Bitmeyen Terâne: Demokrasi ve Çokseslilik Güzellemesi

Türkiye’de dönem dönem uykusundan uyandırılıp gündeme taşınan konular vardır. Genellikle aktörlerin değiştiği, buna karşın içeriğin ve ambalajın daima sabit kaldığı, bir tür dokunulmazlık zırhına bürünmüş konulardır bunlar. Çoğunlukla ilgililerin bilgisiz, bilgililerin de ilgisiz olmasından ötürü bazılarının zaman içinde kaçınılmaz olarak galat-ı meşrû hâlini aldıkları bile vakidir. Her ne kadar galat-ı meşhur lügat-i fasihten evlâdır derlerse de; önümüze hep aynı yüzüyle getirilen bu konular bazılarımız için bir noktadan sonra hayli sıkıcı bir hâl almaya başlar. En önemli ortak yanları ise farklı alanlarda örneklerine rastlansa da çıkış noktası itibarıyla siyasî bir arka planlarının olmasıdır. İşte Türk müziğinde de aynı kaynaktan beslenen ve sayısız örneğine rastlanan bu konular arasında, insanda hiç bitmeyeceği hissini uyandıran demokrasi-çokseslilik terânesi ilk sıralarda yer alır.

Toparlayıcı olması ve meselenin sağlam bir zemine oturması açısından biraz geriden alarak tarif edecek olursak; birçokları için “medeni Batının” müzik sanatında yakaladığı “gelişmişlik düzeyi” olarak kabul edilen çokseslilik, Batı sanat müziğinin yüzlerce yıllık gelişim sürecinde varılan bir nokta olmakla birlikte, özünde bir müzik tasavvuru ve yazım tekniğidir. Yunanca poly (çok) ve phone (ses) kelimelerinden oluşan çoksesliliği (polyphony); en az iki müzikal hattın birtakım kurallar dahilinde birbirleriyle ilişkilendirildiği, farklı doku ve üslûpları barındıran bir müzik kurgusu olarak tarif edebiliriz. Bununla beraber Ortaçağ’dan itibaren çeşitli evrelerden geçen ve farklı dönemlere ayrılarak uzun bir gelişim sürecine yayılan bu müzik, çoğunluğun es geçtiği gibi kendi içinde homojen bir müzik değildir. Nitekim aynı şey beslendiği Batı edebiyatı ve felsefesi için de geçerlidir. Burada gözden kaçırılmaması gereken esas nokta, gerek klasik Batı müziğinin gerekse etkileşimde olduğu kültürel kaynakların uzun bir tekâmül süreci sonunda mevcut hâllerini aldıklarıdır.

Fakat ne kadar altını çizersek çizelim; Türkiye’deki diğer alanlarda olduğu gibi müzikte de meselelerin kaynağına inip olayları neden-sonuç ilişkisi bağlamında ele almaya çalışan maalesef çok az sayıda araştırmacı/müzisyen var. Buna karşılık olguları ve kavramları siyasî tercihleri/çıkarları yönünde çarpıtmaktan çekinmeyen, bunu da cehaletlerini pervasızlıklarıyla destekledikleri her ortamda rahatça sergileyenler ise ne yazık ki çoğunluğu oluşturuyor. Tabii hâl böyle olunca bu orantısız denklemde bir denge sağlamaya gayret edenlerin işinin, değirmenlere karşı savaşan La Mancha’lı Don Quijote misali oldukça zor olduğunu söylemeliyiz.

Peki ama eski Yunan’dan bize miras kalan ve ağır eleştirilere maruz kalmasına rağmen diğer yönetim biçimlerine “galip gelerek” tarihin dolambaçlı yollarında kaybolmadan günümüze ulaşan şu demokrasi kavramı tam olarak nedir? Zamanla farklı tanımları yapılıp “ihtiyaca göre” çeşitli alt başlıklara ayrıldıysa da siyasî terminolojideki kabul gören şekliyle; yurttaş konumundaki bireylerin yasalar önünde ve devlet politikalarının şekillendirilmesinde eşit haklara sahip oldukları, halka dayalı bir yönetim biçimi olarak tarif edilebilir. Fakat bilenler bilir; teori ile pratik, bir türlü vuslata eremeyen iki sevgili gibidir. Nitekim gerek ütopik bir yöne doğru giden normatif yaklaşıma, gerekse daha ilk dakikadan tanımla ters düşen ampirik anlayışa bakıldığında, kavramın teorisiyle ilgili ciddi bir sıkıntı olduğu hemen farkedilir. Neyse, işin bu kısmı siyaset bilimcilerin alanına giriyor, gelelim biz asıl meselemize…

Demokrasi ve çoksesli müzik arasında büyük bir benzerlik olduğunu öne sürenler görüşlerini genellikle tek bir noktaya dayandırırlar; farklı çalgılardan yükselen değişik tınılarla yakalanan müzikal uyum ile toplumu oluşturan bireylerin düşünce özgürlüğü çerçevesinde uyum içinde yaşamaları arasında kurulan ilişki, söz konusu yaklaşımı savunanların biricik argümanıdır. Devamında çoksesli müziğin insan hakları yönünden gelişmiş, demokratik toplumlarda ortaya çıkmasının bir tesadüf olmadığına değinilir ve özünde tamamen siyasî saiklere dayanan bu ideolojik bakış açısı, çoğunlukla sorgulanmaksızın toplumsal bellekteki yerini alır. Meselenin özünü kavramak ve söyleyeceklerimiz için bir zemin oluşturmak açısından bazı soruları somutlaştırmakta fayda olabilir. Pek çok kişinin aklına gelen ilk soru, demokrasi ile çokseslilik arasında gerçekten de böyle bir benzerlik olup olmadığıdır. Gelebilecek bir diğer soru, farklı bir yaklaşımla sözü edilen benzerliğin çürütülüp çürütülemeyeceği, dahası diğer yönetim biçimleriyle farklı müzikler arasında da bu tarz ilişkiler kurulup kurulamayacağıdır.

Sırayla gidecek olursak; evet, bahsedilen şekliyle demokrasi ile çokseslilik arasında bir benzerlik olduğu söylenebilir. Fakat bu bakış açısını kısmen de olsa çürütecek veya meseleye yeni bir boyut katacak farklı yaklaşımlar da mümkün. Meselâ değişik tınılara sahip çalgılarla farklı görüşlerdeki bireyler arasında kurulan ilişkiyi irdeleyelim. Konuyla ilgilenenler nüans dediğimiz ince ayrıntıların müzikte ne kadar önemli olduğunu bilirler. Nitekim bu noktada da gözden kaçırılan önemli bir nüans var. Örneğin bir orkestra eserini oluşturan çalgıların partilerini ele alalım; birlikte çalındıklarında müzikal bir uyumun ortaya çıktığı bu partiler, kendi başlarına bir anlam ifade etmez. Daha somut bir şekilde söylersek, bir senfoninin kontrbas ya da trompet partisi tek başına icra edildiğinde dinleyici üzerinde çoğunlukla tatmin edici bir etki bırakmaz. Bu durum sadece orkestra eserleri için değil, söz gelimi bir piyano sonatının sol el partisi için de geçerlidir. Çünkü besteci tarafından bir bütünü oluşturmak üzere kurgulanan çalgı partileri, ancak bir araya geldiklerinde ve orkestranın kendine özgü hiyerarşik yapısı içinde bir anlam ifade edebilir. Üstelik çalgıların orkestra içindeki yeri ve görevi yalnızca estetik kaygıların veya kompozisyonal fikirlerin şekillendirdiği müzikal unsurlara da bağlı değildir. Adına çalgılama (instrumentation) dediğimiz, çalgıların ses renklerine ve karakterlerine özgü sınıflandırmanın, yani fizikî yapılarından doğan dokusal farklılıkların da bu hususta son derece önemli rol oynadığını belirtmek gerekir. Oysa demokratik bir toplumda insanlar sosyal ve hukukî açıdan eşit haklara sahiptirler. Dahası tebaasında oldukları devletin/toplumun bir vatandaşı/bireyi olmanın dışında ve ötesinde; tüm duygu ve düşünceleriyle insan olmanın getirdiği bir anlam taşırlar ve bu yüzden değerlidirler. Nitekim çoksesli müzikte bütünü temsil eden eser amaç, onu oluşturan çalgılar birer araçken; diğer tarafta demokrasinin kendisi insana hizmet etmek için icat edilmiş bir araçtır.

Yönetim biçimleriyle müzikler arasında ilişki kurmayı sevenler için bu oyunu biraz daha sürdürebiliriz. Örneğin Türk müziğinin de aynı başlık altında yer aldığı, Ortadoğu eksenli makam müziğini ele alalım. Kabaca teksesli/tek hatlı bir müzik olarak tarif edebileceğimiz makam müziğinde tüm çalgılar -bazı teknik unsurlardan kaynaklanan farkları kenarda tutmak kaydıyla- aynı hattı takip ederek tek bir ezgiyi seslendirir. Yukarıdaki yaklaşım üzerinden gidersek; bu müziğin, temelinde tevhid inancı olan İslâm dininin yaygın olduğu bir coğrafyada ortaya çıkmasının tesadüf olamayacağını pekâlâ ileri sürebiliriz. Tıpkı her varlığın kendi meşrebince Allah’ı zikretmesi gibi, adeta buna gönderme yapılırcasına çalgılardan da tek bir ezgi yükselir. Şu durumda, makam müziği için en uygun yönetim biçiminin monarşi olduğunu da söylersek, sanırım bu “dahiyane yaklaşımımızı” dört başı mamur (!) bir biçimde ifade etmiş oluruz…

Görüldüğü üzere siyasî eğilimlerimizin doğrultusu ve fantezi dünyamızın genişliği ölçüsünde konuya farklı yaklaşımlar getirmek mümkün. Fakat bu yazının amacı sadece söz konusu yaklaşımın teknik yönden hatalı/eksik oluşuna işaret etmek değil; siyasî açıdan da mesnetsiz ve tutarsız olduğunun altını çizmek gerekiyor. Zîra demokrasiyle bağdaştırılan çoksesli müziğin bu topraklara geliş hikâyesi demokrasinin yakınından dahi geçmiyor. Resmî anlamda yaklaşık iki yüz yıllık bir geçmişi olsa da Cumhuriyetle birlikte gerçek anlamda kurumsal bir kimlik kazandırılan çoksesli müzik, özellikle ilk yirmi yıl etkili olan kültür-sanat politikalarıyla desteklenip mevcut müzik geleneğinin yerine ikame edilmeye çalışılmıştır. Yeni bir ulus inşâ etme ülküsüyle yola koyulan Cumhuriyetçi kadrolar, bu uğurda hedeflerine uygun bir kültür kavramı tasarlamaya girişmiş ve işe kültürün en önemli iki ayağı olarak gördükleri inanç ve sanat üzerinde çalışarak başlamışlardır. İşte çoksesli müziğin Türkiye’deki gelişim öyküsü bu tasarım çerçevesinde, bir avuç Cumhuriyet aydınının öncülüğünde, hiç de demokratik olmayan bir biçimde tebâruz etmiştir.

Yaşadığımız topraklar açısından çoksesli müziğin demokrasiden ziyade otokrasiyle bağdaştırılabilecek bu elim mazisi, aslında bitmek bilmeyen demokrasi-çokseslilik terânesinin de en önemli ipucunu veriyor. Çünkü yıllardır bu terâneden usanmayan zevat, köklerini içinde doğup geliştiği kültürün dinamiklerinden alan ve yüzlerce yıllık gelişim sürecinin ürünü olan bir müzik geleneğinin, bambaşka bir iklimde ve tepeden inme şekilde var edilebileceğini zannetmiş bir zihniyetin bakiyesi. İsminin başındaki harflere, eşe dosta hoş görünmek için papyonunu takıp gittiği üç beş konsere ve kırık dökük İngilizcesiyle okuduğu birkaç kitaba yaslanarak aslında hiç bilmediği, hakkında hiç düşünmediği teknik bir mesele üzerine fikir serdedebilmesi, işte hep bu geçmişten aldığı mirasın bir neticesi. Şekilciliğinin mebzul, muhayyilesinin zayıf oluşu da yine hep bu yüzden…

Amaç, ne kuru kuruya tarihi eşeleyip manasız bir hesaplaşma içine girmek, ne de geçmiş tahayyüllerin izlerini süren insanları yargılamak. Kaldı ki kimsenin buna hakkı olmadığı gibi aklı başında hiçbir araştırmacının böyle bir niyeti de olamaz. Fakat bazı şeyleri anlatabilmek ve yapıcı eleştirilerde bulunabilmek için geçmişi neden-sonuç ilişkisi bağlamında ele almak bir zarûret olarak karşımıza çıkıyor. Bu yazının amacı da sapla sapanın birbirine karıştığı, bilen ısrarla sustuğu için bilmeyenin her geçen gün daha da pervasızlaştığı günümüzde; duyduklarına körü körüne inanmayan insanlar için küçük de olsa bazı kapılar aralamak. Ayrıca uzun yıllardır boğazına kadar siyasete batmış/batırılmış olan müziğin bu tarz yaklaşımlarla daha da yıprandığına işaret edip, sanatla siyasetin dinamiklerinin birarada olamayacağının bir kez daha altını çizmek. Uzun yıllardır hacminin çok üzerinde bir yükü sırtında taşıyan sanat, bugün belki de en yorgun dönemini yaşıyor. Onun insan ve toplum için ne kadar önemli olduğunu bilen, gücüne inanan herkesin sırtındaki bu ağır yükü atmasına yardımcı olması gerekiyor. Bunun yolu da sanatı ve sanatçıyı, her geçen gün ruhunu daha fazla zedeleyen, yaşam enerjisini emip yok eden siyaset girdabından çekip çıkarmaktan geçiyor. Zîra her ne kadar kendilerine siyasî malzeme devşirmek için bu gerçeği görmezden gelenler aksini savunsalar da, şu saatten sonra Türkiye’de sanatın geleceği, mümkün mertebe siyasî bağlamlarının dışında da ele alınabilmesine bağlı.