Cenk Saraçoğlu İle Söyleşi: Seçim Odaklı Muhalefet Stratejisi

Dinçer Demirkent: Uzunca bir süredir kendilerini AKP iktidarı karşısında konumlandıran siyasal partilerin bir bölümü ( Millet ittifakı içinde yer alan siyasal partiler ve özel olarak da CHP) siyasal stratejilerini seçim odaklı bir hatta indirgemiş durumda. Bu durum AKP iktidarının eylemlerine itirazı seçime erteleyen, seçim odaklı olmayan siyasal itiraz biçimlerini kullanmak konusunda çekimser ve halk arasında yükselen tepkileri seçim kazanma vaadiyle soğurmaya çalışan bir siyasal hat ortaya çıkarıyor. Demokratik gösteri hakkını, protesto, eylem, grev gibi itiraz yöntemlerini ve hatta TBMM çalışmaları bünyesinde mümkün olan itiraz ve muhalefet araçlarını kullanmayı yalnızca tercih etmeyen değil aynı zamanda gereksiz gören bu siyasal stratejiyi siz nasıl tanımlarsınız?

Cenk Saraçoğlu: Burada öncelikle strateji kavramının üzerine gitmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu doğrultuda belki de sorgulamamız gereken ilk şey sorunuzda bahsettiğiniz tercihin bir stratejiye denk düşüp düşmediği. Yalnızca kavrama netlik kazandırmak için değil, bunun üzerinden soruya yanıt verebilmek için elverişli bir giriş noktası oluşturabilmek açısından.

En basit anlamıyla strateji uzun erimli bir hedefi gerçekleştirmek üzere benimsenen ve buna yönelik taktikleri ve atılacak adımları şekillendiren bir ana plan olarak tarif edilebilir. Bu tanıma göre strateji öncelikle uzun vadeli bir hedefin varlığını zorunlu kılar.  Eğer hakiki bir politik ortamda faaliyet yürüten siyasal partilerden bahsediyorsak bu uzun vadeli hedef; iktidar ele geçiridiğinde hayata geçirilmesi düşünülen belirli bir toplumsal-siyasal program, belirli bir toplum vizyonu, ya da hegemonya projesi olabilir. O halde politika sahasında strateji belirli bir toplum vizyonunu hayata geçirme amacına uygun olarak iktidarın nasıl ele geçirilebileceğine dair bir genel plan olarak ele alınabilir. Bu açıdan her siyasal partinin, muhalefettekiler de dahil, bir iktidar stratejisi olması ve muhalefetteyken yapılan edilenlerin bu iktidar stratejisiyle bağlantılı olarak şekillenmesi beklenir. Uzun vadeli hedefin niteliği ve bu hedefin gerçekleştirileceği yerin/ülkenin özgül koşulları, güç dengeleri bu iktidar stratejisinin içeriğini de şekillendirecektir. Sosyalist parti ve örgütler için bu bağlantıları kurmayı mümkün kılan ana hedefin üretim araçlarının toplumsallaştırılması olduğunu biliyoruz. Bu ideolojik netlik sayesinde sosyalist partileri hedef olarak öne konulan sosyalist toplum tasavvurunun içeriğine göre benimsenen bir iktidar/devrim stratejisiyle ve bununla ilişkili şekillenen muhalif taktiklerle değelendirebiliyor, konumlandırabiliyoruz.

Bu noktada şu soru ortaya çıkıyor: CHP; uzun vadeli bir hedef olarak benimsediği bir toplumsal/siyasal programa, genel hatlarıyla benimsediği bir Türkiye vizyonuna sahip mi? Bu vizyonu gerçekleştirmeye yönelik bir iktidar stratejisi bulunuyor mu? Ve bir muhalefet partisi olarak benimsediği taktikler ve yönelimler bu iktidar stratejisiyle ilişkili mi? Eğer birinci soruyla ilgili bir belirsizlik mevcutsa, yani ortada nasıl bir Türkiye istendiğine dair bir netlik söz konusu değilse ikinci ve üçüncü soruya da olumlu bir yanıt vermek mümkün olmaz. CHP önümüzdeki günlerde bir vizyon belgesi duyuracağını  açıkladı. Öte yandan belki bir iktidar perspektifinin ana hatlarını içerecek böyle bir belge yokken “Altılı masa” olarak ifade edilen bir blokla kendisini bağladı. Seçime şunun şurasında 6 ay gibi bir süre kalmışken ve seçime nasıl girileceğine dair bağlayıcı tercihlerde bulunulmuşken böyle bir vizyon belgesinin henüz bilmediğimiz içeriğinden bağımsız olarak gerçekten de CHP’ye bir iktidar stratejisi oluşturma şansı sunabileceğini düşünmüyorum.

Bu açıdan, CHP’nin sorunuzda bahsedilen seçim odaklı olmayan itiraz yöntemlerine başvurmamasını da bütünlüklü bir toplum projesi ve bununla uyumlu bir iktidar stratejisi ile ilişkilendirebileceğimizi sanmıyorum. Zaten bunu genel başkanlık düzeyinde belirli bir ideolojilerinin olmadığını, “sağ”, “sol” gibi kavramların çok gerilerde kaldığını ifade ederek kendileri de belirtiyorlar. Bu açıdan ana muhalefeti Türkiye geneline dair bir “stratejisizlikle” tarif etmek ve buradan ilerlemek daha doğru gözüküyor . CHP için söz konusu olan bu durum, müttefik halinde olduğu diğer partiler için zaten geçerli.

Bu elbette CHP ve Millet ittifakı partilerinin rastgele, öngörülemez bir şekilde hareket ettikleri anlamına gelmiyor. Seçim odaklı olmayan muhalefet kanallarını tercih etmemelerinin  elbette bir mantığı var. Ama bu mantığı kavramak için öncelikle bunun belirli bir toplum projesi gerektiren bir iktidar stratejisinden türetilemediğini görmek gerekiyor. Bana kalırsa bugün CHP ve müttefiki partiler kaynakların kullanım ve bölüşümüne, siyasal ve idari kararların oluşturulmasına dair devletleşmiş AKP iktidarı döneminde olabildiğince kapatılmış kanalların kendileri için açılması ve  bu sayede de kurumsal güçlerini arttırma çabası içerisinde hareket ediyorlar. Altılı masanın temel olarak üzerinde anlaştığı parlamenter sisteme geri dönüş, bu kanalların yeniden açılmasının önkoşulu olarak tasavvur ediliyor. Ve bunun ötesine geçilemiyor. Parlamenter sisteme geri dönme hedefi bir toplum vizyonuna, bütünlüklü bir hegemonya projesine ve böylelikle de iktidar stratejisine denk denk düşmüyor. Kendisini belirli bir ideolojiyle bağlamayan veya kendisini sınıfsal olarak ayrıştıramayan anaakım muhalefet partilerinin yapıp ettiklerinin bütününü sermaye düzeninin belirlediği sınırlar içerisinde kurumsal yeniden üretimi en risksiz şekilde sağlamaya yönelik tercihlerin toplamı olarak görebiliriz.  Seçim kazanmak ve sandığı işaret etmek bugünün Türkiye’sinde bu partiler açısından bu kurumsal yeniden üretimi sağlamanın en “sağlamcı” yolu gibi gözüküyor; o yüzden başka bir muhalefet yöntemiyle ilişkilenmekten uzak duruyorlar.

Onur Yıldız: Özellikle CHP içerisinde yer alan bazı milletvekillerinin yürümekte olan hak mücadeleleri ile yakın ilişki içerisinde olduğunu; gösteriler, yürüyüşler, sürmekte olan yargılamalar dahilinde pek çok hak mücadelesine destek verdiğini biliyoruz. Buna rağmen kısıtlı sayıdaki milletvekilinin bu tavrının partinin genel siyasetinden farklılaştığı, Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yapılan Adalet Yürüyüşü’nün ardından CHP’nin sokakta siyaset ile bağının oldukça zayıfladığı söylenebilir. “Acil Seçim” çağrısı ile Mersin’de yapılan mitingin devamının gelmemesi de  bunun bir işareti olarak görülebilir. CHP’nin yürümekte olan hak mücadeleleri ve sokakta yapılan siyaset ile olan ilişkisi konusunda ne düşünüyorsunuz?

C.S.: Eğer bahsettiğim kurumsal “yeniden üretim” ve güç kazanma AKP iktidarından kurtulmayı ve bu da beraberinde birikmiş itirazları mümkün mertebe temsil etmeyi gerektiriyorsa yine bu yeniden üretimin mantığı gereğince bunun en az maliyetle yani en az riskle yapılması gerekiyor. Toplumda birikmiş radikal itirazla daha sıkı bağlar kurmak, hele ki grev, kitlesel gösteri gibi başka muhalefet araçlarıyla ilişkilenmek sermaye düzeninin içerisinde bir alternatif olarak kendisini yeniden üretme refleksi gösteren bütün düzen partileri için büyük bir risk barındırır. Seçimle birlikte her şeyin yoluna girebileceğine dair bir umudun AKP iktidarından rahatsız kesimlerde bir karşılık bulduğu bir durum var bugün. Ve özellikle 2019 yılındaki belediye seçimlerinden sonra muhalefet partilerindeki siyasetçiler seçimlerde gösterilecek başarıyla AKP iktidarı döneminde kendileri için kapatılmış bahsettiğimiz kanalların açılabileceğine ikna olmuş gözüküyorlar. Böyle bir durumda halkı seçimlere kilitlemek bahsettiğim kurumsal yeniden üretim kanallarının açılmasının en risksiz yöntemi olarak gözüküyor.

Tüm bu değerlendirmeyi belki kafasında başka idealler bulunan tek tek siyasetçileri aşan bir yapısal belirlenim olarak düşünmek gerekir. Yoksa, CHP içinde bu tür mücadelelere destek sunmak konusunda istikrarlı pek çok siyasetçinin olduğunu biliyoruz. Fakat onların bireysel tercih ve tavırları genel doğrultuyu etkilemeye yetmiyor.

D.D: Muhalefetin seçim odaklı stratejisinin bir kaynağı AKP iktidarı tarafından kendilerine yöneltilmesi muhtemel “darbeci”, “terörist” vb. suçlamaların önünü almak gibi duruyor. AKP’ye yalnızca seçim odaklı bir muhalefet yaptıklarını tekrar tekrar kanıtlamaya yönelik bu tavır, AKP’nin Gezi Protestoları ve sonrasında 15 Temmuz darbe girişimi ardından geliştirdiği siyasal söylemin her türlü muhalefet biçimini “darbeci” ya da “terörist” olarak adlandırıp gayrimeşru ilan eden tutumuna karşı yanıt olarak görülebilir. AKP’nin söylemsel hegemonyasının seçim odaklı muhalefetin biçimlenmesine katkısı konusunda ne düşünüyorsunuz?

C.S.: Bu soruyu yanıtlarken Gezi’nin AKP iktidarı için yarattığı ve hala geçmeyen şoku ele almak gerekiyor. Gezi bir protestolar dizisi olarak kalmadı; toplumda büyük bir bilinç ve özgüven sıçraması yaratarak AKP iktidarının  ideolojik hegemonyasında ve hatta onu da aşacak şekilde resmi ve egemen ideolojide büyük  yarıklar açtı. Bu da 7 Haziran seçimlerinde sandığa yansıdı. Gezi’den itibaren AKP iktidarı, yurttaşların birer seçmen olmanın ötesine geçen her tür kolektif siyasal basınç oluşturma arayışını bir beka meselesi olarak kriminalleştirmekten ibaret bir idare tekniğine sığınmak zorunda kaldı. Aradan geçen 10 sene içerisinde bu idare tekniğinin her türlü kolektif hak arayışını “makbul muhalefet” sahasının dışına atan bir sınır belirlemeye çalıştığını söyleyebiliriz. Ben bu sınırın toplum tarafından da meşru görülüp, içselleştirildiğini düşünmüyorum. Burada söylemsel bir hegemonyadan daha çok zor aygıtlarının pervasızca kullanılmasından kaynaklı bir sindirme ve yılgınlık söz konusu. Ana muhalefet partilerinin zora maruz kalmış muhalif kesimlere yönelik bütüncül ve ilkesel bir sahiplenme ortaya koyabildiğini söyleyemeyiz. Özellikle söz konusu Kürt meselesi olunca bu konuda en iyi ihtimalle ikircikli bir tavır takınıldığını biliyoruz. Bugün Türkiye’de insanlar siyasal iktidarın kullanacağı zorun derecesine sınır çekecek hukuki, toplumsal ve siyasal bir sınırın olmadığını görüyorlar. Hukuk bir sınır koymuyorsa, siyasal muhalefetin basıncının bir sınır oluşturması gerekir. Bunun da olmadığı bir durumda halkın da seçimi tek çare olarak görmesi ve buna kilitlenmesi olağan.

D.D.: Seçim odaklı muhalefet stratejisinin hedefi olarak görülen “oy alamadığından oy alma” iddiası tutarlı mı? Bu hedefe ulaşmak için “muhafazakar hassasiyet” gözetmekten başka politik yollar mümkün mü?

C.S: İlk sorudaki cevaba geri dönersem eğer amaç seçim başarısı ile kurumsal yeniden üretimi mümkün kılma ve güç kazanma ise “oy almadığından oy alma” iddiası anlaşılır hale geliyor. Yalnız bu sınırlı amacın “oy alamadığının” muhafazakar hassasiyetini gözetme yoluyla gerçekleşip gerçekleşemeyeceği başka bir mesele. Bu sorunun cevabı için yine başa dönelim: belirli bir toplum vizyonuyla bağlantılı bir iktidar stratejisi olmayan bir siyasal partinin kimlerle hareket edebileceğine dair kıstas belirlemesi mümkün olmaz. Bir toplum projeniz varsa bu illa ki belirli kesimlerin desteğinden vazgeçmeniz anlamına gelir. Örneğin bir sosyalist partinin eğer seçim onun stratejisinde önemli bir yer tutuyorsa patronlardan oy almayı hedeflemesi beklenebilir mi?  Ayrıca iktidar stratejisi ve bir toplum projesi olmayan bir siyasal partinin “oy alamadığını” kendisine bağlayacak bu stratejiyle uyumlu özgün bir dil ve yöntem geliştirmesi de mümkün olmaz.  Başat amaç seçim kazanıp, kurumsal yeniden üretimi ve güçlenmeyi mümkün kılmaksa “oy alamadığınızı” dönüştürmek yerine ona benzemeyi tercih edersiniz.

O.Y.: Önümüzdeki seçimlerin Türkiye’nin siyasal rejimi bakımından niteliksel bir dönüşüm anlamını taşıyacağına dair yaygın bir kanı var, seçimin kazananına göre yönü değişecek bir dönüşüm. Fakat 2014’ten beri neredeyse her seçim ‘bildiğimiz seçimlerin sonu’ başlığını hakediyor. 2015’teki iki parlamento seçimi, 2017 halk oylaması, 2018 cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri ile 2019 yerel seçimleri öncesinde ve sonrasında da niteliksel dönüşümleri işaret eden kampanyaları hatırlıyoruz. Önümüzdeki seçimleri ayırt eden ne? Seçim odaklı muhalefet stratejisini, 2023 seçimlerinin tarihsel bağlamı içinde nasıl değerlendirmek gerek?

C.S.: Saydığınız neredeyse her bir seçimin bir kırılma noktası olarak ortaya çıkması bana kalırsa bir yanılsama değil. Bunun AKP iktidarının karakteri ile ilgili bir durum olduğunu düşünüyorum. AKP yerleşik devlet aygıtını kumanda etme fonksiyonuyla sınırlı bir parti olmadı hiçbir zaman. Türkiye’deki sermaye fraksiyonları arasındaki dengeleri, ülkedeki hukuk sistemini ve idari yapıyı ve aynı zamanda egemen ideolojiyi İslami milliyetçi bir hegemonya projesi etrafında dönüştürmek işini üstlendi. Bu doğrultudaki her tür hamlesinin meşruiyet kaynağı olarak da sandığı gösterdi. Ve üstün çıktığı her seçimin ardından bu doğrultudaki bir dönüşümü bir üst seviyeye taşımaya çalıştı. Bu yüzden gerçekten de her seçim ülkenin ana doğrultusunun nasıl olacağına dair bir referandum niteliği kazandı.

2023 seçimleri bunun da ötesinde bir anlam taşıyor.  Bu seçimler ülke tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir bölüşüm şokunun varlığında gerçekleşecek. Son 3 sene içerisinde ücretlilerin Gayrı Safi Yurtiçi Hasıladan aldığı payın neredeyse %14 oranında azaldığı, sermayenin payının aynı oranda arttığı devasa bir servet transferi gerçekleşti. Reel ücretlerin enflasyon karşısında gerilemesi ile ortaya derin bir yoksullaşma tablosu çıktı. Ülkedeki bu durumdan rahatsız emekçi kesimler tablonun değişmesine yönelik kapıların seçimlerle aralanacağı umudunu taşıyorlar. Bunun da ötesinde talep ve itirazlarını siyasal alana taşımak, ülkenin geleceğinde söz sahibi olmak isteyen herkes AKP’yi yerinden edeceğini düşündükleri seçimlere umut bağlamış durumda. Bu “seçimleri bekleme” halinin sorunları hakkında çokça konuşulabilir. Ama bu artık kısa zamanda aşılması mümkün olmayan bir nesnellik olarak kendisini dayatıyor. Böyle bir tabloda gerçekleşmesine bir seneden az kalmış seçimleri önümüzdeki en önemli dönüm noktası olarak görmemek ve ona kilitlenmemek gerçeklerden kopmak olur. Halk arasında seçimlere  yönelik çok büyük bir beklenti oluşmuş durumda. Bu seçimlerde bir hayal kırıklığı yaşanması durumunda halktaki umudu hala diri tutmaya yönelik toplumsal muhalefetin yeterli hazırlığı bulunmuyor. Bu açıdan bu seçim, ya Türkiye’de toplumsal muhalefete ve halka özgüven aşılayarak yeni bir siyaset sahnesinin ortaya çıkmasını sağlayacak ya da bir süre aşılması kolay olmayan büyük bir karamsarlık havasının hakim olmasına neden olacak gibi gözüküyor. Bu açıdan da bir dönüm noktası olarak görmek lazım.

D.D.: Sosyalist sol içinde seçim öncesinde birbiriyle diyaloğu kopmasa da iki ayrı kümlelenme var. Bu kümelenmede 2023 seçimlerinin tarihsel bağlamının etkisi var mı? 

Bugün sosyalist sol söz konusu tabloda ülke insanına seçimlerin ötesinde yeni bir toplum tahayyülü, bununla ilişkili bir iktidar stratejisi sunma niteliğine sahip yegane siyasal güç olarak görünüyor. Bana kalırsa  bu durum, kapitalizmin debelendiği krizleri aşacak araçlarının tükendiği ve insanlığın büyük bir varoluş kriziyle karşı karşıya kaldığı bir dönemde bütün dünya için geçerli. Başta da söylediğim gibi evet bir siyasal strateji öncelikle bir nihai hedefin varlığını zorunlu kılar; ama bu yeterli değildir. Strateji, belirli bir zaman ve bağlamda bu nihai hedefe ulaşmanın gerçekçi bir yol haritasını oluşturduğumuzda ortaya çıkar.

Bu açıdan sosyalistlerin bir siyasal strateji ortaya koyabilmesi için yalnızca kapitalizme alternatif bir toplum projesinin ana hatlarını sunması ve bunun üstünlüğünü vurgulaması yetmez. Sosyalizmin kendisinin propagandası, ya da sosyalistlerin dünyanın her yeri için geçerli olabilecek ilkelerini sıralaması ülke ölçeğini hedefleyen bir siyasal strateji oluşturmaya yetmez. Ben bahsettiğiniz kümelerden birinin kendisini yalnızca bununla sınırlı tutuyor. Bunun Türkiye ölçeğinde bir iktidar stratejisinden çok önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek belirsizlikler ve riskler karşısında savunmada kalma ve örgütsel varlığı muhafaza tercihinin uzantısı olduğunu düşünüyorum. Bu tercihin elbette haklı sebepleri olabilir ve meşru kabul edilmesi gerekir. Fakat tanımladığımız haliyle bu bir iktidar stratejisine denk düşmüyor.

Sosyalizmin bugünün koşullarında nasıl toplumsallaştırılabileceğine, sosyalizm hedefine kimlerle, hangi araçları kullanarak ve bunun önünde set olabilecek yapılarla nasıl mücadele ederek ulaşılabileceğine dair bir yol haritasına sahip olunduğunda sosyalist bir siyasal stratejiden bahsedebiliriz. Bugünün Türkiye’si için bu yol haritası yaklaşan seçimleri, sonrasında ortaya çıkabilecek parlamento tablosunu ve buradan ortaya çıkabilecek sosyalizmi toplumsallaştırmaya yönelik olanakları göz önüne alarak oluşturulabilir. Önümüzdeki süreçte özellikle parlamentodaki dağılıma yönelik hedefler benimsemenin stratejik bir öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Parlamentonun siyaseti etkileme gücünün belki de Türkiye tarihinde hiçbir dönem olmadığı kadar sınırlandırıldığı bir dönemde yaşıyoruz. Fakat iyi değerlendirilmesi durumunda parlementonun yine de sosyalizmin toplumsallaşması ve halkın neoliberal restorasyon dışında başka seçeneklerinin olabileceğini göstermek açısından önemli olanaklar sunabileceği ortaya çıktı. Burada özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin meclis zeminini bu hedefe uygun olarak son derece etkin bir şekilde kullanmasını göz ardı etmemek gerekiyor. Sonuç olarak sosyalistler yalnızca belirli doğruları aktarmakla yetinmeyip bu doğrular üzerinden uygun araçları, ara hedefleri, zeminleri ve yöntemleri siyasetlerinin bir parçası haline getirmeleriyle bir iktidar stratejisi ve iktidar perspektifi oluşturabilirler. Bugünün Türkiye’sinde” parlamento ve seçimler gibi siyasal düzlemler ile işyerleri, mahalle, sokak ve meydan gibi üretim ve yeniden üretim sahalarında ortaya çıkabilecek kolektif hak arayışları arasındaki bağlantıları bir iktidar stratejisi üzerinden düşünmek büyük önem taşıyor. Kümelerden birisini bunu gözeten ve bu perspektife yakın siyasal yapıların oluşturduğunu düşünüyorum. [/rcontent_control]