Özellikle 2018 yılında Türkiye’de telaffuz sıklığı artan borç ve kriz kavramları iki ana soruyu beraberinde getirmektedir. Bu sorular, Türkiye özelinde, “borçluluğun işleyişi nasıl açıklanabilir?” ve “borçluluğun krizinin mevcut siyasal iktidar için anlamı nedir?” olarak ortaya serilebilir. Bu yazı, söz konusu sorulara bir cevap aramaktadır.
Metnin üzerinde yükseldiği temel kavram olan borçlandırma bir yönetim tekniği olarak ele alınmaktadır. Bu yaklaşım hem borçlandırma hem de yönetim tekniği kavramları için birkaç işleyiş ilkesi ortaya çıkartır. Bu ilkelerin birincisine göre, borçlandırma gelecek üzerinde bir etkide bulunur. Yani, yönetilenlerin boş zamanının(yaşam boyu işe mahkum etmek, proleterleştirmek), varlıklarının(kemer sıkma politikaları ve borcu döndürmenin gerekliliği) ve eylemlerinin(güvenlik uygulamaları) geleceğe ilişkin olarak yönlendirilmesini ve etkilenmesini sağlar[1]. İkinci olarak borçlandırma bir eşitsizlik üretip onu korumaya yöneliktir. Yani borçlunun yaratılması güç, şiddet ve sömürü içerir[2]. Borçlu asimetrik ilişkinin baskısını alacaklı karşısında sürekli deneyimler ve yönetime rıza bu baskıda açığa çıkar. Üçüncü olarak, bu asimetrik ilişki, borcun ödeneceğine ilişkin güvene dayanmaz. Örneğin, verilen borçları faizleriyle birlikte ödeme imkânları olmayan küresel güneyin ve toplumun en yoksul kesimlerinin borçlandırılmasında bu durum açıkça gözükür. O halde, güvenin tam tersine, borçlandırma sosyal yükümlülüğe dayanır[3]. Sosyal yükümlülük yaptırımı yani şiddeti ima eder ve bu da tekniğe yönelik rızanın bir başka sacayağını oluşturur. Dördüncü olarak borçlandırma tekniği her zaman bir açmazın merkezinde yer alır. Bu açmaz, kendini, tekniğin bir başka yönetim tekniğinin krizine alternatif olarak, yani sosyal ve politik direnişin önceki yönetim tekniğinde çözülemeyen eylemlerinin yeni bir çerçeve içinde pasifleştirilmesi, kontrol edilmesi ve denetlenmesi için açığa çıkarmasında gösterir. Elbette alternatif olarak çıkan tekniğin adının ve dayandığı rasyonalite ile toplumsal sınıfların değişmesinden ziyade, tekniğin uygulanış biçimi farklılaşır. Ancak borçlandırmanın bir krize alternatif olması, yönetim tekniği içinde krizlerin son bulması demek değildir. Tam tersine yönetim tekniği içinde kriz korkutarak, tehdit ederek, izole ederek, direnişe ilişkin umudu kırarak ve başka uğraşlara yönlendirerek insanların ve toplumların yönetimini kolaylaştırır. Bu nedenle, borçlandırma krizinin yönetim tekniğinin krizi mi yoksa yönetim tekniği içinde kriz mi olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Yönetim tekniğinin krizi ancak yönetimin imkânsızlaştığı, meydan okumaların her yerden yükseldiği ve en önemlisi alternatiflerin ileri sürüldüğü anlarda karşımıza çıkmaktadır.
21.yy’da borçlandırma tekniğinin işlediği hâl, AKP’nin sosyal ve politik iktidarı için temel bir öneme sahiptir. Bu borçlandırma tekniği, AKP’ye 1980 sonrası neoliberal politikaların ve 2001 sonrası bu politikaların geçirdiği dönüşümlerin bir mirası olarak kalmıştır. AKP Türkiye’sinde borçlandırma ekonomik(ulusal ve uluslararası sermayenin genel çıkarlarının korunması, sermayenin değerlenmesi ve birikimi ve uluslararası kapitalist sisteme eklemlenme), sosyal(yoksulluk, emeğin baskılanması ve dini, kültürel ve etnik ayrışmaların yönetimi) ve politik(muhalefetin susturulması, marjinalleştirilmesi ve illegalleştirilmesi) sorunların yönetimini sağlamaktadır. Bu teknik, söz konusu sorunları çözüp yok etmez; ancak onları yönetir. Sorunların yok olmaması, yönetilenlerin sürekli pürüzler çıkarmaları ve yönetime itaatin kölelik anlamına gelmemesi gibi göstergeler, yönetim tekniği içinde kriz kavramının gereklerindendir. Bu göstergeler çerçevesinde oluşacak yönetim tekniğinin krizi ancak sosyal ve politik muhalefetin bir alternatif üretmesi ile söz konusu olabilir. Muhalefetin kriz olarak işaret ettiği 2018 yılındaki borç çevrimi ve dövizdeki gelişmeler ne derece bir alternatife ve meydan okumaya sahne olmaktadır? Görünen o ki, aşağıda açıklanacağı biçimiyle, ne güvenlik uygulamalarına ne emeğin baskılanmasına ne de neoliberal birikim modeline herhangi bir düzenli karşı çıkış söz konusu değildir. Türkiye genelinde güvenlik ve emeğin durumunda şiddet tehdidinin ve açık şiddetin korkusuyla bezenmiş bir siniklik ya da mevcut durumdan bir haz alma söz konusuyken; ekonominin durumu konusunda ise bozulduğu iddia edilen neoliberal yönetimin daha sağlıklı tahsisi için çağrılar yapılmaktadır.
O halde iddiamız, en azından bugün için, Türkiye’de borçlandırma tekniği içinde krizin söz konusu olduğudur. Bu amaçla, borçlandırmayı birbirinden ayırmanın gerçekten zor olduğu üç düzeyde anlamaya çalışacağız. İlk olarak güvenlikle borçlandırma ile güvenlik söyleminin devlete borçlandırmada ve rızayı üretmede temel bir öneme sahip olduğunu açığa çıkaracağız. İkinci olarak üretimle borçlandırma ile proleterleşme ve emeğin üstündeki baskıların altını çizeceğiz. Son olarak da, tüketimle borçlandırma ile çalışan ve yoksul kitleler arasında yaygınlaşan kredinin hem birikim hem de borçluluk açısından nasıl şekillendiğini göreceğiz. Bu üç düzeyde şu unutulmamalıdır ki, AKP uluslararası kapitalist sistemin ve neoliberalizmin Türkiye’deki başat aktörüdür ve yaslandığı yönetim tekniği bunun gereklerinden ayrılamaz.
Güvenlikle Borçlandırma
Güvenlik söylemi gelecek ve ihtimal dâhilinde olan tehlikeler ve olaylar üstünden bugünü ve özneleşmeyi sarmayı amaçlar. Bu amaç doğrultusunda çeşitli eylemler ve ihtimaller istatistik aracılığıyla hesaplanır ve kategorileştirilir. Bu hesap yasak ve izinli olan arasında uzanan bir eylemler skalası belirlenmesini sağlar[4]. Eylemler skalası, kendi sınırları içinde davranma zorunluluğu aracılığıyla, insanları ve toplumları şekillendirmeye ve teşvik ile belli davranışlara yöneltip, tehdit ile belli davranışlardan kaçındırmaya yarar. Yani güvenlik, her şeyin belli başlı bir yeri olması ve bu yerin ihlalinin bir sorun olarak görülmesidir[5]. İhlalin önceden engellenmek istenmesi kitleleri korku etrafında pasifleştirmeyi ve tekniğe rızayı sağlamayı gerektirmektedir. Peki, güvenlikte borçlandırma nerede yer almaktadır?
AKP söylemsel düzeyde faiz lobisi, hainler, dış mihraklar, bölücüler ve teröristlere işaret ederek sürekli bir tehlikenin altını çizer. Bu tehlikenin her daim olması ve bertaraf edilememesi, yurttaşların korunması için devlete ve devletin polis gücüne muhtaç oldukları fikrini devamlı işler. Güvenlikle borçlandırma, tam da bertaraf edilmeyen bu tehdidin devlet tarafından engellenmesi sonucu oluşan devlete karşı bir borçtan doğar. Bu borç bir takım yükümlülükleri beraberinde getirir. Borçlandırılmışların yaşam tarzları, aile hayatları, sağlıkları, günlük aktiviteleri, inançları ve politik eylem tarzları AKP tarafından bir yönlendirmeye maruz kalır. Devlete olan borcun doğurduğu yükümlülük, hayatın denetimi ve kontrolü ile sonuçlanır. İlişkinin öbür ucunda ise, devlet kutsallıkla donanır. Başka bir deyişle, yükümlülüğün kutsal bir nesneye olması üzerinden kendine mahsus bir rasyonalite kazanır[6]. Bu rasyonalite, devletin kırmızı çizgileri ve sırları, devletin eleştirilememesi ve devletin güvenliği sağlayamamasının felaketle sonuçlanacağının ima edilmesi ile bir meşruiyet zemini kazanır. Devletle özdeşleştikleri ölçüde AKP ve Cumhurbaşkanı da kutsallığın ve yükümlülüğün kazanımlarından yararlanmaktadır.
AKP’nin güvenlik çerçevesinde borçlandırarak kurulmasını teşvik ettiği öznellikler belli tip bir siyaset anlayışına da hapsolmuşlardır. AKP’nin anladığı şekliyle siyaset kolektif bir özgürleşme ve sorunsallaştırma faaliyeti değildir. Tam tersine, lidere itaat ve yukarıdan aşağıya doğru inen emir-komuta zincirleri ile tanımlanmaktadır[7]. Ana siyasi eylem biçimi olarak da, sadece, seçim sonucu kurulmuş meclisteki temsilcilerin eylemleri tanınmaktadır. Böylesi bir siyaset anlayışı yönetim tekniğinin krizini yaratacak meydan okumaları engeller. En ufak bir meydan okuma, güvenliğin temeli olan haddini bilmenin ihlali anlamına gelmektedir. Meydan okumanın ve ihlalin sonucu müdahale edilmesi zorunlu, mübah ve haklı kılınmış bir öznelliğin içine hapsedilmektedir. Bu tip bir öznellik, farklı zamanlarda, üniversite öğrencileri, 3. havalimanı işçileri, barış isteyen akademisyenler ve kayıpları için eylem yapan Cumartesi Anneleri olabilmektedir. AKP için söz konusu ihlal bir güvenlik problemini açığa çıkartır. Ancak ihlal kapsayıcı ve alternatife sahip olmadıkça sadece yönetim tekniği içinde krizdir.
Yönetim tekniği içinde kriz, AKP için yönetememe problemi yaratmamaktadır. AKP’nin insanlar üstünde uyguladığı çıplak şiddet de yönetim tekniğinin krizine işaret etmez. Aksine, modern dönemde güvenlik uygulamaları zaten savaş mantığının toplum içine sirayet etmesi ile açığa çıkmıştır[8]. Bu savaş topyekûn bir yok etmekten çok; içteki düşmanın, en başta emek ve azınlıkların, kontrol altına alınıp uysallaştırılmasını amaçlar. Güvenlik her zaman içe yöneliktir ve bu anlamda 16. ve 18.yy’lar arasında geliştirilmiş polis devleti kuramını çağrıştırır. Bu noktada polis devleti ve liberalizm arasında yaratılan ikiliği reddetmekteyiz. Bu ikiliğin reddinin vurgulanmasının sebebi, AKP’nin yönetim tekniğine alternatifin, çoğu yerde liberalizmin temel ilkelerine geri dönüş olarak sunulmasıdır. Hâlbuki AKP’nin yönetim tekniği tam da liberal ilkeler üzerinde şekillenir. Polis devleti ve liberal yönetim tekniği arasında bir zıtlığa işaret etmek, hukukun ve kamu yararının ardında gizlenmiş pasifleştirme ve kapitalist ilişkileri koruma gayretlerini gizler. Benzer bir biçimde, Colin Gordon polis devleti tanımını kanun ile yönetme ile kararname ile yönetme arasındaki ayrımın silinmesi üstünden kurar. Kararnameler ile yönetim liberalizmin dayandığı hukukiliğe aykırı değildir, sadece yürütmenin ağırlıklı olduğu bir rejime işaret eder. Örneğin AKP’nin, güvenlik gereksinimlerine yaslanarak, OHAL döneminde çıkartılan 36 KHK aracılığıyla ülkeyi yönetmesi polis devleti ve liberalizm arasında bir ayrımdan ziyade, bunlar arasında bir bağ kuran güvenlik fikrini vurgular.
Michel Foucault’nun tanımından yola çıkarak söyleyebiliriz ki, liberalizm siyasi bir ideoloji değil, bir yönetim tekniğidir[9]. Bu yönetim tekniğinin serpildiği mekân olan sivil toplum, tam da radikal proletarya hareketini toplumsal düzene dâhil etme ve pasifleştirme işlevini sağlamaktaydı. Üstelik bu işlev, tehlikeli birey kavramının ortaya çıkışı üstünden gelişmişti. Liberalizmde özgürlüğün eylenebilmesi, ancak güvenliğin temel bir şart olarak bulunup olası tehlikeleri bertaraf edebilmesine bağlıdır[10]. Söz konusu tehlikenin yönetilmesi her zaman için kamu yararına ilişkin olarak sunulur ki bu liberalizmi salt polis devletinden farklılaştırır: liberal tekniğe rıza kamu yararı üzerinden sağlanır. Ancak liberal yönetim tekniği için tehlike her zaman, en genel haliyle, özel mülkiyete yöneliktir[11]. Öyleyse, devlete borçlanmanın sonuçlarından biri, kapitalist ilişkilere, özellikle emekten bağımsız kılınmış bir mülkiyet birikiminin şiddet, hukuk, savaş ve polis aracılığıyla yaratılıp sürdürülmesine(ilkel birikim sürecine) tabi kılınmaktır. Erdoğan’ın burjuvaziye OHAL’in fabrikalardaki grevleri önlemedeki başarısını anlatmasının ve AKP döneminde yaygın bir uygulama haline gelmiş acele kamulaştırmaların ilkel birikimi sürekli yeniden üretmesinin gösterdiği gibi, devlet kapitalist ilişkilerde kurucu bir rol oynar. Güvenlik ise, kapitalist ilişkilerin genel formuna herhangi bir meydan okumaya müdahale eder. Örneğin olağanüstü hal(OHAL) ilanı, bu güvenlik çabasının bir başka tezahürüdür. Türkiye’nin 20 Temmuz 2016 ve 18 Temmuz 2018 tarihleri arasında deneyimlediği OHAL’in, sadece darbenin fail ve destekçilerini değil, toplumun her kesiminden muhalifi de hedeflemesi bu güvenlik anlayışının amacını gözler önüne sürer.
OHAL’e verilen referans, birçok çevrede AKP’nin liberal ve otoriter olmak üzere ayrılmış iki farklı döneminin altını çizmek için bolca kullanılmaktadır. Hâlbuki bu ayrım güvenlik aracılığıyla işleyen neoliberal yönetim tekniğinin bakış açısından geçersizdir. Neoliberalizm[12], sosyal kontrol için ihtiyaç duyduğu aile ve cemaatin yaptırım gücüne, neoliberal kazanımları ve ilkel birikimi korumak için gerekli olan devletin polis gücüne ve ceza tehdidinin üzerinde yükselen caydırıcı ve önleyici hukuki düzenlemelere yaslanır[13]. Madunların neoliberalizm söyleminin ve pratiklerinin içine dâhil edilmeleri bir anlaşmadan ziyade; dışlama, yok sayma ve marjinalleştirme tehdidi ve uygulamaları üstünden gerçekleşir. AKP de sosyal yardımlar, şiddet tehdidi ve çıplak şiddet aracılığıyla insanları ya borçlandırmayı ve neoliberalizmi kabule zorlar ya da tamamıyla dışlar. Polis şiddetinin dışında önleyici savaş ve teröre karşı savaş mantıkları çerçevesinde gerçekleşen hukuki değişiklikler de bu güvenlik uygulamalarını açığa sermektedir: 2005 Ceza Kanunu, 2005 Ceza Muhakeme Kanunu, 2006 Terörle Mücadele Kanunu ve 2007 Polis Vazife ve Salâhiyet Kanunu değişiklikleri. Liberal addedilen dönemin sonuna işaret edebilen 2007-8 ya da 2011 yıllarının ardından da güvenlikle borçlandırmayı örneklendirebiliriz. Gezi Olayları, Rojava Eylemleri, Sur, Cizre ve Nusaybin’deki olayların ardından barış çağrısı yapan akademisyenlere kadar uzanan soruşturmalar, Kuzey Suriye’deki savaşlar ve 2014 İç Güvenlik Paketi ile 2016 Başbakanlık Terör Genelgesi başlıca örnekler olarak sıralanabilir[14].
Sonuç olarak güvenlikle borçlanma hakkında şu söylenebilir ki, en azından şimdilik, yönetim tekniğinin krizinden çok, AKP’nin güvenlik söylemi aracılığıyla ürettiği korku, baskı ve tehdidin, itaati ve muhalefeti marjinalleştirmeyi kolaylaştırdığı gözükmektedir.
Üretimle Borçlandırma
Kapitalizmin temelinde yatan şiddet, kendisini birikimin yaratılması ve özel mülkiyetin madunlar aleyhine genişlemesi anlamındaki ilkel birikim sürecinde gösterir. İlkel birikim süreci emeğin özgürleştirilerek, emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan bir pozisyona düşürülmesidir. Bu sürece proleterleştirme diyoruz. Proleterleşen emekçi bir iş ilişkisine girmeye zorlanır. Çünkü bir yandan kapitalist ilişkilerin en önemli aracı olan para yaygınlaşır, öbür yandan ise emekçi için parayı elde etmenin ücretli işçi olma dışındaki yolları daralır. İş ilişkisinde kapitalist sömürü tarafından kapılan emek, üretimle borçlandırılmıştır. Burada para kavramı üstünden söz konusu üretimle borçlandırmanın kuruluşunu irdeleyeceğiz.
Liberalizm için para basit bir değişim aracıdır. Bu kanı, hiçbir tarihsel gerçekliği olmayan takas mitine dayanır[15]. Sözde takas ilişkisiyle, karşılıklı değişimin eşitler arası rızaya dayalı olduğu kurmacası tasarlanır. Ancak takas aracılığıyla geçmişe ilişkin değil, kapitalist ilişkilerin bugününe dair bir şeyler söylenir: metaların pazarda değişimi(keza para ve ücretin de) barışçıl bir değişimdir. Bu metinde, tam tersine, paranın bir şiddet aracı olduğunu iddia edip, parayı borcun tanındığına işaret eden bir nesne olarak tanımlayacağız[16]. Başka bir ifadeyle, para borçlandırmanın sosyal nesnesidir. Para aracılığıyla tanınan borç, tehditle korunan sosyal yükümlülüğü yaratır. Tehdit, borçlandırılmış öznenin boş zamanından feragat ederek, işteki sömürüyü kabullenmesini sağlar. Çünkü borcun ödenmesi için gerekli para ancak toplumda yaygınlaşmış ücretli iş ile elde edilebilir. O hâlde, paranın disipline edici bir yönetim tekniği olarak işleyişi paranın tamamen kaybolması tehdidinde de kendine yer bulur. Kapitalist ilişkilerin ücretli işe herkesi zorlayabilmesini sağlayan şey, paranın değişiminin ve özel mülkiyetin toplumsal hayatın temel belirleyici ögeleri haline gelmesidir. Bu noktada paranın şiddeti kurucu bir rol oynar. Para, yönetim tekniğinin üstünde yükseldiği toplumsal ilişkilerin kurulmasını ve yaygınlaşmasını sağlar ve buna karşılık olarak yönetim tekniği de parasal ilişkilerin kurar ve yaygınlaştırır. Bu sebeple iş ilişkilerinin içine girmek de dışına atılma tehdidini hissetmek de ayrı ayrı disiplini, denetimi ve kontrolü içlerinde taşır. Bu durum paranın Marksist yorumunda da kendisini gösterir. Marksist para yorumu çerçevesinde, paranın kapitalist ilişkiler içinde büründüğü temel biçim sermaye-olarak-paradır[17]. Sermaye-olarak-para, dolaşımında, tekelci bir eğilime sahiptir: paranın işleyişi, kapitalist ilişkilerin ana mekânı olan piyasadaki satın alma gücünü tekelleştirme eğilimine sokar. Bu demektir ki, paranın akışı sırasında işçinin satın alma gücü eksiltilir ve emek para sahipliğinden özgür kılınır. Hâlbuki paranın değeri emek tarafından üretilir. Paranın değerine, bu değerin üretimi sırasında el konulur ve denetim de paradan dışlama aracılığıyla sürdürülür[18]. O halde paranın akışı istihdama katılanları sömürü üstünden ve istihdama katılmayanları da para ilişkisinden tamamen dışlama ile yönetmeye yarar. Sonuç olarak, işçi kapitalist işi kabul etmek durumunda kaldığı anda borçlandırılmış ve bunun sonucunda da ürettiği değeri kaybetmiştir.
Neoliberalizmin ve onun temsilcisi AKP’nin bu teorik çerçeveye nasıl oturduğunu anlamak için biraz geriye gitmemiz gerekmektedir. 1970’ler kapitalizm tarihinin en büyük krizlerinden birine sahne oldu. Krizin varlığı sermayenin birikimini ve değerlenmesini tehdit ettikçe, yeni bir yönetim tekniğini olarak neoliberalizmin açığa çıkması gecikmedi. Bu teknik, işsizliği siyasal ve ekonomik arka planı göz ardı edip kader olarak kavrayan, sosyal yardım anlayışını benimsemiş ve kolektif işçi hareketlerini budayan AKP politikalarında doğrudan gözükür. Bu noktada işsizliğe yönelik bakış özellikle önemlidir, çünkü emeğe yaklaşım tarzını kavramamızı sağlar. Nitekim AKP dönemindeki büyüme istihdam yaratmayan bir büyüme olmuştur ve bu bir sorun olarak kavranmamıştır. Bağımsız Sosyal Bilimciler(BSB), TÜİK verilerindeki açık işsizlik ve bu istatistiklerde yer almayan iş bulma ümidi olmayanları, mevsimlik işçileri ve ev hanımlarını da içeren gizli işsizlik verilerini birleştirerek, işsizlik oranının 2000’den 2010’a kadar yüzde 10,9’dan yüzde 18,3’e çıktığını hesaplamışlardır[19]. Bu oran, küresel krizden daha uzak bir tarih olan 2015 yılında ise yüzde 17,3 olarak hesaplanmıştır[20]. O halde Türkiye’deki büyümenin refah gelişimine etkisinin söylemsel olarak aşırı kullanımına rağmen, işten dışlanmaya ilişkin şiddeti doğrudan yaşayan büyük bir kitle mevcuttur. Üstelik bu dışlamanın cinsel(kadınların iş hayatından dışlanması), bölgesel ve kültürel(kimi zaman ırkçı) nitelikler taşıdığı da gözden çıkarılmamalıdır. Yani istihdam ve iş üstündeki şiddet tehdidinin genel olarak emek üstünde olması, spesifik ayrımlar ve yönetilmek için fazladan çaba sarf edilmesi gereken(borçlandırılması elzem olan) özneleşme tarzları olduğu gerçeğini değiştirmez.
İstihdamın azalmasının yanı sıra, işçiler için de üretimle borçlandırma şiddetlenmiştir. İlk olarak proleterleşme süreci 1980’lerden beri hızla artmaktadır: ücretli çalışanların toplam istihdam içerisindeki payı Ekim 1988 için yüzde 40,4 iken, 2009’da bu oran yüzde 60’a çıkmıştır[21]. Yani üretimle borçlandırma çerçevesinde işleyen üretim tekniğinin ilişkili olduğu sosyal koşullar gittikçe yaygınlaşmıştır. İkinci olarak reel ücretler AKP yönetiminde genel anlamda düşme eğilimindedir. Örneğin 2010 itibariyle sanayi sektöründeki reel ücretler hem 2008 hem de 2009’a göre düşmüştür. Ücretlerin durumu 2018 boyunca Türk Lirasının hızlanan değersizleşmesiyle daha da kötüleşmeye başlamıştır. Sadece asgari ücreti düşünürsek, dolar bazında Ocak 2018’ten Eylül’e yüzde 42 oranında bir düşüş söz konusudur[22]. Son olarak da, işsizliğin büyümeyle beraber yükselmesi işçiler üzerindeki iş yükünün daha da artmasına neden olmuştur(fazla mesailer). Bu iş içinde sömürünün artması demektir. Genel olarak üretimle borçlandırma, bir dereceye kadar şiddet ya da şiddet tehdidini içerse de, aynı zamanda yukarıda bahsettiğimiz sermayenin birikimi ve değerlenmesi ile ilgilidir. Bu durum AKP açısından hem ilişki içinde olduğu Anadolu burjuvazisinin birikiminde kurucu bir rol oynamak, hem emeği baskılayıp güvencesizleştirerek pasifleştirmek, hem de güvencesizleri yönetebilmek için gerekli sosyal yardımın fonlamasını sağlayabilmek anlamına gelir.
AKP döneminde, üretimle borçlandırma çerçevesinde emeğin yönetiminde dört ilke söz konusudur: bireyci emek yaklaşımı, güvencesizleştirme, esnekleştirme ve piyasalaştırma. Bireyci emek yaklaşımı ile kastedilen, emeğin kolektif örgütlenme çabalarının(sendikal) yaygınlaşan bireysel iş ilişkileri ile engellenmesi ve bireysel sözleşmedeki asimetrik ilişkinin göz ardı edilmesidir. Örneğin OECD verilerine bakarak, Türkiye’nin 2011’de yüzde 5,4 sendikalaşma oranı ile OECD ülkeleri arasında en alt sıraya yerleştiğini görebiliriz[23]. Dahası 2012’de Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nda yapılan değişiklikler ile birlikte sendikal faaliyet ve üyelik sebebiyle işten çıkarmalarda işçinin hukuki güvenceleri de azalmıştır. Yani kolektif örgütlenmeden caydırıcılık, sendikal hareketlerin 80’lerden beri aldığı darbelere rağmen, AKP için hala genişletilmesi gereken bir politikadır.
Güvencesizleştirme ise kayıt dışılaşmayı ve sosyal güvenceden mahrum bırakmayı içerir. Kayıt dışılık verilerine bakacak olursak, 2008’de toplam istihdamda kayıt dışılık oranının yüzde 43,5 ve sadece özel kesimde kayıt dışılık oranının yüzde 30 olduğunu görmekteyiz[24]. Söz konusu güvencesizlik kayıt dışı çalışanları yoksullaştırıp ve izole edip emek üstünde bir kontrol yaratmaktadır. Üstelik kayıt dışılık üstünden gerçekleşen tekniğin, siyasi güvenceden yoksun göçmenler üstüne daha da yoğun bir borçlandırma uyguladığını unutmamak gerekir. Türkiye’deki Suriyeli çalışanlar daha düşük ücretle ve uzun mesai saatleri ile birlikte daha yaygın biçimde kayıt dışı çalışmaktadır[25]. Siyasi güvenceden uzak olmaları sebebiyle en temel çalışma haklarını daha hızlı bir biçimde kaybetmektedirler. Bu da emeğin belli kesimlerinin daha vahşi bir yönetimin etkisi altında olduğunu göstermektedir. Güvencesizleştirmenin bir başka görünümü ise sosyal güvenceden mahrum bırakmadır. Sosyal güvencenin, en başta, düzeni korumak, emeği düzenlemek ve emeğin radikalliğini kırmak amaçlı olduğunu; yani güvenlik ve kontrol aracılığıyla sosyal sınıfları devlet düzeninin içine çektiği gerçeğini unutmamamız gerekir[26]. Ancak sosyal güvenliğin oluşumunda, her yönetim tekniği gibi, yönetilenlerin dâhil olma çabası içinde elde ettiği kazanımların öncül bir rol oynadığını da kabul etmeliyiz. Yani sosyal güvenlik, işçilerin borçlandırma yönetiminin nesnesi olarak paraya sahipliğini sağlayan bir imkân da sunar. Bu sebeple sosyal güvenceden mahrum bırakılma emeğin kazanımlarının törpülenmesi ve üretimle borçlandırmanın şiddetlenmesini gösterir. DİSK/GENEL-İŞ Sendikası, nüfusun yüzde 14,77’sinin sosyal güvenlik kapsamı dışında olduğunu belirtmektedir[27]. Üstelik sosyal güvenlik harcamalarının da, 2016 için, yüzde 3,5 ile OECD ortalamasının(yüzde 21) altında olduğu gözükmektedir[28]. Bu oranı hesaba katarken, bir de sosyal güvenlik harcamaları finansmanının ne kadarının devlet, işçi veya işveren tarafından karşılandığı da önemli bir değişkeni temsil eder. Türkiye’de 2002 ve 2015 yılları arasında devlet katkısı yüze 46,2’den yüzde 41,9’a ve işveren katkısı yüzde 30,2’den yüzde 26,4’e düşerken; çalışanların katkısı yüzde 13,4’ten yüzde 18,3’e çıkmış durumdadır[29]. Yani sosyal güvenliğin yükü işçinin üstüne yüklenmiştir. Sermayenin artı değere el koyma oranı, sermayenin sosyal güvenlik yükü azaltılarak desteklenmiştir. Peki, güvencesizleşme ve reel ücretlerin azalması koşullarında kitlelerin kendi hallerinde yoksulluğa terk edilmeleri değil de, yoksulluk üzerinden yönetilmeleri nasıl gerçekleşmektedir? Bu noktada sosyal güvenlik anlayışından aile, cemaat ve hayırsever devlet odaklı bir sosyal yardım anlayışına geçildiğini ve bu sosyal yardım anlayışı çerçevesinde yönetimin gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu anlayışa göre, devletin garantörü olduğu sosyal güvenliğin yerine sivil toplumun sorumluluğunun geçmesi söz konusudur. Bu tip piyasa dışı yardımların adlandırılmasında gönüllü transferler tanımı kullanılırsa, söz konusu gönüllü transferlerin 2002 ve 2011 yılları arasında GSYİH’ye oranlarının yüzde 2,38’den yüzde 3,06’ya yükseldiği gözükür. Bu transferlerin ne kadar önemli olduğu, gönüllü transferler olmadan birçok sosyal sınıf için fiziksel ve sosyal minimum harcamaların kişi başına düşen ortalama gelirden daha yüksek olduğu gerçeği ile ortaya çıkmaktadır[30]. Sosyal yardım AKP’nin yönetim tekniğine itaati sağlar. Çünkü sosyal güvenliğin güçsüzleşmesi işçinin paradan özgürleştirilmesine işaret eder. İşte sömürünün artması ile beraber de, işçi için paranın tekelleşme eğilimini kıracak yani ihtiyaçlarını karşılayabilmesini sağlayacak en önemli mekanizmalardan biri olarak geriye sosyal yardım kalmıştır. Ancak sosyal yardımın hem belli siyasi, dini ve kültürel pozisyonlara bağlı olarak(genel anlamda yaşam tarzına) miktarının belirlenmesi hem de kapsam bakımından daha istikrarsız olması disiplin ve kontrol ederek yönetimi ve bu yönetime rızayı sağlar. AKP için söz konusu sosyal yardım, bu düzeyde bir borçlandırma tekniğinin işlemesi için en önemli mekanizmayı oluşturur.
Emeğin yönetiminde, üçüncü olarak bahsedebileceğimiz esnekleştirme, işe eklemlenme biçimlerinde emeğin aleyhine gerçekleşen farklılıklara işaret eder. Örneğin giderek yaygınlaşan kısmi zamanlı çalışma esnekleştirmenin bir veçhesidir: 87 bin mevsimlik işçi, 12.1 milyon ev hanımının arasından evinden çalışanlar, 4.1 milyon 15 yaş üstü olup çalışan öğrenciler, 3.6 milyon emekliler arasında çalışanlar ve tahmini çocuk işçi rakamları kısmi zamanlı çalışanlar kitlesine eklenebilirler. Üstelik bu tahmini hesaplama, proleterleşme oranının da TÜİK’in hesaplarından daha fazla olduğunu açığa serer. Bu hesap eklenerek, işçilerin bütün çalışanlar içindeki payının 2009 için yüzde 60 değil de yüzde 70 civarlarında olduğu tahmin edilebilir[31]. 2003 tarihli yeni İş Kanunu ve 2014’te bu kanunda yapılan değişiklikler ile esnekleştirmenin başka biçimlerinin de Türkiye’de hukuki bir statü aldığını ve yaygınlaştığını söyleyebiliriz. Bu statülerden olan taşeron işçilerinin sayısı 2002’de 358 bin iken 2011’de 1.5 milyona çıkmıştır[32]. Kamu istihdamında istisnai bir tür olan 4-C statüsünün 2002 sonrasında gittikçe yaygınlaşması da bir başka örnektir. Özellikle TEKEL direnişinin(2009-2010) kamuoyunu haberdar ettiği bu statü, özelleştirmelerin yaygınlaşmasıyla esnekleştirmenin önemli bir biçimi olmuş durumdadır. Bir başka esnekleştirme de çalışma saatlerinde gözükür. Haftalık yasal çalışma saati sınırı işçi statüsü için 45, memur ve sözleşmeli personel için 40 gün iken; 2008 itibariyle 12.9 milyon ücretliden 60 saat ve üzeri çalışanların sayısı 3.7 milyondur[33]. AKP ise bu esnekleştirme politikalarını kamu yararına dayanarak savunmaktadır. Ancak sömürünün artması ya da üretimle borçlandırma amaçlı olarak emeğin daha da sömürülebilir ve yönetilebilir kılınması gösteriyor ki; Türkiye’de kamu yararı sermayenin birikiminin gereklerine eşitlenip siyasal eleştirinin dışına kaçmaktadır.
Emeğin yönetiminde dördüncü ve son olarak piyasalaştırmadan bahsedebiliriz. Piyasalaştırma, emeğin güvenliğine ilişkin kamusal sorumluluğun yerini piyasa ilişkilerinin belirlemesine bırakmasıdır. Bu sayede çeşitli hizmetler devlet yerine özel sektör tarafından sunulmaya başlamıştır ve bunlara emeklilik, iş bulma ve konut gibi örnekler verilebilir. Burada önemli olan nokta, söz konusu piyasa ilişkilerine aile ve cemaat ilişkilerinin aykırılık oluşturmamasıdır. Yani sosyal yardım anlayışı ile emeği kapmaya yarayan klientelist ve paternal ağlar tam da piyasalaştırmanın içinde yer alır[34]. Bu ağların piyasaya dâhil edilmelerinin sebebi, belli rıza mekanizmaları üretip radikalleşmeyi törpülemeleridir. Aile, cemaat ve mahalle içi disiplinler, AKP için elzem olan kaderi kabullenişin muhafazakâr bir veçhesini emeğin öznelliğinin kuruluşuna yaymaktadır. Bunun yanı sıra, sosyal yardımın taşıyıcıları olarak bu sosyal ölçekler, emeğin yok edilmeyip yönetilmesi için kaynak ve aracılık sağlamaktadır.
Sonuç olarak, AKP üretimle borçlandırmayı neoliberal tekniğe öykünerek uygulamaktadır. Bu teknik emeğin baskılanması, disipline ve kontrol edilmesi ve yönetilmesi için kullanılmaktadır. Bu emeği saran yönetim demek değildir ki üretimde borçlandırmaya karşı herhangi bir direniş örneği sunulmasın. Ancak emeğin direnişlerinin kısa soluklu ve aralıklı olması ve tekniğe karşı en ufak meydan okumanın serpilemeden güvenlik söylemi ve aile-cemaat bağları dâhilinde pasifleştirilmesi bu düzeyden yeşerecek yönetim tekniğinin krizine ulaşmamızı engellemektedir.
Tüketimle Borçlandırma
Neoliberal yönetim tekniğinin bir yönü emeğin baskılanması iken, diğer yönü finansallaşmadır[35]. Emeğin otoriter biçimde baskılanması sonucunda tüketimin yani sermayenin değerlenmesinin tehlikeye girmesi problemi, artan kredi oranları ve finansal işlemler yoluyla kâr elde edilmesiyle çözülmektedir. O halde finansallaşma, sermayenin suni ve hayali bir boyuta kaçması değil; sermayenin yeni bir tarzda değerlenmesidir. Sermayenin üretim sonucunda değerlenmesi “para-meta-artı değerli para” süreci ile gerçekleşir[36]. Bu süreç değişken ve sabit sermayelerin satın alınması ile başlar. Satın alınan değişken ve sabit sermaye ile üretim gerçekleşir ve meta yaratılır. Daha sonra metanın satımı ile artı değer maddi kılınır ve sermaye değerlenir. Ancak finansallaşmada “para-artı değerli para” süreci ile üretimsiz bir değerlenme söz konusudur[37]. Böylelikle, finansallaşmada da bir kâr elde edilir.
Tüketimle borçlandırma, işçileri ve yoksulları ihtiyaçları için harcama yaparlarken, finansallaşma aracılığıyla, kredi ilişkisine sokmayı ifade eder. Kredinin yaygınlaşması sermayenin değerlenmesini sağlar ve borcun yükümlülükleri aracılığıyla disipline eder. Tekniğin bu düzeyinin sebepleri ve gelişimi üstüne üç ilkeden bahsedebiliriz[38]. Bu ilkelerden birincisi sermaye hareketlerinin küreselleşmesi ve serbestleşmesidir. Dünyanın belli başlı merkezlerinde gelişen ve büyüyen finansal piyasalar, serbestleşen sermaye hareketleri sayesinde, çeşitli ülkelerin ve bu ülkelerdeki ekonomik olmayan işletmelerin sermayeye erişim imkânlarını kolaylamıştır. Bu durum, Türkiye’de sermaye akışlarının serbestleştiği 1989’dan beri, dış borçlanmanın ve yabancı sermaye akışlarının olağan kabul edilmesini beraberinde getirmiştir. Burada yabancı sermaye akışının hem spekülatif hem de borç getirici olduğunu unutmamak gerekir. 2002 ve 2013 yılları arasında Türkiye’nin toplam dış borcunun GSYİH’ye oranı yüzde 45,3, doğrudan yatırımların oranı yüzde 1,5 ve portföy yatırımlarının oranı yüzde 1,7’dir. Toplam dış borç ve portföy yatırımlarının yükselen ekonomiler kategorisindeki diğer ülkelerden yüksek olup, doğrudan yatırımların daha düşük olması yabancı sermaye akışlarının görece daha fazla borç getirdiğini göstermektedir. 2001 krizinin ertesinde, bu dış borç kamunun değil de özel sektörün borcuna dönüşmüştür. Özel ve kamu dış borçlarının oranları 2005’ten itibaren özel sektör lehine değişmiştir. 2015’ten itibaren ise, aşağı yukarı, toplam dış borç stokunun yüzde 30’u kamuya aitken yüzde 70’i özel sektöre aittir[39]. Toplam borcun GSYİH’ya oranının birçok gelişmiş ekonomiye oranla daha az olması ve borcun önemli bir kısmının özel sektöre ait olması gibi sebeplerden yola çıkılarak, Türkiye’de dış borcun alarm verecek bir seviyeye gelmediği bolca iddia edilmektedir. Hâlbuki 2008 küresel krizi gösterdi ki, özel sektörün borçlarına yönelik kurtarma paketleri bu borçların külfetlerinin kamusallaştırılmasını sağladı. AKP’nin 2016 ve 2017’de ekonomik krizi ertelemek için aldığı önlemler ve özel sektör borçlarına verilen hazine garantisi de özel sektörün olası bir borç krizinde zararın kamulaştırılacağının ipuçlarını vermektedir.
İkinci ilke olarak, bankaların çalışma yani sermayeyi değerlendirme biçimlerinde bir değişiklik söz konusudur[40]. Ekonomik olmayan işletmelerin uluslararası finans piyasalarından borçlanarak sermaye elde etme imkânın kolaylaşması, bankaları kâr elde etmek için başka yollara sevk etti. Türkiye için de 90’ların bankacılık sisteminin ana örüntüsü olan kamu borçlanmasını finanse etme imkânlarının 2001 sonrasında azalması ve özel sektörün uluslararası finans piyasalarından borçlanmaya başlaması sonucunda, bankalar farklı fırsatlara yöneldiler. Bu fırsatlardan biri bankaların da uluslararası finansal piyasaları kullanarak, yani dışa borçlanarak işlem hacimlerini genişletmeleri iken; diğeri krediler aracılığıyla hanehalkı birikim ve gelirlerine doğru açılmaktır. Bu ikinci fırsat finansal el koymadır(financial expropriation). Bankacılık sisteminin hanehalkına verilen kredilere dayanması Türkiye’de büyümenin örüntüsünü de etkilemiştir: 2002 ve 2007 arasında gerçekleşen GSYİH artışına özel tüketim toplamda yüzde 5,1 katkı sağlamıştır ve 2010’da gerçekleşen milli gelir artışının yüzde 52’si hanehalkı tüketimi tarafından yaratılmıştır[41]. Bu süreçte tüketici kredilerinin toplam krediler içindeki oranı 2002 yılında yüzde 13,3 iken bu oran 2012’de yüzde 33,7’ye çıkmıştır[42]. Bu demektir ki, Türkiye’de kredilerin yaygınlaşması, yatırımdan ziyade finansal el koymanın yaygınlaşması anlamına gelir.
Üçüncü ve son ilke ise doğrudan finansal el koyma ile ilgilidir. Finansal el koyma, çalışan ve yoksul kesimlere verilen krediler aracılığıyla, bu kesimlerin gelir ve birikimlerine el koyulmasını kast eder[43]. Türkiye’de finansal el koyma mekanizmasının genişlemesinin iki sebebi vardır. İlk olarak, reel ücretlerin azalması ve sosyal güvenlik anlayışının körelmesi; işçilerin sağlık, eğitim, konut, emeklilik ve hatta en temel ihtiyaçları için krediye gereksinim duymalarına yol açtı. İkinci olarak ise 21.yy’ın başında ülkeye gelen yabancı sermaye akışları büyük döviz bolluğu yaratıp Türk lirasının aşırı değerlenmesini sağladı. Bu değerlenme de ithalatın patlamasına yol açtı. Yaygınlaşan tüketim kültürü de, ithal mallar üzerinden sermayenin değerlenmesini sağladı. Finansal el koymanın genişlemesine ilişkin bu iki sebep, süreç içinde birbirleriyle iç içe geçmişlerdir. Çünkü tüketimin artması, reel maaşlarda bir iyileşme gerçekleşmediğine göre, kredi kullanılmasına bağlıdır. Örneğin AKP döneminde işçi ve köylülerin sınıf olarak gelir paylarında önemli bir azalma söz konusudur, ancak bu azalma bu sınıfların tüketim oranlarına yansımadı[44]. Bunun sebebi, finansal el koyma mekanizmasının özellikle daha düşük gelirli sınıflara yönelmesi ve krediyi onların arasında daha yoğun biçimde yaygınlaştırmasıdır. Bu sınıfların finansal sisteme dâhil edilmeleri ve bu hanehalklarının birikim ile kazançlarının sermaye sistemine aktarılmaları önemli bir strateji oluşturmaktadır[45]. Bu sayede yoksul ve emekçilerin kendileri yani çıplak yaşamları yönetimin doğrudan nesnesi haline gelmekte ve borcun disiplini üzerlerinde uygulanmaktadır. Bu disiplin söz konusu sınıfları hem belli sınıfsal ayrımlara(çoğunlukla paranın tekelleşmesi ile kurulan) hapsetmekte, bazı tüketim kalıplarından dışlamakta(hatta bazen temel ihtiyaçlardan) ve güvencesiz ve esnek iş ilişkilerine girmeye zorlamakta; hem de boş zamanı kredi ödeme çabası ile doldurarak gelecek ve özneleşme üzerinde denetim kurmaktadır. Öyle görülüyor ki, 2011 yılındaki rakamlara bakılırsa, 0-2000 TL arasında aylık gelire sahip olanlar, bütün gelir gruplarında borçlanma sayılarının yüzde 68,7’sini oluşturmaktadır. Belki bu oranın yüksekliğine, söz konusu gelir grubunun sayısal büyüklüğü gerekçe gösterilerek itiraz edilebilir. Böyle bir durumda, üstlenilen borç yükünün ortalama değerinin ortalama gelire oranı hesaplandığında, en büyük farkın yine 0-2000 TL arasında aylık gelire sahip olan ve yoksul kabul edilebilecek grupta olduğu gözükmektedir[46]. Yani tüketimle borçlandırma asıl olarak yoksulların ve işçilerin üzerinde işler.
Tüketimle borçlandırma beraberinde bir yük de getirmektedir. 2011 yılı itibarıyla, her kesimden emekçi sınıflar için net finansal servet bilançoları, borcun gelire olan fazlalığı sebebiyle negatif hale gelmiştir. Benzer biçimde, 2003 ve 2013 yılları arasında hanehalkı borçlarının hanehalkı gelirlerine oranı yüzde 7,5’ten yüzde 55,2’ye çıkmıştır[47]. Dahası TCMB Finansal İstikrar Raporlarından çıkarılan verilere bakarak 2003 ile 2013 yılları arasında hanehalkı borçlarının GSYİH’ye oranının da yüzde 3’ten yüzde 23,8’e çıktığı görülebilir[48]. Söz konusu oran 2013 sonrasında yüzde 18 civarına sabitlenmiştir ve 2018 yılı için hâlâ bu oran geçerlidir[49]. Bunların yanı sıra, tüketici kredileri ve kredi kartı borçlarının GSYİH’ye oranı 2002’de yüzde 1,8 iken, 2012’de yüzde 17,3 olmuştur[50]. Elbette bu rakamlar gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında oldukça düşük bir seviyede seyretmektedir. Ancak genel eğilimlere baktığımızda, finansallaşmanın AKP Türkiye’si için önemli bir artış izlediğini ve bu artışta özellikle yoksulların finansallaşmasının merkezi bir rol oynadığını görmekteyiz. Merkezi rol özellikle riskler konusunda merkezi bir yüke dönüşür. Finansallaşmanın riskleri genel olarak bütün halkın refahına, özel olarak ise borçlandırılmış yoksulların üstüne binmektedir, çünkü riskler bireysel kılınmıştır. Bu demektir ki, herhangi bir tehlike(ekonomik kriz) anında riskin maliyetleri ve sonuçlarını borçlandırılmış halklar(uluslararası seviyede) ya da borçlandırılmış bireyler(ulusal seviyede) üstlenecektir. Halklar için bu durum, finansal krizde batan şirketlerin zararlarını kurtarma operasyonu ve kemer sıkma politikaları olarak gözükürken; izole edilmiş bireyler için güvencesizleşme, esnekleşme, kayıt dışılaşma, işsizlik ve yoksulluk gibi siyasi ve toplumsal sebepleri olan risklerin gerçekleşmesinin bireyin sorumluluğuna bırakılmasını ve bunların yükümlülüklerinin bireyler tarafından üstlenilmesini kast edilmektedir.
Sonuç olarak, borçlandırma tekniğinin bu düzeyi 2013 yılından beri adım adım yaklaşan bir krizin izlerini taşımaktadır. Özellikle finansal el koyma yani yoksulların borçlandırılması bu tarih ile birlikte bir yavaşlama yaşamıştır ve böylelikle yönetim tekniği kendini yeniden üretebilmek için ihtiyaç duyduğu önemli bir kalemi kaybetmeye başlamıştır[51]. Elbette bu duruma, gelişmekte olan ülkelerin 2000’ler boyunca büyümesine katkıda bulunan yabancı sermaye akışı bolluğunun azalmaya başlaması da eklenebilir. Özel sektörün yükselen döviz cinsinden borcu ve bütçe açıklarının finansman gerekleri ile birlikte düşünüldüğünde, OHAL’in ilanından günümüze kadar gerçekleşen Türk Lirasının değer kaybı olası bir krizi borç ve kur krizleri kavramları çerçevesine oturtmaktadır. Elbette kredi kampanyaları, borç yapılandırmaları, vergi indirimleri, 2016’da Türkiye Varlık Fonu’nun kuruluşu, Kredi Garanti Fonu aracılığıyla yapılan kurtarmalar ve 2018 İmar Barışı önlemlerinin açığa vurduğu gibi, AKP bu düzeyde krize bir çare bulmak amacıyla çeşitli mekanizmaları sürekli yaratmaya ve kullanmaya çalışmaktadır. AKP’nin stratejisi krizi ertelemek olarak gözükse de, bu stratejinin varlığı tek başına yönetim tekniğinin krizine işaret etmez. Çünkü bu düzeydeki bir kriz, milliyetçi ve devletçi söylemlerin çerçevesinde yükselen bir güvenlik algısı ve emeğin tam anlamıyla pasifleştirilmesi ile birlikte yönetim tekniği içinde krizin yönetim tekniğinin krizine dönüşmesini engellemektedir.
Sonuç
Birbirleriyle bağlantılı üç farklı düzeye böldüğümüz bir yönetim tekniği olarak borçlandırmanın, Türkiye özelinde, sadece üçüncü yani tüketim düzeyinde yönetim tekniğinin krizine ilişkin sinyaller verdiğini öne sürebiliriz. Yönetim tekniği içinde kriz kavramının ifade ettiği gibi, tekniğin sosyal, ekonomik ve politik problemleri yönetip ertelemesinden kaynaklanan sürekli bir kriz hali, her büyük alarmın ardından yönetim tekniğinin krizi kavramını çağırmamızı engeller. Eğer tüketimle borçlandırma düzeyinde yönetim tekniğinin krizinin izlerini görüyorsak, bu çerçevede bir krizin diğer düzeylerle de bağlantılı olarak yönetilip yönetilemediğinin açıkça gösterilmesi gerekmektedir.
Eylül 2018’de havalimanı işçilerine yönelik müdahalenin emek üstünde ve Ağustos 2018’de ekonomik kriz hakkında sosyal medyada beyanda bulunmanın suç teşkil ediyor olarak kabul edilmesinin sosyal ve politik muhalefet üstünde yarattığı baskı tüm çıplaklığıyla ortadadır. Eylül 2018 boyunca krizin hükümet temsilcileri ve cumhurbaşkanı tarafından önce yok ilan edilmesi ardından da geçip gittiğinin açıklanması, baskının dışında ideolojik ve söylemsel bir çeperin de tekniği koruduğunu göstermektedir. Dahası, kriz AKP tarafından dış odaklara ve iç mihraklara referans verilerek tanımlanmakta ve yabancı düşmanlığı, milliyetçilik ve ulusal güvenlik çerçevesinde krizin gerçek sebepleri daha da gizlenmektedir. Söz konusu ideolojik ve söylemsel çeper, medyanın AKP lehine tekelleşmesi ile birlikte daha da genişleyip, toplumun büyük bir kesimine daha rahat sirayet edebilir hale gelmiştir. Bu çeperin dışında yer alan muhalefetin büyük bir kısmının da çözümü bozulmuş ve doğru düzgün uygulanamamış neoliberal politikalar ve liberal ilkelerde bulması, yönetim tekniğinin krizine olan inancı daha da köreltmektedir. Çünkü bütün metin boyunca göstermeye çalıştığımız gibi, AKP’nin uyguladığı yönetim tekniği neoliberalizm ve liberalizme aykırılık göstermez. Belli başlı yönlerden küresel düzeyde de yükselen otoriterleşme, emeğin baskılanması, ilkel birikim ve finansal el koyma mekanizmalarına oldukça uygundur. İşte bu sebeplerden dolayı, ancak liberalizm ve neoliberalizm dışından gelişen bir alternatif ve meydan okuma yönetim tekniğinin krizine işaret edebilir. Başka türlü bir durum, küresel piyasaların uygun bir pozisyon almasıyla tanımlanabilecek en iyi ihtimalde, borçluluğun krizini ertelemekten yani yönetim tekniği içinde krizden başka bir şeyi ifade etmez.
DİPNOTLAR
[1] C. Gordon, “Governmental Rationality: An Introduction”, içinde Burchell, Gordon ve Miller(Ed.), The Foucault Effect: Studies in Governmentality, Illinois: The University of Chicago Press, 1991, s. 2 ve M. Foucault, The Birth of Biopolitics, New York: Palgrave Macmillan, 2008, s. 1-2.
[2] M. Lazzarato, The Making of the Indebted Man: An Essay On The Neoliberal Condition, California: Semiotext(e), 2012, s. 75.
[3] A.g.e., s. 29-30.
[4] Gordon, a.g.e., s. 20.
[5] M. Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, Ankara: NotaBene Yayınları, 2014, s. 28-40.
[6] Lazzarato, The Making of the Indebted Man, s. 30.
[7] S. Doğan, Mahalledeki AKP: Parti İşleyişi, Taban Mobilizasyonu ve Siyasal Yabancılaşma, İstanbul: İletişim Yayınları, 2017, s. 89-92.
[8] Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, s. 61-89.
[9] Foucault, The Birth of Biopolitics, s. 294. Bir yönetim tekniği olarak borçlandırma ve bir yönetim tekniği olarak liberalizm arasında kapsama ya da içerme ilişkisi yoktur. Toplum içinde sadece tek bir yönetim tekniği bulunmaz. Farklı teknikler birbirleriyle etkileşime girerler.
[10] Foucault, The Birth of Biopolitics, s. 63-68 ve Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, s. 14 ve 19.
[11] Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, s. 47.
[12] Neoliberalizm ile kastımız, 18.yy’dan günümüze uzanan liberal yönetimsellik içinde 1970-80’ler sonrası şekillenen bir yönetim tekniğidir. Liberalizm genel bir tanım iken, farklı liberal yönetimsellik tipleri arasında farklar mevcuttur.
[13] I. Bruff, “The Rise of Authoritarian Neoliberalism”, Rethinking Marxism: A Journal of Economics, Culture & Society, 26(1), 2014, s. 114-116 ve C. B. Tansel, “Authoritarian Neoliberalism: Towards a New Research Agenda”, içinde Tansel(Ed.), States of Discipline: Authoritarian Neoliberalism and the Contested Reproduction of Capitalist Order, Londra: Rowman&Littlefield International Ltd., 2017, s. 4.
[14] E. Güven, “Barışçıllaştırma Üzerine Kuramsal ve Siyasal Bir Tartışma”, Ayrıntı Dergi, 27, 2018 ve B. A. Özden, İ. Akça ve A. Bekmen, “Antinomies of Authoritarian Neoliberalism in Turkey: The Justice and Development Era”, Tansel(Ed.), States of Discipline: Authoritarian Neoliberalism and the Contested Reproduction of Capitalist Order, Londra: Rowman&Littlefield International Ltd., 2017, s. 202.
[15] D. Graeber, Debt: The First 5.000 Years, New York: Melville House Printing, 2011, s. 73-75.
[16] A.g.e., s. 136 ve Lazzarato, The Making of the Indebted Man, s. 45.
[17] W. Bonefeld, “Money, Equality and Exploitation: An Interpretation of Marx’s Treatment of Money”, içinde Bonefeld ve Holloway(Ed.), Global Capital, National State and the Politics of Money, Londra: The Macmillan Press Ltd., 1996, s. 181 ve A. Graziani, “The Marxist Theory of Money”, International Journal of Political Economy, 27(2), 1997, s. 26.
[18] Bonefeld, a.g.e., s. 190.
[19] BSB, Ücretli Emek ve Sermaye: Derinleşen Küresel Kriz ve Türkiye’ye Yansımaları, İstanbul: Yordam Kitap, 2011, s. 44-47. Söz konusu yıllar arasında ekonominin ortalama büyüme hızı ise yüzde 4,6’dır.
[20] BSB, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu, İstanbul: Yordam Kitap, 2015, s. 49.
[21] BSB, Ücretli Emek ve Sermaye, s. 100.
[22] http://halagazeteciyiz.net/2018/09/21/en-zenginin-serveti-en-yoksulun-borcu-artti/.
[23] A. Çelik, “Turkey’s New Labour Regime Under the Justice and Development Party in the First Decade of the Twenty-First Century: Authoritarian Flexibilization”, Middle Eastern Studies, 51(4), s. 628.
[24] BSB, Ücretli Emek ve Sermaye, s. 53.
[25] G. Uysal, B. A. Uncu ve M. Akgül, “Suriyeli Çalışanlar ve İşgücü Piyasasında Ayrımcılık”, BETAM Araştırma Notu 18/232, 2018, https://betam.bahcesehir.edu.tr/wp-content/uploads/2018/09/ArastirmaNotu232.pdf.
[26] Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, s. 127.
[27] DİSK/GENEL-İŞ SENDİKASI, “Türkiye’de Sosyal Güvenlik Sisteminin Durumu ve Sorunları”, 2018, s. 1.
[28] A.g.e., s. 4.
[29] A.g.e., s. 10.
[30] BSB, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu, s. 185-187.
[31] BSB, Ücretli Emek ve Sermaye, s. 104-105.
[32] Çelik, a.g.e., s. 624.
[33] BSB, Ücretli Emek ve Sermaye, s. 106-107.
[34] Çelik, a.g.e., s. 622-623.
[35] Finansallaşmanın hem küresel kuzey içinde, hem de küresel kuzey ile küresel güney arasında işleyiş farkları mevcuttur. Ancak bu metinde, farklardan ziyade, genel bir eğilim olarak finansallaşmanın AKP’nin tüketimle borçlandırması için temel bir öneme sahip olduğunun altını çizeceğiz.
[36] Graziani, a.g.e., s. 26.
[37] M. Lazzarato, Borçla Yönetmek, İstanbul: Otonom Yayıncılık, 2014, s. 83.
[38] Bu üç ilke finansal serbestleşme, bankacılık sistemindeki değişim ve finansal el koyma olarak açıklanacaktır. Aslında hem küresel ölçekte hem de AKP için sermayenin değerlenmesi ve rıza sağlanması açısından konunun bir de konut ve inşaat boyutu vardır. Ancak bu metindeki sınırlarımız sebebiyle özel olarak bu ilkelere değinilmeyecektir.
[39] Borç stokunun GSYİH’ye oranı da 2001 krizinin ertesinden beri ilk defa 2017’de yüzde 50’nin üzerine çıkmış ve yüzde 53,3 olmuştur. A. Aktaş, “Dış Borca İlişkin Bu Tabloyu İyi Okumak Gerek”, 2018, https://www.dunya.com/kose-yazisi/dis-borca-iliskin-bu-tabloyu-iyi-okumak-gerek/410237.
[40] Costas Lapavitsas bunu gölge bankacılık sisteminin yani ticari bankaların yatırım bankaları gibi açık piyasa faaliyetlerinde bulunmalarının yaygınlaşması olarak yorumlamaktadır; C. Lapavitsas, “Financialized Capitalism: Crisis and Financial Expropriation”, Historical Materialism, 17(2), 2009, s. 133.
[41] E. Karaçimen, “Financialization in Turkey: The Case of Consumer Debt”, Journal of Balkan and Near Eastern Studies, 16(2), 2014, s. 174 ve BSB, Ücretli Emek ve Sermaye, s. 231.
[42] Karaçimen, a.g.e., s. 171.
[43] Lapavitsas, a.g.e., s. 133.
[44] BSB, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu, s. 166.
[45] A. R. Güngen, “Finansal Tabana Yayılma Siyaseti ve Türkiye’de Devletin Finansallaşması”, Bedirhanoğlu, Çelik ve Mıhcı(Ed.), Finansallaşma Kıskacında Türkiye’de Devlet, Sermaye Birikimi ve Emek, İstanbul: NotaBene Yayınları, 2017, s. 23-24.
[46] Karaçimen, a.g.e., s. 174.
[47] BSB, AKP’li Yıllarda Emeğin Durumu, s. 169
[48] A.g.e., s. 169.
[49] TCMB Finansal İstikrar Raporu, Mayıs 2018, Sayı 26, http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/Yayinlar/Raporlar/Finansal+Istikrar+Raporu/2018/Sayi+26.
[50] Güngen, a.g.e., s. 29. Aynı oran Karaçimen’in hesaplamasında 2012 için yüzde 18,7, Karaçimen, a.g.e., s. 163.
[51] Ü. Akçay, “Faiz ve Neoliberal Popülizm Krizi”, 2018, https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2018/09/04/faiz-ve-neoliberal-populizm-krizi/.