırasını ayağa kaldırır. İmge cesedin bir zamanlar canlı olmuş olduğunun kanıtıdır; bir zamanlar insan olduğuna düşülen kayıttır.”[31] Yaşamı kâfi değeri haiz olmayanın kaydı da yası da tutulmaz, zira bir zamanlar insan mıdır ki insan olduğuna dair kayıt düşülsün?

Bir yanda hatırlamamız istenir, muktedirin istediği gibi elbette. Mesela heykeller, resmî bayramlar, resmî bayraklar, marşlar ve şehitlikler ve daha nice yapılar, yapıtlar, sözler ve metinler bu yüzdendir. Diğer taraftan da bir unutturma çabası zuhur eder. Kaldı ki gerekirse zor yoluyla hatırlanacak olan, çoğu kez yıkılan, unutulması, berhava edilmesi istenen bir şeylerin üzerine inşa edilmekte. Hâliyle muktedir hem mânâ yüklü ritüelleri kendi bünyesine almaya çalışır, buna ehil olamadığı zaman da yasaklama devreye girer.[32] Hülasa, muktedir ve hâliyle yasa “benim istediğim gibi hatırlayacaksın, yok olmuyorsa unutacaksın,” der. “Unutacaksın”, yani gerekirse “yas tutmayacak”, gerekirse “gömmeyeceksin”, hattâ gerekirse “ölünün cesedine, kabristanına, yani senin imgene zulüm edeceğim”. İşte ölümün siyasallaşması ve hukukileşmesi tam bu anda vuku bulur ve sıklıkla gömülme hakkının pay edilişi/“ayrımcı yas tahsisi” olarak tecessüm eder.

Bu tahsisatta kâfi kıymeti haiz olmayanlar ölmesi gereken, geçmişi ve fikirleri itibariyle de ölmesi gerekenler. Hâliyle siyaset kimin nasıl ve niçin öldüğüyle yakından ilgili.[33] Eğer ölen “makbul” değilse, yani içeride değil, içerlenerek dışlanansa yapılan meşum muamele hem bir “intikam operasyonu” hem de geride kalanlara, tanıklık edenlere bir mesaj verir. Bu mesajın muhtevasında muktedirlik, ölü bedene her muameleyi yapma ehliyeti vardır, amacı da elbette talim ve terbiyedir, yani tarihsizleştirmek suretiyle normalleştirmek.[34] Zeynep Sayın tam bu noktada Kanuni döneminin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi’yi örnek verir. Örnek çok yerinde, zira bu zat tek cümlede farklılaştırılan, daha doğrusu karşıt kutba konulan iki ölüm mertebesini bir çırpıda ve kısaca ifade edivermiş: “Canları malları helal olanlar” ve “onlarla savaşırken ölen, yüce şehitlik mertebesine erişenler”. Böylece “imkânsız olanı tanımlamış, insanla insan olmayanın, ölümün haysiyeti ile zilleti arasındaki sınırı çizmiştir Ebussuud Efendi.”[35] Aleviler için söylenen bu söz, onlar için hâlâ geçerli olmakla birlikte, “canları malları helal”, “katli vacip”, “yası yasak” olanlar bir hayli çoktur.

“Naaş”tan “Leş”e Yas Tahsisi

Muktedirin icat ve –kudreti yettiğince– icra ettiği bu yas hiyerarşisinin bir ucunu temsil edenlerin naaşı kaldırılır; müthiş teferruatlı ve elbette “müstesna”, kalabalıklara çağrı yapılan büyük cenaze merasimleri tertiplenir. Aslında “merasim” sözcüğü kifayetsiz, bir iktidar gösterisinden bahsediyoruz. Hele bir de en baştakilerden birinin cenazesi söz konusuysa akla hayale gelmeyecek bir şaşaaya tesadüf etmek kaçınılmaz. Bu şaşaa üzerine çok şey ifade etmek mümkün fakat mevzu muktedirlerin tertipledikleri ve/ veya yücelttikleri değil, mani oldukları, yok saydıkları, en iyi ihtimalle kabul etmek zorunda kaldıkları merasimler.

Bir kez daha Ebussuuf Efendi’ye başvuralım. Ne diyordu? “Canları malları helal olanlar”, “tehlikeliler”, “mücrimler”, “kurt başlılar”, “başsızlar”, “vatan hainleri”, yas hiyerarşisinin zelilleri, hâliyle yası tutulamayanlar… Hattâ “leş”. “Ölümün şeceresi vardır”[36] ve “leş” de “naaş” gibi iktidara maruz kalandır.[37] Nasıl ki homo sacersiz muktedir, istisnasız hukuk bir hayalse, “leş”siz de “naaş” düşünülemez. Benjamin diyordu ya “hukuk kurmak iktidar kurmaktır”, kimin ölüsünün “leş” kiminkinin “naaş”, kiminkinin arada gezinen olduğunu belirlemek de iktidar kurmak ve zaten hukuk kurmanın temel bir veçhesi.

Butler’ın çarpıcı 11 Eylül örneği vasıtasıyla –her zaman– “leş” olarak görülmeyen fakat kaydı tutulmayanlara, sessizlikle bu mânâda namevcudiyetle mühürlenenlere de değinmek istiyorum. Bu ilk bakışta gömülme hakkına yönelik bir ihlale vücut vermiyormuş gibi görünebilir. Fakat sessizlik, namevcut addetme, kayıt altına alınmama söz konusuysa, yas nerede? Butler’ın örneğine[38] gelecek olursam: 11 Eylül saldırısında hayatını kaybeden eşcinsellerden, cinsel yönelimi hasebiyle saldırıya ve muktedirin yası tutulabilir gördüklerine dair kamusal anlatı sürüp giderken, bu hâkim anlatı içerisinde eriyip giden, kayıplardan bahsediyor düşünür. Belki doğrudan katli vacip ilan edilmese de milli kimliğe dahli asla münasip olmayanlardan… Kuşkusuz bu vaziyet ne eşcinsellerle sınırlı ne de mekânsal-zamansal açıdan sabit bir yas hiyerarşisi mevcut; eşcinsellikten, mülteciliğe uzunca bir makbul olmama sebebi niteliğinde hâl ve şartlar listesi çıkartılabilir. Üstelik bu listedekilerin nerde ne zaman hiyerarşinin nerelerine kaydırılıp kaydırılmayacağı da bilinemez.

Bütün bu hiyerarşik kodlama aklımıza yeniden, sadece hangi insanın ne kadar hakka sahip olduğunu değil, kimin insan olup olmadığını belirlemeye dahi yetkili olduğunu doğrudan ya da dolaylı olarak ilan edenler geliyor. Bu ilanın doğrudan, ayan tezahürüne son 20 yılda çok rastladık, “terörün insanlığın başına musallat olduğu ve geleceğimizi zapturapt altına aldığı” iddiasıyla geleceğimiz zapturapt altına alındı. “Hak öznesi” mertebesinden atılan insan sayısı gittikçe arttı.[39] “Hak öznesi” mertebesinden atılmış, yani “katli vacip ve kurban edilemez” olana “ayrımcı yas tahsisi” sırasında ayrılan yer ayan. Zira “insan olanın sahip olduğu haklardan mahrumiyetin hüküm sürdüğü istisna hâlinde ölü bedene, ölünün yakınlarına da her türlü muamele vacip”. Hâliyle geleceğimiz tam da yasımıza, ölülerimizin imgesine yapılan mezalimle zapturapt altına alındı/ alınıyor. Ölümle hayat arası bir yerde, ölülerimizle birlikte hapsedilmiş hâlde kala kalmamız isteniyor. Ne ölebiliyoruz ne de hayatta kalabiliyoruz: “Ölü ölmediği için onun hayatı da bir hayat değil […] (özellikle ‘tesirsiz hâle getirme’ ifadesi bunu son derece belirgin kılmaktadır) ve ölen kişi öteki tarafa gönderilemediği için onun yakınları da bu tarafa gelememekte, hem ölü hem de sağlar ölümle yaşam arasındaki bu belirsizlik bölgesine sıkışmakta[…].”[40]

Bu belirsizlik mıntıkasından gelen bir sesi, bir kadın şairin sesini duymamızı sağlayan bir tiyatro oyunundan örnek vermek istiyorum. “Yaralarım Aşktandır/ Füruğ Ferruhzad: Bir Kadının Hikâyesi” oyununda Füruğ mollalar gömülmesine izin vermediği sırada, musalla taşında ömrünün şiirini yazıyordu ve neden muktedirler bir homo sacerin, “marjinalin” toprağa bile kavuşmasını istemez, gayet sarih bir biçimde anlatıyordu:

“‘Kadın şiir yazıyor’ demiş içlerinden birisi. ‘Bildiğimiz kadın mı?’ demiş öteki. Onların bildiği kadın… benim gibi bir ceset çünkü. İtaatkâr! Yok. Yokkk kadın! Ama ben vardım, var! Şu yaralı, cansız bedenime bile tahammül edemeyecekleri kadar var! Terzi olarak belki gözlerine girebilirdim. Yaptım çünkü terzilik. Ama erkeğin söküğünü dikmedim hiç. Kendime eteği kısa… yakası açık elbiseler diktim bir tek. Aaaa resim yaptım… ‘Onlar da nüüüü’ymüşşş molla efendi’ ‘Neymüşşşşşş neymüşşşşş?’ ‘Nü. Çırılçıplak insanlarmış.’ ‘Amanınnnnnn! Manzara olsa belki. Yaradanın yarattığını resmetmiş derdik ama bu kadın… onun da aşırısını yapmış’ Öyle olsun. Sonra…Oyunculuk yaptım. ‘Karıları kızları toplayıp onlara meddahlık etmiş olsa belki…’ Yok ben tiyatro yaptım. Sahneye çıktım. Kıçımı başımı salladım. İman tahtamı kamuya açtım. Memelerimi hoplattım. Lorca oynadım. ‘Orospuuuuuuu!’ ‘Bu kadın var ya bu kadın…film çekmiş. Hem de cüzzamlıları. Hasta diye insan içinden sürdüklerimizi…’ ‘O da hastalıklıdır da ondan. Cüzzamlıdır bir nevi bunu yapan kadın bizim gözümüzde. Kaltak.’ O doğuştan hastalıklı. Çünkü yaratıcı. Değil mi? ‘Gavurun dilini öğrenmiş bu şeytannnnnn’ Üstelik kaç dilini birden. İtalyanca öğrenmem sekiz ay sürdü. ‘O dillerden bizim mukaddes Farsçamıza çeviriler yapmış.’ Sus be molla. Valla Allah’ın gücüne gidecek: ‘Seni de onları da ben yaratmadım mı?’ diyecek Mollaların arzu ettiği gibi aciz olsam… sorgusuz sualsiz bana gömmek isterler… Ama gömdürmezler benim gibi bir kadını hepimize hak olan şu kara toprağa.”[41]

Füruğ kuşkusuz haklı: “Hepimize hak olan şu kara toprak”. Fakat işte hepimize hak olanı bir bölüştüren var. Pay etmek eşitlikle ilişkili olarak, adaletin gereğiymiş gibi dursa da hakiki hayatta vaziyetin böyle olmadığını, kara toprağın diriye-ölüye pay edilişinde görebiliriz. Tekrar vurgulamak gerekirse, her pay ediş aynı zamanda bir dışlamayı da bağrında taşır ve hukuki pay ediş “ayrıştırıcı güç” olarak tecessüm eder. Muktedirin bu pay edişi sırasında birileri sayılır/ hesaplanır, diğerlerinden sarf-ı nazar edilir.[42] Muhtevasında kara toprağın hepimize hak oluşu binlerce kez vurgulansa da karar verilince/hukuki ilan tecessüm edince belirlenir, tertip edilir, pay edilir, kara toprak da pay edilir ve bu yüzden birileri bu paydan mahrum bırakılır, ölüye de diriye de kıymet biçilir zira.

Füruğ kuşkusuz haklı: Gömdürmezler, bazılarının adı caddelere, köprülere, meydanlara verilir, uğruna anıtlar dikilir, resmî “yas”lar ilan edilirken bazılarını gömdürmezler. Bazılarının ölüsü “naaş” olurken bazılarının ki “sıradan” ölü mertebesine bile layık görülmez. Nihayetinde bahsi geçen oyunda da dendiği üzere; “‘Yılan,’ […] Şahmaran gibi uzanmış yatıyor şimdi, günahkâr”. Ancak ne demişti Furûğ; “Bahçeye dikiyorum ellerimi/ Yeşereceğim, bliyorum, bilyorum, biliyorum”[43]. Üstelik bunları “Bir Başka Doğuş” isimli şiirinde söylemişti ve yeşerdi de nitekim. Zira şiirleri gibi ölümü de sonsuz bir salınım içerisinde bizi etkilemeye devam ediyor. O’nun da mezarlığı bir küçük “bahçe”.[44]

Mucizevi Yas

Ölen ölmüştür ve ölenle ölünmez, fakat hiç kimse aslında yalnız ölmez ya da bu ölüm sadece ölene tesir etmez. Geride kalanlarda, hayatına devam edenlerde bir iz olarak kalır. Üstelik bu iz bir tahayyül içerisinde salındığı için zamansız bir şeye dönüşür ve bizi geçmiş hatıraların içerisinde veyahut içerisinden geleceğimize taşır. Emmanuel Lévinas’ın dediği gibi, ölüm “[…] aynı zamanda gidiştir, vefattır. […] Bilinmeyene gidiştir, dönüşü olmayan bir yola çıkıştır bu, ‘adres bırakmadan’ gidiştir. Ölüm- başkasının ölümü- bu acıklı durumdan ayrı düşünülemez, en âlâsından bir heyecan, bir duygulanma durumudur.”[45]

Ölüm kesin olarak yok olma mânâsına gelmez, zira “yaşamımıza damga vuran” bir patlak veriştir ve bu vukuat, “birisinin ölümü”, ölenin yüzünü ifadesiz, cevap vermeye ehil olmayan bir maskeye dönüştürür ve benimle bağlantıya girer; hatta “bana emanet edilir”/ benim sorumluluk mıntıkama “suçluluğa dönüşmüş bir saygı” olarak dâhil olur.[46] Nitekim Derrida’ya göre de “à- Dieu” selamı sonu işaret etmez, zira o anda/ artık cevap vermeyen, aslında tam da emanetçilerine/ emanetçilerinde cevap verendir. Esas çarpıcı olansa Derrida’nın bunu tam da bir nevi emanet intikâli sırasında, bu sorumluluğu kendisinden okuduğumuz kişinin, Levinas’ın ölümünün ardından icra edilen vedada anlatmış olması ve son cümle şudur: “Adieu, Emmanuel.”[47] İntikâl vuku bulur/ cevap verilir, akabinde tekrar tekrar verilir. Başka bir cenaze söylevinde dile getirildiği üzere[48], söz konusu olan “yara”dır, hâliyle kapanmaz, sığmaz, sınırlanamaz…

Cansız/imgesiz/ ıssız yani hiç gibi duran ölü beden de esasen yaşamla bağlı ve bu anlamda ölümün hiçlikle bağı muğlak bir şekilde tezahür eder. Hatta ölüm öz bir yaşam tözüne tekabül eder, zira ölü beden bir türlü namevcut olamayandır. Ceset de hem bizim yorumlamak, mânâyla donatmak suretiyle cenazeye dönüştürmemizle, hem de tek başına “yaşam”aya devam eder.[49] Ancak yas tutamazsak, yani teması gerçekleştiremezsek ölü beden nesneler dünyasındaki fiziksel bir nesne olarak kalır. Bu bağlamda yas, ölü bedenin fiziksel bir nesne olmaktan çıkması, bizde mevcut bir iz olarak kalması, kaybın başka zamanlara taşınması için elzemdir, zira ölü bu zamana, şimdiki âna ait değil ve yaşayanların kendi içerisinde bulundukları anda var olabilmeleri, yani hayatta olabilmeleri için ölülerini uğurlayabilmeleri gerekir.[50] Yas ve buna binaen ritüel sayesinde uğurlama gerçekleştirlir ve böylece kayıp, mahrumiyet, O’nsuzluk üstlenilebilir.

Kuşkusuz burada bahsedilen ne ölüm, ne hatıra ne de gelecek sadece bireysel değil, aksine ziyadesiyle toplumsal. Zira ölüm sadece geçmişle ve gelecekle değil birbirimizle –tanışsak da tanışmasak da– bir araya gelişimizin anahtarı. Buradaki biz ya da bir araya geliş “tek bayrak, tek millet, tek dil, tek mezhep” altında bir toplanmaya benzemiyor elbette. Hattâ farklı kimliklerimizle bir araya gelmekten de bahsetmiyorum. Butler’a atıfla söyleyecek olursam; “şiddete açık olmamız ve şiddetteki payımızla, kayıplar karşısındaki yaralanabilirliğimiz ve ardından gelen yas tutma göreviyle” koşullanmış biz olma hâli bahsi geçen.[51]

Ölümün ve yasın burada edindiği yer hakikatle olan bağıyla ilgili. Ivan Illich “Ölüme Karşı Ölüm” başlıklı makalesinde yasın bu veçhesine işaret eden bir anekdot paylaşıyor. Burkino Faso-Mali sınırını bekleyen gümrük memurlarından biriyle olan sohbeti sırasında Illich’in amacı Nijer kıyısındaki insanların nasıl olup da ayrı dil konuşmalarına rağmen anlaştıklarını öğrenmek ve buna dair sorular yöneltiyor. Memur şöyle cevap veriyor: “‘Oğullarını bizim gibi sünnet ettikleri ve bizim gibi öldükleri sürece onları anlarız.’”[52] İşte yasın kuvveti ve mucizevi yanı: Birbirinin dilini hiç bilmeyen Nijer köylülerini, birbirinin dilini hiç bilmeyen ve hattâ farklı zamanlarda yaşamış ve ölmüş, farklı zamanlarda yaşamakta ve yas tutmakta olanları böyle birleştirebilir ve dili, kimlikleri, özneliği sarsıntıya maruz bırakabilir.

Antigone gibi sınırı ihlal etme, mevcut matrisi/ tertibatı sarsma ihtimali sonluluk gerçeğinde mündemiç. Bu bahisle ölümden sonra, ötekinin ölümünden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Yas tutmanın evveli kayıp, ahiri mahrumiyetimizden neşet eden ebedi dönüştürücü tesir. Zira kayıpla beraber bizi oluşturanın ötekiyle olan bağ olduğu ayan olur.[53] Nihayetinde ölüm kendinden taşar, yokluk, yokluk sınırını aşarak tecessüm eder ya da etkiler; namevcut olan, mevcut olanı etkiler.[54] “Yas içinde, yas boyunca kurulur hayatlarımız.”[55] Mucizevi bir yanı varsa eğer hakikatin yasın da vardır. Zira “hiçbir yanıtın mümkün olmadığı bir yere açılırız onunla. Daha baştan varlığın ötesiyle bir ilişki tarzı olan bir soru işareti.”[56]

Bahsi geçen mefhum bir soru işaretidir, zira kaybın tesiri evvelden kestirilemez, zira ötekiyle kurulan ilişkide ve bu ilişkinin kaybında bir olumsallık her zaman mevcut. Neye maruz kalacağımızı seçemediğimiz gibi tam olarak bilemeyiz de, yani yas bir bilmeme, bir türlü akıl sır erdirememe, ezcümle vâkıf olamama tecrübesidir. Bu vâkıf olamama, mahrumiyet/yoksullaşma anında “ilksel toplumsallığımızın bilinçdışı damgası” tecelli eder.[57] Bu bahisle her ölüm, her kayıp kendimize, kendi içimize bir geri dönüştür fakat bu Kartezyen bireyin içine dönüşü gibi değil. Tam aksine, bireyselliğimizin dışına taşabildiğimiz, zira edilgenleştiğimiz bir mıntıka ya da an bahşeder bize ölüm. “Çünkü ölüm ve insanın sonluluğu, kişinin kendi bilincinde üretmeyeceği, kendinin yapıt olarak yapamayacağı, simgesel düzenin içinde yer veremediği, yer veremeyeceği bir şeydir. Her şey mümkündür ama insanın kendi kendine kendi ölümünü yapması ve kendini “Ben öldüm” diye düşünmesi mümkün değildir.”[58] Hal böyleyken tüm kimliklerimizden sıyrıldığımız, bireyselliği ya da kendiliği –belki bir an ya da bir nebze– reddettiğimizde geriye ölümlü/ yaralanabilir oluşumuzdan başka bizi ortak kılacak bir şey kalmaz. Maurice Blanchot’ya kalırsa insan kendini ancak burada aşabilir ve böylece, esersiz bir cemaatin açıklığına bırakabilir.[59]

Yas bu yüzden mevzu bahis. Sadece adı “gömülme hakkı” olup, hukuki tartışmalara mevzu olduğu, AİHM kararlarında, “insancıl hukuk” metinlerinde belli belirsiz ya da –haydi insaflı olayım– yetersiz de olsa yer verildiği için ya da hukuki retorik ve metin düzleminde hepimizin sahip olduğu bir hak olarak düzenlendiği için değil. “Söylemlerin içinde küfür gibi oturabilen bir tutku”[60] olduğu ve tam da bu yüzden hukukun adaleti feda ederken, şedit suretini en çok gösterdiği mıntıkada, yani ölümün siyasallaştığı mıntıkada, hakiki, dokunulabilen ve dokunan bir tecrübe olarak zuhur ettiği için mevzubahis.

İnsan hakları ve onun bir parçası olarak gömülme hakkı “Kartezyen birey”in değil, haklardan mahrum olanların/bırakılanların çığlığı olarak[61] her alanda savunulmalı. Fakat şu soru hiç peşimizi bırakmayacak: “Zeus’un yasası” heyulasına mı “insanlar topluluğundan dışlandığı anda, yaşadığı dertten şikâyet ederek duygudaşlığımızı uyaran yüce bir heyulaya”,[62] anti-kahraman Antigone’ye mi sarılacağız?

Yas tutmak “ölümün ahlakı”ndan. Bu “ahlak” da tasarruf sahibi olmaktan değil olamamaktan ve bu hâle duyulan hürmetten neşet eden, bir “sınır ahlakı”, Antigone’nin “ahlakı”. Ve devletin ilanını, bir başka deyişle yas tahsisi yasasını/ kararını, yasa sahip çıkmak, mesela mezar bulamayınca meydanı ziyaret ederek felce uğratmak bu ahlakın gereği.

Erdoğan Özmen’in yasa dair veciz ifadeleriyle –asla kapanamayacak- bu bahsi kapatmak istiyorum:

“İnsan, sadece yas tutarken, kaybettiği insan kardeşlerini kendi içine almaya çalışırken, onların yüzleri, hatıraları, hayalleri içine sığsın diye büzülmüş içini genişletmeye çalışırken eşsiz bir iç görüyle yükselir. İnsan çünkü, yapıldığı en baştaki zemini ya da özü kendinden dışarı atarak, onu kaybederek, kendini kendinden kopararak insan olur. Başlangıçtaki bu kurucu kayıpla. İnsan budur işte: Hiç durmadan kendi kaybını yeniden bulmaya, onu geri kazanmaya didinip duran nostaljik bir özne. Bu yüzden başka insanların kayıpları karşısında, varlığımızın tam kalbinden yükselen bir çağrıya uyarak, o titremeye teslim olarak yas tutarız biz de. Kadim bir kaybın ateşiyle çoktan kavrulmuş bir içimiz olduğu içindir ki, kendiliğinden olur bu. Yas kardeşi oluruz bu sefer, başka herkesle. İnsanın en büyük hakikati bu mucizevi olaydır işte.

Ne diyelim ki başka! Yas tutarken başkaları, hiç olmazsa sessiz kalınır…”[63]

Sonuç Yerine: İz

“Karanlıkta bir vaveyladır sesin!” Bu cümle 28 Kasım 2019 Perşembe günü, yani Tahir Elçi’nin hayatını kaybetmesinin yıldönümünde, Türkan Elçi tarafından, kişisel sosyal medya hesabında paylaşıldı. Evet, kayıplarımız bir vaveyla. Zira artık, ne kişisel ne de sosyal ve siyasal hayatımızda olmayanlar, hiçbir zaman olamayacak olanlar. Geride kalanların, şaş kaza hayatta kalanların da “yaralanabilirliği”nin, “sonluluğu”nun işareti. Bu yüzden mahrumiyetlerimizle, eksikliklerimizle müştereklerimiz aynı mıntıkada tecessüm ediyor. Yasın ve hâliyle kayıplarımızın bıraktığı izlerin bizi yeniden yaratışı ve bu yeniden yaratılışla beraber yeniden ortaklaşmamız söz konusu olan. Zira şairin “İz” şiirinde dediği gibi “[…] acının ormanı büyütür insanı” ve yaşadıklarımız/karşılaşmalarımız hiçbir zaman geride kalmaz, hep “içimizdeki tortu” olur, kayıplarımız acılarımız da nihayetinde “telleri titreten şarkılar” olarak içimize yerleşir.[64]

Bu kuşkusuz yası, ölümü yüceltmek ya da istemek değil. Fakat zaten istemiyor olmamıza rağmen ölüyoruz, öldürülüyoruz, kaybettik, her an kaybediyoruz, sadece insanları da değil, mesela Hasankeyf’i kaybediyoruz; bireysel ve toplumsal kayıpla malûlüz. O yüzden arıyoruz, Antigone gibi “adalet” arıyoruz, mahkeme salonlarında, meydanlarda, tabutların arkalarında “adalet “arıyoruz. Hektor’un babası Priamos gibi ölülerimizin ve geride kalanların, mahrum bırakılanlar, yaşayan ölüler olarak kendimizin “ateş payı”nı istiyoruz.[65] Kaybettik ve kaybediyoruz ki arıyoruz, arıyoruz ki kendiliğinden, usul usul ya da gürültülü bir arada oluyoruz. Hiç tanımadıklarımızla, hattâ başka çağlarda, çok uzak diyarlarda yaşamış olanlarla bile yan yana olabiliyoruz. Hrant’ın cenazesindeki gibi mesela, yan yana yürüyebiliyoruz, temayüz etmeye çalışmadan, dayatamadan.

Bu yüzden ölülerimiz, ölülerimizden bize yadigâr kalanlar, yasımız, yas ritüellerimiz siyasetin ve hâliyle hukukun da esas konularından. Bu yüzden gömülme hakkı diye bir hak var ve bir talebin konusu, hâliyle ihlalin de konusu. Zira hafızalarımız çok mühim, bu yüzden daimi olarak yıkılacak ve yeniden yapılacak, hiçbir zaman da tamamen yapılamayacak siyasi ve hâliyle hukuki bir bina. Kayıplarımız da o binada saklanan, hakikati dışarı taşıranlar olarak muktedir için en büyük tehlike. Kaybedenler, emanetçiler içinse vaveyla.

Biz karanlıktaki bu vaveylaya –ister istemez- kulak veriyor/“acının ormanı”ndaki izi takip ediyoruz. Bu takibi kimi zaman insan haklarına dair ses çıkararak, “herkes eşittir” diyen kararlar ve kanunlar talep ederek yaptığımızı ve bu yaptığımızın mânâsı olmadığını inkâr etmek yanlış olur. Neticede Butler’ın dediği gibi, “kimi insanlar insanlıklarını hep varsayarlar, ötekiler ise terime erişebilmek için mücadele ederler”[66].

Fakat burada şu soruları sormak istiyorum: Bu mânâlı faaliyeti icra ederken hukukun arkasındaki güç ilişkilerini ve buna binaen içerisinde mündemiç şiddeti/istisnayı ve tam da bu alanda yası tutulabileceklerin ve tutulamayacakların ilan edildiğini görebilecek miyiz? Yoksa insan haklarını, hukuku ilahi kurtarıcı pozisyonuna yerleştirip, “hukuk devleti” heyulasıyla mı yaşayacağız? Haklar için verilen hukuki mücadeleye mi sıkışacağız? Yoksa siyasal sahneyi yeniden kurup, muktedirlerce gömülme hakkı ihlal edileni performatif bir ilanla yası tutulabilir olarak yeniden işaretleyecek miyiz? “Kara mermerin altında” yatan “meçhul öğrenci”ye bütün sınıf bir olup “çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek” miyiz?[67] Lafın kısası, ölüm ahlakıyla eyleyebilecek miyiz?


Bu makalenin geniş hali, Ocak 2021’de ve bazı değişikliklerle birlikte, “Ankara Barosu Hukuk Kurultayı 2020 C. I” adlı kitapta yayınlanmıştır. makalenin hazırlanmasında emeği geçen editör ve çevirmen Erkal Ünal’a çok teşekkür ederim

 

DİPNOTLAR

[1] https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/seyh-bedreddinin-mezari-tasinacak-mi-haberi-21004 (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2019).

[2] Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, çev. Ece Göztepe, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 37; Ayrıca bkz. Werner Hamacher, “Afformatif, Grev”, çev. Ferit Burak Aydar, Şiddetin Eleştirisi Üzerine haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, S. 138.

[3] Bkz. Ezgi Duman, “‘Düşman Ceza Hukuku’ Ve Gömülme Hakkı”, Birikim, S. 358- 359, İstanbul, 2019, s. 132- 135.

[4] Evren Balta, “Ölü Bedenlerin Siyasi Yaşamları”, Öteki Olarak Ölmek, der. Evrim C. İflazoğlu Ve A. Aslı Demir, Dipnot Yay., Ankara, 2016, s. 153.

[5] Jacques Derrida, “Yasanın Gücü Otoritenin Mistik Temeli”, (çev. Zeynep Direk), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 102, 103; Ayrıca bkz. Özkan Agtaş, Ceza ve Adalet, Metis Yay., İstanbul, 2017, s. 55.

[6] Judith Butler, Kırılgan Hayat: Yasın Ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür, Metis Yay., İstanbul, 2018, s. 155, 156.

[7] Butler, s. 74.

[8] Costas Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, çev. Umre Deniz Tuna- Kasım Akbaş, Dipnot Yay., Ankara, 2018, s. 112, 113, 199.

[9] Agtaş, s. 63.

[10] Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, s. 115; . Costas Douzinas, Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları- Eleştirel Bir Yaklaşım, çev. Rabia Sağlam- Kasım Akbaş), NotaBene Yay., İstanbul, 2016, s. 33.

[11] Ece Ayhan, Şiirimiz Mor Külhanidir Abiler, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2019, s. 66.

[12] Ayhan, s. 58.

[13] Butler, s. 60.

[14] Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, S. 153.

[15] Giorgio Agamben, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2017, s. 163-171.

[16] Butler, s. 35.

[17] Agamben, s. 170.

[18] Agamben, s. 167.

[19] Agamben, s. 128, 120, 199, 203, 204.

[20] Achille Mbembe, “Nekro-Siyaset”, çev. Abdurrahman Aydın, Öteki Olarak Ölmek, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yay., Ankara, 2016, s. 237-241.

[21] Guantanamo’nun bu bağlamda teferruatlı tasviri için bkz. Butler, s. 47- 107.

[22] Butler, s. 48.

[23] Sophokles, Antigone, çev. Ari Çokona, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2018, s. 22/ 559, 560.

[24] Slavoj Žižek, Antigone’nin Üç Yaşamı, çev. Erkal Ünal, Encore Yay., İstanbul, 2016, s. 41.

[25] Žižek, s. 18.

[26] Mehmet Mansur, “Psikanaliz Ve Felsefe Seminerleri” ve kişisel diyaloglar; Ayrıca bkz. Jacques Lacan, The Ethics of Psychoanalysis 1959-1960: The Seminar of Jacques Lacan Book VII, çev. Dennis Porter, W.W. Norton & Company, ABD, 1997, s 295.

[27] Lacan, s. 283.

[28] Sophokles, s. 19/ 471- 472.

[29] Lacan, s. 263.

[30] Sophokles, s. 8/ 184, 187.

[31] Zeynep Sayın, Ölüm Terbiyesi, Metis Yay., İstanbul, 2018, s. 10, 11.

[32] Zeliha Etöz, “Vasiyetimdir Yükleri Ağırlaşsın Diye Tabutumun İçinde Tepineceğim”, Öteki Olarak Ölmek, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yay., Ankara, 2016, s. 91.

[33] Balta, S. 155.

[34] Ayhan Yalçınkaya,Sunuş: Gözleri Faltaşı Gibi Kapalı: Lades”, Öteki Olarak Ölmek, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yay., Ankara, 2016, s. 57, 59.

[35] Sayın, s. 49, 50.

[36] Sayın, s. 85.

[37] Mustafa Arıkan, “İktidar İçin Bir Cenazeler Topoğrafyası”, Öteki Olarak Ölmek, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yay., Ankara, 2016, s.127.

[38] Burtler, s. 49.

[39] Duman, s. 122, 123, 130.

[40] Abdurrahman Aydın, “Ölümün ve Hayatın Üretimi Üzerine”, Öteki Olarak Ölmek, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yay., Ankara, 2016, s.103; kaybı uğurlayamama, aksine kayıpla özdeşleşme ve bunun “melankoli”yle ilişkisi, “yas ve melankoli” arasındaki farkın kayıpla kurulan ilişkisi bağlamında bkz. Sigmund Freud, “Mourning And Melancholia”, On The History Of Of The Psycho- Analytic Movement Papers On Metapsychology And Other Works, ed.- çev. James Strachey, The Hogarth Press And The Institute Of Psycho- Analysis, London, s. 243- 258.

[41] Yaralarım Aşktandır/ Füruğ Ferruhzad: Bir Kadının Hikâyesi, Yazan: Şebnem İşigüzel, Yöneten: Berfin Zenderlioğlu, Oynayan: Nazan Kesal.

[42] Agtaş, 70, 72, 73.

[43]Furûğ Ferruhzâd, Bir Başka Doğuş, çev. Ali Güzelyüz, Demavend Yay., İstanbul, 2016, s. 123.

[44] “Her mezarlık küçük bir bahçedir.” ifadesini Mansur’un “Psikanaliz ve Felsefe Seminerleri”nde duymuştum.

[45] Emmanuel Levinas, Ölüm Ve Zaman, çev. Nami Başer, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2014, s. 12.

[46] Levinas, s. 13, 16, 17,

[47] Jacques Derrida, The Work Of Mourning, ed. Pascale- Anne Brault- Michael Naas), The University Of Chicago Press, Chicago, 2001, s. 209.

[48] Hrant Dink’in öldürülmesinin beşinci yıldönümünde, yapılan anmadan; http://bianet.org/bianet/insan-haklari/135556-artik-soz-verme-zamani, (Erişim Tarihi: 3 Aralık 2019).

[49] Mansur, “Psiknaliz Ve Felsefe Seminerleri”.

[50]Aydın, s. 104.

[51] Butler, s. 35.

[52] Ivan Illich, “Ölüme Karşı Ölüm”, çev. E. Efe Çakmak, Cogito, “Ölüm: Bir Topografya”, S. 40, İstanbul, 2004 s. 119.

[53] Butler, s. 42.

[54] Levinas, s. 18, 19.

[55] Erdoğan Özmen, Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan: Yas, Melankoli, Depresyon, İletişim Yay., İstanbul, 2017, s. 23.

[56] Levinas, s. 27.

[57] Butler, s. 37, 43; ayrıca ölümün “muktedir olamama”, “verisi olmayan bir soru” olarak ele alınışı için bkz. Levinas, s. 18, 19.

[58] Sayın, s. 56; ayrıca bkz. Levinas, s. 24.

[59] Maurice Blanchot, İtiraf Edilemeyen Cemaat, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yay., İstanbul, 1997, s. 19, 20.

[60] Sayın, s. 52.

[61] Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, s. 165-166.

[62] Žižek, s. 12.

[63] Özmen, s. 44, 45.

[64] Birhan Keskin, Kim Bağışlayacak Beni, Metis Yay., İstanbul, 2016, s. 98.

[65] Bkz. Homeros, İlyada, çev. Azra Erhat ve A. Kadir), Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2019, s. 521-547.

[66] Butler, s. 157.

[67] Tırnak içerisindeki ifadeler; Ayhan, s. 58.

 

KAYNAKÇA:

Agamben, Giorgio, Kutsal İnsan, çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017.

Agtaş, Ceza ve Adalet, Metis Yayınları, İstanbul, 2017.

Arıkan, Mustafa, “İktidar İçin Bir Cenazeler Topoğrafyası”, Öteki Olarak Ölmek İçinde, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 113-135.

Aydın, Abdurrahman, “Ölümün ve Hayatın Üretimi Üzerine”, Öteki Olarak Ölmek içinde, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 95-112.

Ayhan, Ece, Şiirimiz Mor Külhanidir Abiler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2019.

Balta, Evren, “Ölü Bedenlerin Siyasi Yaşamları”, Öteki Olarak Ölmek içinde, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 145- 161.

Benjamin, Walter, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, çev. Ece Göztepe, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 19- 42.

Blanchot, Maurice, İtiraf Edilemeyen Cemaat, çev. Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1997.

Butler, Judith, Kırılgan Hayat: Yasın ve Şiddetin Gücü, çev. Başak Ertür), Metis Yayınları, İstanbul, 2018.

Derrida, Jacques, The Work of Mourning, ed. Pascale- Anne Brault- Michael Naas), The University of Chicago Press, Chicago, 2001.

Derrida, Jacques, “Yasanın Gücü Otoritenin Mistik Temeli”, çev. Zeynep Direk, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 43- 133.

Douzinas, Costas, Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları- Eleştirel Bir Yaklaşım, çev. Rabia Sağlam- Kasım Akbaş), NotaBene Yayınları, İstanbul, 2016.

Douzinas, Costas, İnsan Haklarının Sonu, çev. Umre Deniz Tuna- Kasım Aakbaş, Dipnot Yayınları, Ankara, 2018.

Duman, Ezgi, “‘Düşman Ceza Hukuku’ ve Gömülme Hakkı”, Birikim, S. 358- 359, 2019, İstanbul, s. 122- 136.

Etöz, Zeliha, “Vasiyetimdir Yükleri Ağırlaşsın Diye Tabutumun İçinde Tepineceğim”, Öteki Olarak Ölmek içinde, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 75- 93.

Ferruhzâd, Furûğ, Bir Başka Doğuş, çev. Ali Güzelyüz, Demavend Yayınları, İstanbul, 2016.

Freud, Sigmund, “Mourning and Melancholia”, On the History of of the Psycho- Analytic Movement Papers on Metapsychology and Other Works, ed. ve çev. James Strachey), The Hogarth Press and The Institute of Psycho- Analysis, London, s. 243- 258.

Hamacher, Werner, “Afformatif, Grev”, çev. Ferit Burak Aydar, Şiddetin Eleştirisi Üzerine, haz. Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 134- 164.

Homeros, İlyada, çev. Azra Erhat- A. Kadir), Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2019.

Illich, Ivan, “Ölüme Karşı Ölüm”, çev. E. Efe Çakmak, Cogito, “Ölüm: Bir Topografya”, S. 40, İstanbul, 2004, s. 107- 120.

Keskin, Birhan, Kim Bağışlayacak Beni, Metis Yayınları, İstanbul, 2016.

Lacan, Jacques, The Ethics of Psychoanalysis 1959- 960: The Seminar of Jacques Lacan Book VII, çev. Dennis Porter, W.W. Norton & Company, Inc., ABD, 1997.

Levinas, Emmanuel, Ölüm ve Zaman, çev. Nami Başer, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2014.

Mbembe, Achille, “Nekro-Siyaset”, çev. Abdurrahman Aydın, Öteki Olarak Ölmek içinde, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 223-270.

Sayın, Zeynep, Ölüm Terbiyesi, Metis Yayınları, İstanbul, 2018.

Sophokles, Antigone, çev. Ari Çokona, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2018.

Özmen, Erdoğan, Vazgeçemediklerinin Toplamıdır İnsan: Yas, Melankoli, Depresyon, İletişim Yayınları, İstanbul, 2017.

Yalçınkaya, Ayhan, “Sunuş: Gözleri Faltaşı Gibi Kapalı: Lades”, Öteki Olarak Ölmek içinde, der. Evrim C. İflazoğlu- A. Aslı Demir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2016, s. 41- 173.

Žižek, Slavoj, Antigone’nin Üç Yaşamı, çev. Erkal Ünal, Encore Yayınları, İstanbul, 2016.

 

Yayınlanmamış Seminerler:

Mansur, Mehmet, “Psikanaliz ve Felsefe Seminerleri”.

 

İnternet Kaynakları:

https://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/seyh-bedreddinin-mezari-tasinacak-mi-haberi-21004

Tiyatro Oyunu:

Yaralarım Aşktandır/ Füruğ Ferruhzad: Bir Kadının Hikâyesi, Yazan: Şebnem İşigüzel, Yöneten: Berfin Zenderlioğlu, Oynayan: Nazan Kesal.