1908 Temmuz’unda can çekişen bir rejimin yerine geçmek üzere gelen İttihat ve Terakki Komitesi’nin iktidara yükselişi Eski Rejim’in altında eziyet gören gruplar arasında büyük bir umuda yola açmıştı, İttihat ve Terakki aynı zamanda yeni bir modeli –ulus-devlet modelini- teşvik etmekteydi. İttihat ve Terakki tarafından desteklenen bu temel fikir aynı zamanda Türk olmayan gayrimüslimlerin dışlandığı gizil bir fikri de içinde barındırıyordu. Özellikle Balkan Savaşları (1912-1913) sırasında küçük düşürücü bir yenilgi olarak kayda geçen, rejimin ilk adımlarından itibaren birbirini izleyen İmparatorluk’un toprak kayıpları, en radikal üyelerin iktidarı ele aldığı İttihat ve Terakki Merkez Komitesi içindeki dengeleri değiştirmişti. 1912 ve 1913 yıllarında Rum ve Ermeniler tarafından sahip olunan işyerleri ve dükkânlara yönelik yetkililerce yürütülen boykot kampanyaları son yanılsamaları da süpürmüş ve Müslüman kamuoyunda “hain” Rum veya Ermeni fikrini aşılamıştı. Özellikle II. Abdülhamit’in yönetiminde yürütülen katliamlar düşünüldüğünde Eski Rejim’in mirasını besleyen bu damgalama süreci kamuoyunu hiç kuşkusuz Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermeni ve Rumlar’a dayatılan “cezalandırma”ya hazırladı.
Radikalleşme ve Karar Alma Süreci
Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yanında savaşa girme kararı inkâr edilemez bir şekilde Jön Türk Merkez Komitesi’nin en radikal üyelerinden kaynaklanmaktaydı. Komite Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gayrimüslim (Türk olmayan) unsurların, özellikle de her zamankinden daha fazla “vatana ihanet”ten şüpheli Ermenilerin ortadan kaldırılmasına elverişli bir ortam yarattı. Komite, yirmi ile kırk yaş arasındaki 28 Şubat 1915’ten itibaren resmi olarak silahsızlandırılmış, sonrasında kademeli olarak yok edilecek Ermenilerin yerinden edilmelerini 1915 Ağustos başından sonra özellikle sağladı. “Faal güçler” etkisizleştirilmiş bulunduğundan, bu tedbir, daha sonra kitlesel katliamlar gerçekleştirilirken büyük ölçüde sonuç verdi. Savaşa girmek, Rumları ve Ermenileri ilk hedefe koyan, Devlet’in gerçek bir yağmasına benzeyen askeri talepleri meşrulaştırmak için de olanak sağlamıştı.
İttihat ve Terakki Komitesi liderleri tarafından okşanan Anadolu’nun Türkleştirilme ve etnik homojenleştirilme projesi daha geniş bir çerçevede büyük bir nüfus hareketine girilmesiyle tehcir edilmiş gayrimüslimler tarafından bırakılan alanları doldurmak ve özellikle Balkanlar’dan gelen göçmenleri yerleştirmek amacıyla “Türk” modeline asimile olma kapasitelerine bağlı olarak hiyerarşik bir sisteme göre sınıflandırılan Ermeni ve Süryanilerin sistematik bir şekilde yok edilmesi halini almıştı. İmparatorluk bileşeni tarihi grupların maruz kaldığı bu geniş içsel manipülasyon Kafkasya’nın Türk nüfusuyla birlikte coğrafi ve demografik bir süreklilik oluşturma amaçlı, milliyetçi ideolojiye yanıt çok daha iddialı bir planın henüz küçük bir parçasıydı. 1915 Nisanı’nın başından itibaren Jön Türk İstanbul basınında Ermenilere yönelik bir ağız değiştirme görülmekteydi. Ermeniler Üçlü İtilaf ülkeleriyle (Fransa-İngiltere-Rusya), ve özellikle Ruslarla ortak amaçlar üzerinden hareket eden “iç düşman”, vatan haini olarak sunulmaktaydı. Basın tarafından başlatılan devletin güvenliğine karşı komplo suçlamaları aynı zamanda bütünüyle Ermeni nüfusa yönelik başlatılacak olan radikal önlemlere kamuoyunu hazırlamak için tasarlanmıştı. Dr. Bahattin Şakir’in Erzurum’dan dönüşünden sonra gerçekleştirilen çeşitli Jön Türk merkez Komitesi toplantıları boyunca, Ermeniler’in yok edilmesini başlatan planın kararı 20-25 Mart 1915 tarihleri arasında verilmişti. Tehcir mantığından yok etmeye doğru geçildiği görülmekteydi.
Kıyımın (Yıkımın) İlk Aşamaları: Tehcirler ve Katliamlar (Nisan-Ekim 1915)
Askere Alınan Ermenilerin Ortadan Kaldırılması
20 ile 45 yaş arasındakilerin seferberlik çağrısına cevap yükümlülüğünün olduğu, köylülerin az olduğu, seferberlik yaş kapsamındaki erkeklere geçici muafiyet sağlayan bedel ödemenin mümkün olduğu –yaklaşık 50 altın lira- savaş ortamında Ermeni kırsal kesiminin büyük bir çoğunluğu boşalmıştı. Doğu vilayetlerinde, yani III. Ordu’nun yargı alanında, hızla oluşturulmuş seferberlikte, farklı sebeplerden ötürü yerel yönetimler ve yetkili Ermeniler arasında bir anlaşmazlık vardı. Eric Zürcher Ermenilere karşı iktidar tarafından benimsenen zulüm politikasının uygulanmasında, bu düzenlemenin inkâr edilemez bir şekilde etkili bir araç olduğunu kesin olarak kendi açısından not almaktadır. Bir başka deyişle, kuvvetleri etkisizleştirerek, Jön Türk rejimi bir Ermeni direnciyle karşı karşıya kalmamayı garanti altına almıştır.
Seçkin Ermenilerin Tutuklanması ve Hentchakistes’in Yargılanması
24 Nisan 1915’ten itibaren Ermenilerin ortadan kaldırılması için ikinci bir plan hayata geçirilmişti. Bu plan, daha evvelinden hazırlanmış, İstanbul’da ve taşrada 24 Nisan’ı 25’ine bağlayan gecede kabul edilmiş listelerde yer alan birçok siyasi, ekonomik, entelektüel ve dini seçkinlere ilişkindi. Haftalar boyunca hedeflerini tutturduktan ve gizledikten sonra olası bir Ermeni reaksiyonu önlemek için, İttihat ve Terakki’nin Ermeni elitleri etkisiz hale getirmeyle başlayarak sonunda harekete geçmeye karar verdiği çok açıktı. Yüzlerce görevlinin seferber edildiği bu operasyonun özenle hazırlandığı da ortadaydı.
İçişleri Bakanlığı diğer vilayetlerde olduğu gibi başkentte de, doğrudan İttihat ve Terakki Komitesi’nin yetkisi altında olan, operasyonun idari ve polis yönetiminden sorumlu özel bir komite kurmuştu. İttihat ve Terakki’nin önde gelen bazı yöneticileri vardı: Emniyet Müdürü sonrasında başkent valisi, vilayetlerdeki İstanbul Ermenilerinin tehcirinden ve Çankırı’da gözaltına alınmış Ermeni elitlerinin öldürülmesinden sorumlu İsmail Canbolat, İçişleri Bakanlığı’nda Genel Güvenlik Müdürü Aziz Bey, öldürülecek elitlerin listesini bizzat kendisinin tamamlamış olduğunu daha sonradan itiraf edecek olan İçişleri Devlet Müsteşarı Ali Münif, Başkent Emniyet Müdürü Bedri Bey, Ulusal Polis Siyasi İşler Departman Müdürü, Bedri Bey’in yardımcısı Mustafa Reşad (1915’in başından 1917 Temmuz’una kadar), İstanbul Emniyet Müdürü yardımcısı, Bedri Bey’in bir diğer yakın iş arkadaşı (iş ortağı) Murat Bey.
Kişilerin Tutuklanması ve İnfazı, Mayıs- Haziran 1915
Buna binaen, Ermeni nüfusun ortadan kaldırılması planının farklı evreleri istikrarlı bir hızda bölgeye göre değişkenlik gösteren ama yine de sonucun değişmediği bir prosedüre uygun olarak sıraya konmuştu.
Türk yetkililer, illere göre, silahlara el konulmasını emreden, beş gün içerisinde elinde silah bulunduran bireylerin en yakındaki askeri komutanlara silahları teslim etmesini gerektiren 22 Nisan 1915 tarihli bir kararnameye başvurdular. Özellikle Ermenileri hedef alan bu genel düzenleme aramalar yürütebilmek, sert sorgular gerçekleştirebilmek, yerel eşrafı hapsetmek, bu kişileri işkenceye tabi tutmak ve daha çok suçlu ve şüpheli bir duruma sokulmuş Ermeni nüfusu bir yerde sabitlemek için yetkililere evlere, eğitimi kurumlarına (okullara), kiliselere nüfuz etme imkânı sağlamıştı. Bu şartlar eğitimli direnişçilerin korkusu altındaki yetkililerle işbirliğini ilkesel olarak reddedemeyen yerel Ermeni kuruluşları çok hassas bir duruma sokmuştu. Korkunç bir ikilemle karşı karşıyaydılar çünkü bu durum onlara silahların toplanması için sorumluluk veriyordu, muhtemelen teslim etmeyi reddedenleri kınarken, silahsız insanları yağmacıların ve aşiret üyelerinin merhametine bıraktıklarının farkındaydılar. Yararlandığımız birden fazla tanıklık yerel siyasi eylemcileri bir araya getiren piskoposluk konseyinin büyük bir kısmının, başrahip ve ileri gelenlerin, bu emirlere tabii tutulduğunu göstermektedir. Ama bu yetkililer için tatmin edici değildi: ihtiyaçları karşılamak için bazen silah satın almak gerekti.
Katliamlar, Tehcir ve Ölüm Yürüyüşleri
Bazı bölgelerde başlamış olmasına rağmen Erzurum, Van, Bitlis gibi doğu vilayetlerindeki Ermeni nüfusun tehcirine Bakanlar Konseyi tarafından 13 Mayıs 1915 tarihinde resmi olarak karar verilmişti. Iskân-ı Asâyirîn ve Muhâcirîn Müdîriyeti, 23 Mayıs’ta, tehcir edilenlerin Van iline komşu olan kuzey bölgesi hariç Musul vilayetine yerleştirilebileceğine dair illeri bilgilendirir. Birkaç hafta sonra, 7 Temmuz 1915’te, Iskân-ı Asâyirîn ve Muhâcirîn Müdîriyeti tehcir edilenleri “karşılayacak” tahsis edilen alanları ortaya serer; Musul Vilayeti’nin güney ve batı bölgeleri, İran sınırından en az 80 km uzaklıkta olan Kerkük sancağı kasabaları, Diyarbakır Vilayeti sınırlarına en az 25 km uzaklıkta bulunan, Fırat ve Habur havzasındaki köyler de dâhil olmak üzere Zor Sancağı’nın güney ve batı kısımları, Suriye’nin kuzey bölgesi dışında güney ve doğu bölgelerinde Halep Vilayeti’nin batı kesimindeki tüm köyler ve kasabalar, demiryolu hattına 25 km’lik mesafede bulunan topraklar dışında Harran ve Kerek Sancağı. Burada Ermenilerin Müslüman nüfusun yüzde 10’luk oranı içerisindeki bölgelere dağıtılması ve yerleştirilmesi gerektiği öngörülmektedir. “Sürgün” yerlerinin genişlemesinin, dağlık bölge halkı için hayatta kalmanın neredeyse imkânsız olduğu özellikle çöl bölgelerine tekabül ettiğini böylelikle görmüş oluyoruz.
Ortadan kaldırma ve tehcir süreci bölgesindeki inceleme Ermenilerin tarihsel toprakları olarak kabul edilmiş altı doğu ilinin Ermeni nüfusu yok etme planı dâhilinde öncelikli olarak hedef alındığını gösterir, daha sonraları Batı Anadolu’daki Ermeni kolonileri üyelerine yönelik gerçekleştirilen tehcir tamamlayıcı bir önlem olarak görülmüştür. Gözlemlediğimiz üzere, aileleriyle birlikte tehcir edilen Batı bölgelerinden farklı olarak Doğu’da, asker olsun ya da olmasın erkeklerin anında yok edilmesi ya da işgücünün rasyonel kullanımı (sömürülmesi) planı öngörülmüştür.
Nisan’dan Ağustos 1915’e kadar, 1.040.782 Ermeni’yi hedef alan, çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu 306 tehcir konvoyu Suriye ve Mezopotamya toplama kamplarına doğru harekete geçirilmiştir.
Nisan 8 Konvoy 35 500 Kişi
Mayıs 21 131 408
Haziran 65 225 499
Temmuz 96 321 150
Ağustos 86 276 800
Eylül 5 10 825
Ekim 11 27 500
Kasım 6 4 600
Aralık 8 7 500
Tehcir edilmeyen 900 bin Ermeni çeşitli kategorilere ayrılabilir. Daha önce altını çizdiğimiz erken dönemdeki cinayetler gibi Üçüncü Ordu’da yer alan 120000 er; kendi bölgelerinin çevrelerinde öldürülen altı doğu vilayetinden yetişkin erkekler; Van vilayeti kuzey bölgesi köylerinde olduğu gibi yerinde katledilen kitleler; Erzurum Vilayeti kuzey ve doğusunda yer alan kırsal alanlar, Muş ovası yöresi, Siirt, Bitlis, Sason yöreleri, muhafaza edilen İzmir ve İstanbul bölgelerindeki nüfusun bir bölümü; Kafkasya’ya kaçmayı başaran kuzey sınır bölgelerindeki Ermeniler; çevre köylerden hayatta kalarak mülteci olarak şehre gelen ve 1915’teki geri çekilmelerinde Rus Ordusu’nu takip etmeyi başaran Çatak ve Hizan Dağları’ndan yaşayan Van sakinleri, Kürt ve Türk arkadaşlarında gizlenen binlerce kadın ve çocuk.
Mezopotamya ve Suriye Kamplarında Yok Etmenin İkinci Aşaması
İmha sürecinin son aşaması çoğunlukla Anadolu ve Kilikya’dan gelenleri ve daha az ölçüde de kurtulan taşra Ermenilerini hedefliyordu. Bu yeni şiddet, tehcir edilenlerden sorumlu bir alt müdürlük kurmak için 1915 Ağustos sonunda yetkilendirilmiş Muftizade Şükrü Bey müdürlüğündeki Iskân-ı Aşâyirîn ve Muhâcirîn Müdüriyeti yönetimi tarafından Ekim 1915’ten itibaren kurulan Suriye ve Mezopotamya’daki yirmiye yakın toplama kampını hedefliyordu. Burası Jön Türk kadrosundan, Talat Paşa’ya yakın, Abdülahad Nuri’ye emanet edildi. İçişleri Bakanı “Bitlis kasabı” olarak anılan kendi kayınbiraderi (17 Ekim 1915) Mustafa Abdülhalik’i bu bölgede tehcirle gelen Ermenilerin yok edilmesinin düzenlenmesini mümkün kılacak bir ekip kurması ve bu düzenlemeyi tamamlaması için Halep valiliğine atamaya ayrıca özen gösterdi.
İstanbul’daki Avusturya-Macaristan Büyükelçisi Johann von Pallavicini tarafından Dışişleri Bakanı Stephan Burian’a gönderilen gizli bir notta, tehcir müdürlüğüne emanet edilen görevle alakalı bazı bilgiler verilmektedir:
“Ermenilerle ilişkiler konusunda soruşturma komisyonuna hala üye olan Teşkilât-ı Mahsusa eski genel sekreteri Nuri Bey bana şöyle dedi. ‘Halep’te tüm Ermenilerin Mezopotamya’ya gönderilmesinden sorumlu bir göç genel yönetimi kuruldu. Tüm Türkiye noktalarında, Ermeniler Zor Sancağı’na ve Mezopotamya’ya yönlendirilmeliler. Bu, İttihat ve Terakki’nin geri dönülmez kararlarından kaynaklanmakta. Ermenilerle olan iş bittikten sonra, Rum kitlelerinin sürülmesine başlayacağız. Ama şu dakikada, o noktaya temas etmiyoruz.’”
İçişleri bakanlığına bağlı bir kuruluş olan Iskân-ı Aşâyirîn ve Muhâcirîn Müdüriyeti ve Jön Türk Merkez Komitesine doğrudan bağlı Teşkilatı Mahsusa arasındaki koordinasyon bölgeye ulaşan yüz binlerce sürgünün yok edilmesine yönelik düzenlemenin tartışmasız kalbini oluşturmuştur. 1915 yazı esnasında Teşkilatı Mahsusa’nın yöneticisi Bahaeddin Şakir Adana ve Halep’e gelir. Atanması üzerine, Vali Abdülhalik daha evvel gelen sürgünleri ve kentteki mültecileri Halep’ten “temizler”. Halep Konsolosluğu’ndan İstanbul’daki Alman Konsolosluğu’na gelen 18 Ekim 1915 tarihli telgrafta valinin güçlü eylemleri anlatılmaktadır.
“Dün, tehcir edilmesi amaçlanan Ermenilere (20000) iki hafta içinde şehri terk etmeleri emredildi. Şehir dışındaki toplama kamplarında gruplandırılmayı beklemekteler. Torosların güneyindeki demiryolu, sürgünleri taşımak için kullanılmamalıdır. Taşıma araçlarına sahip olmayan aileler yürüyerek tahliye edilmektedirler. (…) Vilayetin siyasi işler müdürüne göre, 40 bin kişi Radjo ve Katma bölgelerinde gruplandırılmışlardır. Batı, Orta ve Kuzey Anadolu’dan gelen diğer konvoylar yoldalar. 300 bin kişi yerleşmek için güneye doğru ( Batı Harran, Rakka, Deyrizor) devam etmek zorundalar. Söz konusu yetkiliye göre, bir kez varış yerine ulaştıklarında onları kaderlerine terk etmekten başka bir şey yapılmıyor ve “hepsi de ölüyordu.” (…) Toplama kampına ne yeterli miktarda çadır ve un ne de yakacak alınmıştı. Yetkililer tehcir edilen köylülerin elinden kazma küreklerini bizzat aldılar.
Herkes tehcir edilenlerin ölüme mahkûm olduğuna ikna edilmişti. Almanya’nın katliamın failleriyle suç ortaklığı sadece tüm Hıristiyanlar tarafından değil, aynı zamanda Müslüman nüfusun bir bölümü tarafından da kabul edilmekteydi, sonraki durumda, bazı onaylamalar olsa da inkârlar da vardı. Hoffman.”
Tehcir yönetimi tarafından idare edilen kamp üç ana alanda yer almaktaydı: Bağdat demiryolunu izleyen Suruç kampıyla, Aynelarap ve Resulayn. İkincisi İslahiye Halep ekseninde Mamura, Bab, Lale, Tefrice, Akhterim, Rajo, Katma, Azaz et Munbudj ana kamplarıyla yer almaktaydı. Ve Fırat Hattı olarak anılan en yoğun ve en ölümcül olan üçüncüsü; Deyrizor ve Marat için son duraklar olan Meskene, Dipsi, Abuharar, Hamam, Sebka/Rakka kampları.
Zahmetli bir başlangıçtan sonra, tehcirin istikameti belirlendi. Sevkiyat genel müdürü Selanikli Eyüp Bey tarafından idare edilen Sibil’de şehrin eteklerine kurulu ve kente bir saat uzaklıkta olan ve demir yolu hattı boyunca kentin kuzey çeperinde bulunan Karlık’ta yer alan geçiş kamplarına yerleştirilen sürgünlerin saklanabilecekleri bir yer olan Halep’e girişi yasaklanmıştı.
Kamp yönetimi, gözaltına alınan kişilerin disiplininden veya ölüleri gömmekten sorumlu olarak Sevkiyat idaresi tarafından işe alınan yöneticilere emanet edilmişti. Ekim 1915’ten Mart 1916’ya kadar, tehcir edilen kitle hastalık ve yetersiz beslenme sonucu kademeli olarak eksiltilmişti. Yılın belirli zamanlarında –sıcak havalarda ve kışın ortasında- her sabah kamplarda ölüm sayısı yüzlere ulaşabiliyordu. Bununla birlikte, İstanbul Patrikliği tarafından kurulan ağ ve Amerikalı misyonerler sayesinde, yardımlar 1916 ilkbaharına kadar gizli bir şekilde dağıtılabildi. Şubat 1916’da, yaklaşık beş yüz bin sürgün hala hayattaydı, Halep ile Damas ya da Fırat ile Zor arasına dağılmış durumdaydılar: Maan’da Şam’a 100 km, Hama ve o bölgeye 12 km, çevre köylere ve Humus’a 20 km, Halep’e 7 km, Basra’ya 5 km, Bab’a 8 km, Munbudj’a 5 km, Resulayn’a 20 km, Rakka’ya 10 km uzaklıkta ve Deyrizor’a ve çevresine 300 km uzaklıktaydılar.
İttihat ve Terakki Komitesi’nin baştaki planlarında şüphesiz öngöremediği hayatta kalmayı başarmış birçok Ermeni Jön Türk liderliği içerisinde görünüşe bakılırsa bir tartışmaya yol açmıştı. Suriye ve Mezopotamya’da hayatta kalan son Ermenilerin de yok edilmesi fikri, Şubat 1916’da Erzurum tarafından alınan ani bir kararla harekete geçirildi; olağanüstü bir olay yaratabilecek bu radikalleşme, savaş piyesinin daha fazla kontrol altına alındığı “olumlu” bir eylem olarak bazı cephelerde kaybedilenleri telafi etmeliydi.
22 Şubat 1916’da, İçişleri Bakanı Mehmet Talat Anadolu’da hala var olan ya da Fırat hattındaki toplama kamplarında tutulan son Ermenilerin de tasfiyesini emretti. Şubat 1916’dan itibaren Anadolu’nun orta kentlerindeki köylerde başlatılan, mevcut yerlerdeki son kalıntıları da uzaklaştırmayı amaçlayan, çeşitli unvanlara sahip kişilere -Protestan, Katolik, asker aileleri, zanaatkârlar, doktorlar, eczacılar vb.- mühlet verilen birkaç aydan sonra soykırımın ikinci safhasını işaret eden operasyonların ilki meydan geldi.
İkinci operasyon Resulayn toplama kampını hedefliyordu. 17 Mart 1916’dan başlayarak beş gün içerisinde, Kaymakam Kerim Refik Bey, sevkiyat Müdürü Adıl Bey ve Resulayn belediye başkanı Arslan Bey tarafından yönetilen yerel Çeçenler, kamplarda hali hazırda elde tutulan 40000 kişinin tasfiyesini yürüttüler: Tehcir edilenlere kentin komşu vadisinde küçük gruplar eşlik etti ve sürgünler Özel Örgütlere bağlı Çeçenler tarafından katledildi. Bunun üzerine, Fırat hattı üzerinde bulunan kamplar doğal olarak hedef alındı. Başkent tarafından gönderilen Sevkiyat genel müfettişi İsmail Hakkı Bey Ağustos 1916’da oraya gitti. Geniş yetkilerden yararlanan İttihat ve Terakki Komitesi yüksek kadrosu Meskene’den Zor’a kadar tüm toplama kamplarındaki sistematik temizliği bizzat kendileri koordine etmekteydi. Görevinden alınan Deyrizor Valisi Ali Suad yerine geçen Everek/Fenese kasabı olarak anılan ve Deyrizor’daki çölün ortasında tutulan son sürgünlerin tasfiyesinden sorumlu Salih Zeki’nin 1916 Temmuz’undaki bizzat kendi girişimiydi: 1916 Temmuz’undan Aralık’a kadar, beş ay içerisinde, Vali Salih Zeki Deyrizor’da toplanmış 192.750 sürgünün yok edilmesini yönetmiştirü. Katliamlar Marat, Suvar, Şeddadiye, Haseke ve Markade yerleşimleri çevresindeki, Resülayn Çeçenleri arasından göreve alınan Özel Örgüt çeteleri tarafından yürütülüyordu. Son şiddet icraatlarından biri genel Müfettiş Hakkı’nın doğrudan gözetimi altında gerçekleştirilmekteydi: 24 Ekim 1916’da, kuzey kamplarından toplanmış ve Zor’da bir araya getirilmiş, kendisine göre yaklaşık 2000 yetim, ikişer ikişer bağlanarak Fırat’a atılmıştı.
Toplama Kamplarındaki Doğal Ölüm Kurbanları
Toplama Kampları Operasyon Süresi Kurbanların Sayısı
Mamura Yaz-Sonbahar 1915 40000
İslâhiye Ağustos 1915-Ocak 1916 60000
Karlık ve Sebil (Halep çevresi) Yaz 1915-Sonbahar 1916 10000
Radjo, Katma, Azaz Sonbahar 1915-İlkbahar 1916 60000
Mumbuç (Munbudj) Sonbahar 1915-Şubat 1916 ?
Ban ve Aktherim Ekim 1915-İlkbahar 1916 50000
Aynelarap Ekim Başı-Kasım Ortası 1915 4000
Resulayn Ekim 1915- Mart Sonu 1916 13000
Dipsi Kasım 1915-Nisan 1916 30000
Lale ve Tefris Aralık 1915- Şubat 1916 5000
Meskene Kasım 1915- Eylül 1916 60000
Abuharar, Hamam Kasım 1915-Nisan 1916 ?
Deyrizor Kasım 1915-Kasım 1916 40000
Toplam: 400000
Kitlesel Şiddetin Bilançosu
Savaş sonunda hayatta kaldığı belirlenenler iki ana kategoride sınıflandırılabilirler: Bedevi kabileler tarafından kaçırılan, Ekim 1918 ateşkesi sonrasında kurtarılan binlerce çocuk ve genç kız; Halep-Humus-Hama-Dams-Maan-Sina eksenine gönderilen, Suriye ve Filistin’in yavaşça ele geçirilmesi esnasında İngiliz Ordusu’nun kurmuş olduğu çoğunlukla ordu adına çalışan işletmelerde, 1917-1918 yıllarında tarif edilemez şartlarda istihdam edilen (emeği sömürülen) özellikle Kilikyalılardan oluşan yüz binin üzerinde sürgün.
Bir diğer taraftan, İran ve Kafkasya’da sonradan bazılarının açlık ve salgından öldüğü ortaya çıkan on binlerce hayatta kalmayı başarmış kişi, ve aynı şekilde İstanbul’da yaklaşık 80 bin, İzmir’de 10 bin, Bulgaristan’dan birkaç bin kurtulan tespit edilmiştir. Açıkça görülmektedir ki şiddet mağdurlarının kesin ve nihai sayısı için net bir rakam vermek mümkün değildir. Türk yetkililerinin kendileri tarafından ortaya konan, 1916 Temmuz- Aralık arasında, Deyrizor’da tutulan 192.750 sürgünün yok edilmesi gibi, belirli bölgelerde kurbanların net olan sayılarını vererek bazı rakamlardan yararlandık. Osmanlı İmparatorluğu’nun Ermeni nüfusunun üçte ikisinden fazlasının –Savaş’ın hemen öncesinde yaklaşık iki milyon kişi- yaklaşık 1.300.000 canın, Birinci Dünya Savaşı sırasında yok edildiğini tahmin edebiliyoruz ve İran Azerbaycan’ı ve Rus Azerbaycan’ında ve Kafkasya’daki Osmanlı ordusu ve ona bağlı milisler tarafından Ermeni sivil nüfusa karşı yürütülen askeri operasyonların ve katliamların kurbanlarının 1500000 kişiye yakın olduğunu eklememiz gerekir.
Bölge İngiliz ve çok az sayıda Fransız kuvvetleri tarafından ele geçirildikten sonra bulunan hayatta kalmayı başarmış yüz bine yakın kişi ilk olarak Halep’teki toplama kampındaydılar, daha sonra yavaş yavaş Kilikya’ya ve Fransız-İngiliz güçler tarafından işgal edilen komşu bölgelere gönderildiler. Bununla birlikte, Kilikya’yı Türkiye’ye veren Fransız-Türk Ankara Anlaşması (Ekim 1921) neticesinde, hayatta kalanların büyük bir çoğunluğu Fransız mandası altına giren Suriye ve Lübnan’a sığındılar. Yurdundan koparılanlar, savaş boyunca onca şiddete maruz kaldıktan sonra Türk egemenliği altında yaşamaktan çıkarılmışlardır. Mülteciler Ürdün, Filistin, Mısır, Irak, Halep ve Beyrut buna dâhil olmak üzere Ermenilerin bugüne kadar ana yerleşim merkezlerini oluşturan Arap dünyasında kurulmuş olan Ermeni topluluklara yaşam vermiş olmaktadır.
Çeviri: Munise Nur AKTAN