Bu katkının spesifik başlığının faşizmin siyasi arenaya dönüşü ile çağdaş kapitalizmin krizini ilişkilendirmesi bir tesadüf değil. Çünkü faşizm, seçime dayalı parlamenter demokrasinin belirsizliklerini reddeden otoriteryan siyasal rejimle aynı şey değil. Faşizm, spesifik koşullarla yüz yüze gelen kapitalist toplum yönetimin sorunlarına verilmiş özel politik bir yanıt.
Faşizmin Bütünlüğü ve Çeşitliliği
Faşist olarak nitelendirmenin doğru olacağı politik hareketler özellikle 1930’lardan 1945’e kadar ön plandaydı ve bazı Avrupa ülkelerini etkisi altına almıştı. Benito Mussolini İtalyası, Adolf Hitler Almanyası Francisco Franco İspanyası, Antonio de Oliveira Salazar Portekizi, Philippe Petain Fransası, Miklos Horthy Macaristanı, Ion Antonescu Romanyası ve Ante Pavelic Hırvatistanı bu dönem kapsamındadır. Kimisi savaşın galibi kimisi mağlubu olan, gelişmiş ya da ikincil derecede baskın olan bu kapitalist toplumların çeşitliliği bizi hepsini bir arada ele almaktan alıkoymalı. Bu yüzden, bu toplumlar içerisindeki yapı ve konjonktür çeşitliliğinin yarattığı farklı etkileri belirtmeliyim.
Fakat, bu çeşitliliğin ötesinde bütün faşist rejimlerin paylaştığı iki temel karakteristik var:
1) Hepsi iktidarı ve toplumu, kapitalizmin temel prensiplerinin yerindeliğini, özellikle modern tekelci kapitalizme özgü mülkiyeti de içeren özel kapitalist mülkiyeti sorgulatmayacak bir biçimde yönetmek istiyorlardı. Faşizmin bu farklı formlarını kapitalizmin meşruluğunu sorgulayan politik formlar olarak değil, kapitalizmi yönetmenin özel biçimleri olarak tanımlamamın sebebi de bu, her ne kadar kapitalizm ya da plütokrasi faşist söylemin retoriği içerisinde uzun tartışmalara konu olsa da. Bu söylemin gerçek doğasını gizleyen yalan ise herhangi biri özel kapitalist mülkiyetle her zaman suskun bir şekilde ilgili olmuş faşizmin bu değişik formları tarafından önerilen ‘alternatif’i irdelemeye kalktığında ortaya çıkıyor. Bu da, faşist seçeneği yalnızca kapitalist toplumun politik yönetiminin karşılaştığı sorunlara verilmiş bir yanıt olarak kalmaktan çıkarıyor. Faşizm, yalnızca şiddetli ve derin krizlerin belirli konjonktürlerinde hakim sermayenin en iyi, hatta bazen tek olası çözümü olarak ortaya çıkıyor. Dolayısıyla analiz de bu krizler üzerine odaklanmalı.
2) Kriz içerisindeki kapitalist toplumun yönetiminde faşist seçenek, tanım gereği her zaman ‘demokrasi’nin kategorik reddine dayalıdır. Faşizm her zaman modern demokrasilerin teori ve pratiklerinin dayalı olduğu, görüş farklılıklarının tanınması, oy çokluğunun kararlaştırılmasında seçimsel prosedürlere başvurulması, azınlığın haklarının garanti edilmesi gibi prensipler yerine bu presiplerin karşıtlarını, kolektif disiplini, liderin ve ana ajanlarının taleplerine uyumun değerlerini yerleştirir. Dolayısıyla değerlerin bu yer değişimine her zaman yerine getirilen uyum prosedürlerinin meşruiyetini sağlayabilecek gerici görüşlerin dönüşü eşlik eder. Geçmişe (“orta çağ”) dönüşün, devlet dinine ya da “ırk”ın ya da (etnik) “ulus”un bazı varsayılı karakteristiklerine teslimiyetin gerekliliğinin ilanı faşist güçlerce yayılan ideolojik söylemin teçhizatının zeminini hazırlar.
Modern Avrupa tarihinin farklı faşist formları bu iki karakteristiği paylaşır ve aşağıdaki dört kategoriden birinde yer alır:
(1) Küresel ya da en azından bölgesel kapitalist sistem içerisinde hakim hegemonik güç olmaya talip başlıca “gelişmiş„ kapitalist güçler içerisinde ortaya çıkan faşizm
Nazizm faşizmin bu türüne örnektir. Almanya 1870’lerin başlarında başlıca endüstriyel güç haline geldi ve bölgedeki hegemonik güçlerin (İngiltere ve ikincil olarak Fransa) ve hegemonik olmaya aday ülkenin (ABD) rekabetçisi oldu. Fakat 1918 yenilgisinin ardından hegemonik isteklerini yerine getirmedeki başarısızlığın yarattığı sonuçlarla uğraşmak durumunda kaldı. Hitler planını açık bir şekilde formüle etti: Avrupa üzerinde, Rusya’yı ve hatta ötesini de kapsayacak bir şekilde ‘Almanya’nın hegemonik hakimiyetini, diğer bir deyişle Nazizmin yükselişini destekleyen tekellerin kapitalizmini tesis edecekti. Hitler, rakipleriyle anlaşmaya varmaya ikna edilmişti: Avrupa ve Rusya Almanya’ya; Çin, Japonya’ya, Asya’nın geri kalanı ve Afrika İngiltere’ye ve Amerika kıtası ABD’ye verilecekti. Hitler’in hatası ise böyle bir anlaşmanın mümkün olabileceğine inanmasıydı: Japonya anlaşmayı kabul ederken, İngiltere ve ABD kabul etmedi.
Japon kapitalizmi de aynı kategoriye aittir. 1895’ten beri modern kapitalist Japonya bütün Doğu Asya üzerinde hakimiyet kurma özlemi içerisindeydi. Yükselen ulusal kapitalizmin yönetiminin ‘emperyal’ formundan doğrudan Yüksek Askeri Şura tarafından yönetilen daha vahşi formuna ‘yumuşak’ geçiş görünürde ‘liberal’ kurumlar (Genel Meclis’in seçimi) üzerine kuruluydu, fakat gerçekte tamamıyla modernleşmenin dönüştürdüğü aristokrasi ve İmparator tarafından kontrol ediliyordu. İngiltere, ABD Tokyo ile 1941 Pearl Harbor sonrasında çatışmaya girerken ve Çin’de direniş gelişirken (Kuomintang’ın eksikliklerine karşılık Maocu komünizme yönelik destek gelişirken) Nazi Almanyası emperyal/faşist Japonya ile ittifaka gitti.
(2) İkincil derecede kapitalist güçlerin faşizmi
Adlandırması da dahil olmak üzere faşizmin mucidi olan Mussolini İtalyası bu kategorinin başlıca örneği. Mussolinizm, İtalyan sağının (eski aristokrasi, yeni burjuvazi, orta sınıflar) 1920’lerin krizine ve büyüyen komünist tehdide karşı vermiş olduğu bir cevaptır. Fakat ne İtalyan kapitalizmi ne de politik enstrümanları ile Mussolini faşizmi dünya şöyle dursun, Avrupa’yı domine etmek gibi tutku içerisinde değildi. Duçe‘nin Roma İmparatorluğu’nu (!) yeniden kurma iddiasına rağmen, Mussolini sisteminin istikrarının ya (Akdeniz’in hakimi) İngiltere’yle ya da Nazi Almanyasıyla olan işbirliğine bağlı olduğunu anlamıştı. İki muhtemel işbirliği arasındaki tereddüt İkinci Dünya Savaşı arifesine kadar devam etti.
Salazar ve Franco faşizmi de aynı türe aittir. Her iki diktatör de cumhuriyetçi liberaller ya da sosyalist cumhuriyetçilerin tehdidine karşı sağ ve Katolik Kilisesi tarafından başa geçirilmişti. Tam da bu nedenden dolayı her iki lider de asla anti-komünizm bahanesiyle uyguladıkları anti-demokratik şiddet nedeniyle başlıca emperyal güçler tarafından aforoz edilmediler. Washington gerici kapitalist düzenin doğası gereği garantör Avrupa Topluluğu’nun ardından bu iki lideri de 1945 sonrasında rehabilite etti (Salazar NATO’ya kurucu üye oldu ve İspanya Amerikan askeri üslerine razı oldu). 1974 Karanfil Devrimi ve 1980’de Franco’nun ölümünden sonra, bu iki sistem çağımızın düşük yoğunluklu ‘demokrasi’leri arasına katıldı.
(3) Savaş mağlubu güçlerin faşizmi
Bu kategori Vichy Fransasını, Leon Degrelle Belçikasını ve Naziler tarafından desteklenen sözde ‘Flaman’ hükümetini içerir. Fransa’da üst sınıf, ‘solcu halk cephesi yerine Hitler’i’ tercih etti (Bu konuda Annie Lacroix-Riz’in kitaplarına bakılabilir). Bu tür faşizm, savaş yenilgisi ve Alman Avrupasına teslimiyetle bağlantılıydı ve Nazilerin gelecek yenilgisinin arka planına düşmeye mecbur kaldı. Bu Fransa’da bir süreliğine komünistler birliği ile diğer direniş savaşçılarını (özellikle Charles de Gaulle) içeren Direniş Konseyi’nin yolunu açtı. Daha ileri bir gelişimin (Avrupa inşasının başlangıcı ve Fransa’nın Marshall Planı ve NATO’ya dahil olmasıyla, diğer bir deyişle ABD hegemonyasına gönüllü itaatle birlikte) muhafazakar sağ ve anti-komünist sosyal demokrat sağın anti-faşist ve potansiyel anti-kapitalist direniş olarak açığa çıkan radikal solla kalıcı bir biçimde yollarını ayırmasını beklemesi gerekiyordu.
(4) Doğu Avrupa bağımlı toplumlarının faşizmi
Doğu Avrupa kapitalist toplumlarının (Polonya, Baltık ülkeleri, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Yunanistan ve Polonya dönemi boyunca batı Ukrayna) irdelenmesine geldiğimizde birkaç derece daha aşağı iniyoruz. Burada daha geçmişe dönük, dolayısıyla bağımlı kapitalizm üzerine konuşmalıyız. İki dünya savaşı arasındaki dönemde, bu ülkelerin gerici hakim sınıfları Nazi Almanyası tarafından desteklendi. Yine de, her ülkeyi Hitler projesiyle eklemlenme temelinde tek tek ele almak gerekiyor.
Polonya’da Rus hakimiyetine (Çarlık Rusya) yönelik eski düşmanlık, Katolik Papalık’ın popülaritesinin de etkisiyle Sovyet Birliği’ne düşmanlığına dönüştü. Normalde Polonya, Almanya’ya bağımlı bir ülke haline getirilebilirdi, ancak Hitler bu şekilde anlamadı. Ruslar, Ukraynalılar ve Sırpların da olduğu gibi Polonyalılar da Yahudiler, Roma ve diğerleriyle birlikte imha edilmeliydi. Dolayısıyla, Polonya faşizminin Berlin’le işbirliği içerisinde olmasına olanak yoktu.
Fakat, Horthy Macaristanı ve Antonescu Romanyası Nazi Almanyasının ikincil müttefikleri olarak muamele gördü. Bu iki ülkedeki faşizm kendilerine spesifik olan sosyal krizlerin bir sonucu olarak ortaya çıktı: Macaristan’daki Bela Kun dönemi sonrası gelişen ‘komünizm’ korkusu ve Romanya’da Macar ve Ruthenianlara yönelik gelişen ulusal şovenist seferberlik.
Yugoslavya’da Sırplar imha edilmek üzere işaretlenmişken, Hitler Almanyası (Mussolini İtalyasından sonra) ‘bağımsız’ bir Hırvatistan’ı destekledi ve Katolik Kilisesi’nin de kararlı desteğiyle anti-Sırp Ustashi hareketinin yönetimini yetkili kıldı.
Rus Devrimi işçi sınıfı mücadelelerinin beklentilerini ve gerici varlıklı sınıfların müdahaleleri bakımından, yalnızca 1939 öncesi Sovyetler Birliği bölgesinde değil, kaybedilen alanlarda, Baltık Ülkeleri ve Polonya’da da durumları değiştirmişti. 1921’deki Riga Antlaşması’nı takiben, Polonya Belarus’un (Volhynia) ve Ukrayna’nın batı kısmını (daha önceden Avusturya kraliyet arazine dahil olan güneydoğu Galiçya ve Çarlık Rusyasına ait olan kuzey Galiçya) topraklarına katmıştı.
Tüm bu bölgede 1917’den, hatta 1905 ilk Rus Devrimi’nden itibaren iki kamp şekillendi: (çıkarları açısından radikal bir tarımsal reform özlemi içerisinde olan) köylülerin büyük bir kısmı ve entelektüel çevreler (özellikle Yahudiler) içerisinde popülerlik kazanan sosyalizm (ve sonrasında Bolşevik) taraftarları; ve (faşist etki altındaki anti demokratik ülkelere sempati duyan) tüm arazi sahibi sınıflar içerisinde gelişen anti sosyalist kamp. Baltık ülkeleri, Belarus ve Batı Ukrayna’nın Sovyetler Birliği ile 1939’da yeniden bütünleşmesi de bu karşıtlığın altını çizmiştir.
Doğu Avrupa’nın bu bölgesi içerisinde faşizm yanlıları ile anti-faşistler arasından çatışmanın politik haritası iki etkiden dolayı bulanıktı: ilhak edilen Belarus ve Ukrayna bölgelerini yerleşimci koloniler eliyle Polonyalılaştırma projesinde ısrarcı olan) Polonya şovenizmi ile mağduru insanlar; hem Polonya hem de Rus (anti-komünizm nedeniyle) karşıtı Ukraynalı ‘milliyetçiler’ ile Ukrayna’yı ikincil bir müttefik olarak görmeyen ve Ukraynalıları imha etmeyi tasavvur eden Hitler projesi arasındaki çatışmalar.
Burada Olha Ostriitchouk’un yetkin çalışması Les Ukrainiens face à leur pass é’ye referansta bulunacağım.[1] Ostriitchouk’un bu bölgenin (Avusturyalı Galiçya, Polonyalı Ukrayna ve Sonradan Sovyet Ukraynası olacak küçük Rusya) modern tarihi üzerine titiz çalışması okuyucuya hem yerel faşizm tarafından işgal edilen bu bölge hem de hala süregelen söz konusu çatışmalar hakkında açıklayıcılık sağlayacaktır.
Batı sağının hem geçmiş hem de mevcut faşizm üzerinde müsamahakar tutumu
Avrupa parlamentoları içerisindeki sağ iki dünya savaşı arasında faşizme ve hatta daha tiksindirici Nazizme her zaman müsamahakar olmuştu. Kendisinin aşırı ‘İngilizliği’ne karşın Churchill Mussolini’ye olan sempatisini asla saklamadı. ABD başkanları, Demokrat ve Cumhuriyetçi parti yetkilileri yalnızca Hitler Almanyasının ve özel olarak emperyal/faşist Japonya’nın oluşturduğu tehdidi sonradan keşfettiler. ABD yetkililerinin tüm sinik karakteriyle birlikte, Truman diğerlerinin sessizce düşündüğünü açıkça itiraf etti: savaşa ana kahramanları –Almanya, Sovyet Rusya, ve mağlup Avrupa ülkeleri- yıpratmak için izin verip, mümkün olduğunca fayda elde etmek için olabildiğince geç müdahale edecekti. Bu ilkeli bir antifaşist duruşun ifadesi değildi. 1945’te Franco ve Salazar’ın rehabilitasyonunda hiçbir tereddüt gösterilmedi. Dahası, Avrupa faşizmi ile suç ortaklığı Katolik Kilisesi’nin sabit politikasıydı. Papa XII. Piusú Mussolini ve Hitler’in işbirlikçisi olarak tanımlamak zorlama olmazdı.
Hitler’in anti-Semitizmi çok sonradan, ancak ölüm saçan çılgınlık seviyesine ulaştığında rezalet olarak baş gösterdi. Hitler’in konuşmalarıyla tahrik edilen Yahudi-Bolşevizm nefreti üzerindeki vurgu çoğu politikacı için ortaktı. Yalnızca Nazizmin yenilgisinden sonra anti-Semitizmin prensipte ayıplanması gerekli oldu. Görevin yerine getirilmesi daha kolay oldu, çünkü kendini Holokost mağduru olarak ilan eden, hiçbir zaman Avrupa anti-Semitizm dehşetine bulaşmamış olan(!) Filistin ve Arap karşıtı Batı emperyalizmi müttefikleri, İsrail Siyonisti olmuştu.
Nazilerin ve Mussolini İtalyasının çöküşü açıkça Batı Avrupa’daki (‘perde’nin batısı) sağcı politik güçleri kendilerini faşizmin müttefiki olmuş ya da faşizme suç ortaklığı yapmış olanlardan ayırmaya zorladı. Fakat faşist hareketler gerçekten yok olmadan, yalnızca geri plana çekilmeye ve perde arkasına saklanmaya zorlandı.
Batı Almanya’da, yerel hükümet ve onun hamileri (ABD, ve ikincil olarak İngiltere ve Fransa) “uzlaştırma” adı altında insanlık karşıtı suç ve savaş suçları işlemiş tüm bu hareketleri yürürlükte bıraktı. Fransa’da Vichy’ciler Antoine Pinay ile tekrar siyasi sahneye çıktıklarında, Direniş hareketine karşı “işbirliğinin yürütülmesinde suistimal”den yasal kovuşturma başlatıldı. İtalya’da faşizm sessizliğe büründü, fakat Hıristiyan Demokrat ve Katolik Kilisesi saflarında mevcut kaldı. İspanya’da yalnızca ve basitçe, Franco’cu suçları hatırlatıcı herhangi bir şeyi yasaklayan “uzlaştırma” anlaşması 1980’de (daha sonradan Avrupa Birliği olacak olan) Avrupa Komitesi tarafından yürürlüğe kondu.
Muhafazakar sağın anti-komünist kampanyaları üstlenmesine karşılık Batı ve Merkez Avrupa’da sosyalist ve sosyal demokrat partilerin desteklenmesi faşizmin bugünkü dönüşü konusunda sorumluluğa ortaktır. Her ne kadar bu ‘orta’ sol partiler esasen ve tereddütsüz bir şekilde anti-faşist olmuşlarsa da hepsi unutulmuştu. Bu partilerin sosyal liberalizme evrilmesi, gerici kapitalist düzenin garanti edilmesi için sistematik bir şekilde planlanmış Avrupa inşasına tereddütsüz destekleri ve daha az tereddütsüz olmamak üzere ABD hegemonyasına (diğerlerinin yanında, NATO aracılığıyla) teslimiyetleriyle birlikte, sosyal liberal ve geleneksel sağın kombinasyonundan oluşan gerici blok, gerekirse yeni aşırı sağı sağlayacak şekilde, konsolide olmuştu.
Akabinde, 1990 başlarında Doğu Avrupa faşizminin rehabilitasyonuna hızlı bir şekilde girişildi. İlgili ülkelerdeki tüm faşist hareketler Hitler’in sadık müttefiki ya da değişen derecelerde işbirlikçisi olmuştu. Yenilginin yaklaşmasıyla birlikte çok sayıda aktif lideri tekrar Batı’da mevzilendirildi ve böylelikle ABD silahlı kuvvetlerine ‘teslim’ edilmiş oldu. Bunların hiçbiri, suçlarından (Müttefiklik anlaşmalarının ihlali) yargılanmak üzere Sovyet Rusya, Yugoslavya ya da diğer yeni halk demokrasilerinin hükümetlerine iade edilmedi. Hepsi Amerika ve Kanada’da kendilerine yer buldu ve azılı komünizm düşmanlıkları nedeniyle bir dedikleri iki edilmedi.
Les Ukrainiens face à leur passé kitabında Ostiitchouk, ABD siyasi hedefleriyle (ve arkasında Avrupa’nın hedefleriyle) Doğu Avrupa (özellikle Ukrayna) yerel faşizmin hedefleri arasındaki danışıklığı su götürmez bir şekilde tespit edebilmek için gerekli her şeyi sağlamaktadır. Örneğin, ‘profesör’ Dmytro Dontsov, ölümüne kadar (1975) yalnızca şiddetli anti-komünist değildi (‘Yahudi-Bolşevizm’ terimi onunla gelenekselleşmiştir.) aynı zamanda temel olarak anti demokratik olan Kanada’daki çalışmalarını bile yayımladı. Batı’nın demokratik olarak nitelendirilen ülkelerinin hükümetleri Ukrayna’daki ‘Turuncu Devrim’i (başka bir deyişle faşist karşı devrimi) destekledi, hatta finanse ve organize etti. Ve tüm bunlar devam ediyor. Öncesinde Kanada, Yugoslavya’da Hırvat Ustaşa hareketinin yolunu döşemişti.
Yeminli faşistleri desteklediğini açıkça bildiremeyen medyayı faşistlerin desteklediği gizlenerek ‘ılımlı’ hale getirmenin kurnaz yolu basitti: faşist yerine ‘milliyetçi’ terimini kullanmak. Profesor Dontsov artık bir faşist değil, Ukrayna ‘milliyetçisi’ydi, tıpkı Marine Le Pen’in de artık bir faşist değil milliyetçi olduğu gibi (Le Monde’un yazdığı gibi).
Bu hakiki faşistler sadece öyle söyledikleri gibi ‘milliyetçi’ miydiler, bu tartışmalıdır. Bugün milliyetçiler yalnızca modern dünyanın asıl egemen güçlerinin, başka bir deyişle ABD’nin ve Avrupa’nın tekellerinin yerindeliğini sorguladıklarında bu etiketi hak ederler. Sözü edilen ‘milliyetçiler’ ise NATO’nun, Brüksel’in ve Washington’un dostlarıdır. Onların ‘milliyetçilik’leri genelde talihsizliklerinden sorumlu olmayan masum komşu halklara yönelik şovenist nefretle eş anlamdadır. Bu, Ukraynalılar için Ruslar (Çar için değil); Hırvatlar için Sırplar ve Fransa; Avusturya, İsviçre, Yunanistan ve herhangi bir yerde yeni aşırı sağ için ‘göçmenler’dir.
ABD’deki (Cumhuriyetçiler ve Demokratlar) ve Avrupa’daki (parlamenter sağ ve sosyal liberaller) politik güçler ile Doğu Avrupa’daki faşistler arasındaki danışıklılığın yarattığı tehlike hafife alınmamalıdır. Hillary Clinton kendisini bu danışıklılığın lider sözcüsü olarak atamış ve savaş histerisinin limitlerini zorlamıştır. Clinton George W Bush’tan bile daha fazla, intikam güdüsüyle Ukrayna, Gürcistan, Moldova ve diğer bölgelere daha fazla müdahaleyi içerecek bir şekilde Rusya’ya, Çin’e ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’da isyanda olan insanlara karşı önleyici bir savaşın (yalnızca Soğuk Savaş’ı yinelemek için değil) çağrısını yapmıştır. Düşüşüne bir yanıt olarak ABD’nin bu paldır küldür uçuşu ne yazık ki Hillary Clinton’u ABD’nin ilk başkanı yapmak için yeterli desteği bulamamıştır. Bu sahte feministin ardında ne sakladığını unutmayalım.
Tartışmasız bir şekilde eski ‘perde’nin batısında ABD ve Avrupa’nın ‘demokratik’ düzeni içerisinde faşizm bugün bir tehdit olarak görünmeyebilir. Geleneksel parlamenter sağ ile sosyal liberallerin danışıklılığı egemen sermaye için tarihsel faşist hareketleri izleyen aşırı sağın hizmetlerine başvurmayı gereksiz kılmıştır. Öyleyse aşırı sağın son on yıldan fazladır seçimsel başarısından ne sonuç çıkarmamız gerekiyor? Avrupalılar aynı zamanda büyüyen yaygın tekelci kapitalizmin açıkça kurbanlarıdır.[2] Bunun nedenini, sağ ve sosyalist sol olarak adlandırılan grubun danışıklılığının seçimlerde çekimserliğe ya da aşırı sağ için oy kullanmaya sığınmasında görebiliriz. Bu bağlamda potansiyel radikal solun sorumluluğu büyüktür: eğer bu sol mevcut kapitalizmin ötesinde gerçek bir ilerleme önerebilecek ataklığa sahip olsaydı, ihtiyaç duydukları inanılırlıklarını elde edebilirlerdi. Atak radikal bir sol mevcut bölük pörçük protesto hareketlerini ve savunmacı mücadelelerin birliğini sağlamak için bir ihtiyaçtır. ‘Hareket’ gücün sosyal dengesini önce sağlayıp sonra çalışan sınıflar lehine ters çevirerek ilerici gelişmeleri böylelikle mümkün kılabilir. Güney Amerika’daki popüler hareketlerce kazanılan başarılar da bunun bir kanıtı.
Mevcut durumda aşırı sağın seçimsel başarısı modern kapitalizmin kendisinden kaynaklanıyor. Bu başarılar medyanın her ne kadar birincisi kapitalizm yanlısı (aşırı sağ teriminin de gösterdiği gibi), dolayısıyla sermayenin muhtemel müttefiki, ikincisi kapitalist sistem gücünün potansiyel olarak tehlikeli karşıtları da olsa ‘aşırı sağın ve aşırı solun popülistlerini aynı utançla bir arada ele almasına izin veriyor.
Her ne kadar aşırı sağ asla faşist olarak adlandırılmasa da aynı durumu aşağı yukarı ABD’de de gözlemleyebiliyoruz. Dünün McCarthy’ciliği tıpkı bugünün Çay Partisi fanatikleri ve savaş kışkırtıcılarının (örneğin Hillary Clinton) olduğu gibi yalnızca tekelci sermayenin sahipleri ve yöneticilerine ait olarak anlaşılan ‘özgürlük’leri sistem mağdurlarının taleplerini yerine getirdiğinden şüphe edilen ‘hükümet’e karşı savunuyordu.
Faşist hareketler hakkında son bir gözlem: taleplerini ne zaman ve nasıl durduracaklarını bilmiyor gibi görünüyorlar. Lider kültü ve körü körüne itaat, bağnazlığa yol açan sözde etnik ya da sözde dinsel mitolojik yapılara eleştiriden azade ve aşırı bir biçimde değer gösterilmesi ve milislerin saldırgan faaliyetler için güçlendirilmesi faşizmi kontrol edilmesi zor bir güce dönüştürüyor. Faşistlerin sosyal çıkarlarla ilgili görüşlerinde hatalar, hatta daha ötesinde irrasyonel sapmalar kaçınılmazdır. Hitler gerçekten mental olarak hasta bir insandı, buna rağmen ona gücünü vermiş olan büyük kapitalistleri çılgınlığını sonuna kadar takip etmeye zorlayabildi, hatta nüfusun çok büyük bir kısmının desteğini kazanabildi. Fakat bu ekstrem bir vakaydı. Mussolini, Franco, Salazar ve Petain mental olarak hasta değillerdi, ortaklarının ve yandaşlarının hiçbiri cezai suç işlemekte tereddüt etmediler.
Modern Güney’de Faşizm
Latin Amerika’nın küresel kapitalizme 19. yüzyılda eklemlenişi ‘amele’ statüsüne indirgenen köylülerin büyük toprak sahiplerinin acımasız pratiklerine bağımlı hale getirilmesi ve sömürüsüne dayalıdır. Meksika’daki Porfiro Diaz’ın sistemi bu konuda iyi bir örnektir. Bu bütünleşmenin 20. yüzyıldaki ilerleyişi ‘yoksulluğun modernizasyonunu üretmiştir. Asya ve Afrika’ya nazaran Latin Amerika’da daha erken ve daha belirgin olan hızlı kırsal göç, kırsal yoksulluğun eski formlarıyla yer değiştiren modern kent varoşlarında yeni yoksulluk formlarına kaynaklık etti. Aynı zamanda, yığınların politik kontrolünün formları diktatörlükler kurularak, seçime dayalı demokrasiler feshedilerek, partiler ve sendikalar yasaklanarak ‘modern’ gizli servislere istihbarat teknikleri yoluyla tüm tutuklama ve işkence hakları verilerek ‘modernize’ edildi. Politik yönetimin bu formları, Doğu Avrupa’nın bağımlı kapitalist ülkelerinde kurulu faşizmlerde de görünür bir şekilde benzerdi. 20. yüzyıl Latin Amerikasının diktatörlükleri yerel gerici bloğa (büyük toprak sahipleri, komprador burjuvazi, ve bazen bu tip lümpen gelişimden yararlanan orta sınıflar) hizmet etti; fakat hepsinin ötesinde, özellikle ABD’nin olmak üzere egemen yabancı sermayeye hizmet etti. Onlar da bu nedenle popüler hareketlerin son dönem patlayışının yarattığı değişikliğe kadar bu diktatörlükleri desteklediler. Bu hareketlerin gücü ve zorladıkları sosyal ve demokrat ilerlemeler en azından kısa bir süre için faşist benzeri diktatörlüklerin geri dönüşünü engelledi. Fakat gelecek belirsiz, çalışan sınıfların hareketi ile yerel ve küresel kapitalizm arasındaki çatışma henüz başladı. Tüm faşizm türlerinde olduğu gibi, Latin Amerika diktatörlüklerinin bir kısmı kendileri için de öldürücü olan hatalar yapmaktan kaçamadı. Örneğin, Arjantin’in ulusal duyarlılığından kendi çıkarına yarar sağlamak için Malvinas Adaları’na savaşa giden Jorge Rafael Videla…
1980’lerin başında yaygın tekelci kapitalizmin yayılışının lümpen gelişim karakteristiği, Asya ve Afrika’da Bandung dönemi (1955-1980) milliyetçi popülist sistemlerinden görevi devraldı.[3] Bu lümpen gelişim aynı zamanda yoksulluğun ve baskıcı şiddetin modernizasyonuna yakın formlar üretti. Arap dünyasındaki Post Nasırist ve Post Baasist sistemlerin aşırılıkları bu konuya iyi birer örnek teşkil eder. Fakat Bandung dönemi milliyetçi popülist rejimleri ve küresel neoliberalizm sürüsüne katılan ardıllarını, hepsi ‘anti-demokratik’ olduğu için aynı kefeye koymamalıyız. Bandung rejimleri, otokratik politik pratiklerine rağmen bazı popüler meşruiyetlerinden hem çoğu işçiye yarar sağlayan bir takım güncel kazanımlarından hem de onların anti-emperyalist pozisyonlarından yararlanmıştır. Diktatörlükler küresel neoliberalizme ve ona eşlik eden lümpen gelişmeye teslimiyeti kabul eder etmez bu meşruiyetlerini yitirdiler. Popüler ve milliyetçi otorite, demokratik olmasa da neoliberal, anti popüler ve anti milliyetçi projenin hizmeti için polise şiddet uygulaması için yol verdiler. 2011’de başlayan güncel popüler başkaldırılar diktatörlüklerin yerindeliğini sorguladılar. Fakat diktatörlükler yalnızca sorgulandı. Alternatif, istikrarın yakalanması için çareyi ancak başkaldırıların etrafında mobilize olduğu üç amacın bir araya getirilmesinde başarıya ulaşırsa bulabilir: toplumun ve siyasetin demokratikleştirilmesinde süreklilik, ilerici sosyal gelişmeler ve ulusal egemenliğin kabulü.
Fakat hala bundan çok uzağız. Bu yüzden görünen kısa vadede birçok alternatif mevcut. Bandung döneminin milliyetçi popüler modeline, belki bir demokrasi kırıntısı ile birlikte dönüş mümkün olabilir mi? Ya da demokratik, popüler ve milliyetçi bir cephenin daha belirgin kristalleşmiş bir modeli? Ya da gerici iluzyonun içine dalan bir model, bu bağlamda politika ve toplumun İslamlaştırılması formunu benimseyen bir model?
Tüm kafa karıştırıcılığıyla birlikte zorlu göreve karşı bu üç olası yanıt üzerindeki bu çatışmaya ilişkin Batılı güçler (ABD ve onun ikincil Avrupalı müttefikleri) seçimini yaptı: öncelikli desteklerini Müslüman Kardeşler ve siyasi İslam’ın diğer Selefi örgütlerine vereceklerdi. Bunun nedeni basit ve açıktır: bu gerici politik güçler pratiklerini küresel neoliberalizm içerisinde gerçekleştirmeyi (ve bu yüzden sosyal adalet ve ulusal bağımsızlığa dair her şeyi terk ederek) kabul ediyorlar. Bu da emperyalist güçlerin gözettiği yegane hedeftir.
Sonuç olarak siyasi İslam’ın programı bağımlı toplumlarda bulunan faşizm türüne aittir. Gerçekte, tüm faşizm türünün taşıdığı iki temel karakteristiği paylaşır: 1-kapitalist düzenin temel yönlerine karşı çıkışta eksiklik (ve bu bağlamda küresel neoliberal kapitalizmin yayılışıyla bağlantılı olarak lümpen gelişim modeline karşı çıkmama anlamına da gelir). 2- Siyasi yönetimin polis-devlet ve anti demokratik formlarının seçimi (partilerin ve organizasyonların yasaklanması ve değerlerin zorla İslamlaştırılması gibi).
Emperyalist güçlerin (söz konusu ettiğimiz propaganda seli içerisinde demokrasi yanlısı retoriğini yalanlayan) anti demokratik seçeneği böylelikle söz konusu İslami rejimlerin ‘aşırılıklarını’ kabul eder. Diğer tür faşizmlerde olduğu gibi ve aynı nedenlerle, bu aşırılıklar onların düşünme tarzlarının genlerinin içine kazılıdır: liderlere sorgusuz itaat, devlet dinine bağlılığa fanatik bir şekilde değer verilmesi, itaatin sağlanması için kullanılmak üzere şok güçlerinin oluşturulması. Gerçekte bu şimdiden görünür haldedir. İslamcı program yalnızca (diğerlerinin yanında, Sünniler ve Şiiler arasında) sivil savaş halinde ilerleme kaydetmekte ve yalnızca kalıcı kaos içerisinde sonuç vermektedir. İslamcı gücün bu türü böylelikle, sözü edilen toplumların kendilerini dünya sahnesine entegre etmekte her zaman yetersiz kalacaklarının garantisidir. Dolayısıyla güç kaybeden ABD’nin bu ‘ikinci iyi politikası’ yerine daha iyisini (istikrarlı ve itaatkar yerel hükümet) elde etme çabasını terk ettiği açıktır.
Aynı gelişme ve seçimler Arap-Müslüman dünyası dışında da, örneğin Hindistan’da da gerçekleştirilmiştir. Seçimleri yeni kazanan Bharatiya Janata Partisi (BJP) hükümetin küresel neoliberalizme dahil olmasını kabul eden gerici, dinci Hindu partisidir. Bu da Hindistan’ın mevcut hükümet altında yükselen bir güç olmaya dönük projesinden geri adım atacağının garantisidir. Bu hükümeti faşist olarak nitelendirmekle krediyi fazla zorlamış olmayız.
Sonuç olarak faşizm Batı, Doğu ve Güney’e tekrar döndü ve bu dönüş genelleşmiş, finansallaşmış ve küreselleşmiş tekelci kapitalizmin sistemik krizinin yayılışıyla doğrudan bağlantılıdır. Eli darda sistemin hakim merkezlerince fiili ya da potansiyel olarak faşist hareketlerin hizmetine müracaatı bizim tarafımızda büyük bir uyanıklığı gerekli kılmaktadır. Bu kriz kötüye gitmeye yazgılıdır ve sonuç olarak faşist çözümlere başvurulması tehdidi gerçek bir tehlikedir. Hillary Clinton’un Washington savaş kışkırtıcılarına yönelik desteği yakın gelecek için pek iyiye işaret değildir.
Çeviri: Selen ÖZÇELİK
Not: Bu yazı Monthly Review dergisinin eylül 2014 sayısında yer almıştır. Yazının orjinaline şu adresten ulaşılabilir: http://monthlyreview.org/2014/09/01/the-return-of-fascism-in-contemporary-capitalism/
DİPNOTLAR
[1] Olha Ostriitchouk, Les Ukrainiens face à leur passé [Ukrainians Faced with Their Past] (Brussels: P.I.E. Lang, 2013).
[2] Daha fazla detay için, Samir Amin, The Implosion of Contemporary Capitalism (New York: Monthly Review Press, 2013).
[3] Genelleşmiş tekelci kapitalizmin yayılışı için, age.