Gün geçmiyor ki, Kürtlere saldırılmasın! İnşaatta kıstırılan Kürt işçilerini linç etmeye kalkan yüzlerce ‘mahalleli’ haberlerini, otuz yıldır yan yana yaşadıkları Kürt komşularını öldüresiye döverek Atatürk büstü öptüren esnaf haberleri birbirini izliyor. Telefonla Kürtçe konuştuğu için bıçaklanan, ‘tipi’ Kürde benzetildiği için dövülen diye uzayıp gidiyor haberler. Halkların Demokratik Partisi (HDP) Genel Merkezi, Ankara’nın göbeğinde emniyet güçlerinin tanıklığında saatlerce kuşatılıyor, arşiv odası yakılıyor; saldırıya uğrayan HDP parti binalarının sayısı yüzlerle ifade ediliyor.
Asker polis cenazelerinde ‘mahşeri’ kalabalıklar toplanıyor, tekbir haykırışları intikam naralarına karışıyor. Genelkurmay gönüllü olarak askere katılmak için aralarında kadınların da olduğu dilekçe verenlerin sayısında ‘müthiş bir artış’ saptadıklarını açıklıyor. İç savaşa mı gidiyoruz fısıltıları artık yazıya dökülüyor. Kandil’in, Batıdaki Kürtlere ‘eve dön’ (?) çağrısı yaptığı yazılıyor. İl girişindeki tabelaya, akıllarınca çok ağır sandıkları ‘it girer Kürt giremez’ yazıları eklenip, çektirilen fotoğraflar medyaya servis ediliyor.
Köşe yazarları, kalem fikir yorum erbabı toplumun cinnet geçirmek üzere olduğundan, linç olaylarının önüne geçilemez hale geldiğinden dem vuruyor. Koroya, kimi ruhbilimciler de katılmış durumda; Türkiye toplumunun linç potansiyelinin yüksek olduğundan söz edenler de var, toplumun çürüdüğünü iddia edenler de! Hani neredeyse bir sabah Türkiye uyanacak ve önüne gelen Türk Kürdü, Kürt de Türkü kesecek!
Toplumsal cinnet, çürüme, linç potansiyeli gibi kavramlar, belki iyi niyetli ama olup bitene vakıf olamamanın neden olduğu tekinsizlikten, kimi zaman ise tam da bu kavramlar üzerinden yürütülen ‘bilinçli’ bir stratejiye dayanarak bol keseden kullanılıyor. Bu halleriyle de hangi niyetle kullanılmış olsalar da aynı sonuca neden oluyorlar; dehşet duygusu! Türkiye’de (dünyada da) kullanıla kullanıla içi boşaltılan ‘terör’ yani. Bu günün muktedirleri, toplumda dehşet duygusunun baskın hale gelmesi için ellerinden gelen kötülüğü yapmaktan uzak durmuyor. Ne acı ki, muhaliflerden elinde silah olanları da dehşet duygusu salma yarışında geri durmayarak aynı stratejiyi benimsemeye teşne olduklarını kanıtlıyor.
Özellikle Kürtlere ve özelde HDP’ye yönelik saldırıları toplumun cinnet geçirmesi ya da linç kavramlarıyla anlamaya ya da açıklamaya çalışmak süre giden siyasal krizi perdeleme riski taşıyan ve eyleme dökülecek siyasetin kapsam ve içeriğini bulandırabilecek açmazlara sahip. Üstelik ruhbilim disiplini içinden bakarak yapılacak bu tür saptama/ çözümlemeler tam tersi bir etkiyle dehşet duygusunun işevuruk (operasyonel) bir araç olmasını da kolaylaştırabilir.
Toplum, netameli bir kavram. Sınırları belirsiz ve içeriği türdeş (homojen) olmasa da sanki ondan da bir ‘kişiymiş’ gibi söz edilir. Toplumdan, yaşadığı çatışmaların yol açtığı krizle kontrolünü kaybedip şiddete başvuran örneğin Doktor Ali Bey gibi bir tekillikle bir ve aynıymış gibi söz etme eğilimi çok yaygın. Özellikle de ruhbilimciler arasında. O Ali Bey ki, bizatihi kendisi de yeryüzünde biriciktir ve onun eylemini belirleyen onun özgül hayatı, ondan başkasının yaşayamayacağı ve onun da sadece bir kez yaşayabileceği hayatından başka bir şey değildir.
Ali, Renas, Merve, Hena , Arjin, Panos, yüzlerce binlerce çoğaltabileceğimiz bu her bir tekilliğin bir ‘toplum’ olduklarında bir ve aynılarmış gibi olacaklarını sanmak, varsaymak başlı başına bir yanılsama. Ali Bey, Hena Hanımı kendisinden habersiz markete gittiği için dövebilir ama Panos Bey eşi Merve Hanımın cep telefonuna ondan habersiz bakmayı bile ahlaksızlık olarak görebilir. Çorbacı Mustafa, yirmi yıl önce yakılan köyünden zorla yerinden edilip yaşadığı Ege kasabasına göç eden ve tepside çiğ köfte satarak yaşamaya çalışan Cizre’li Bahat’ın köftelerinden afiyetle yemiştir. Bahat, tepside çiğ köfte işini önce pide salonuna sonra da yıllar boyunca giderek geliştirip pideden kebaba, kaburga dolmasından künefeye çok kazanan bir restorana çevirmiş olabilir. Mustafa ile Bahat’ın ‘Yav bu Kürtler de çiğ köfteyi hakikaten güzel yapıyorlar’ diye başlayan ‘komşuluklarının’ yirmi yıl sonra ‘ulan bu herif kesin PKK’ya para yolluyor, Atatürk keşke hepsini kesseymiş, öptürecem ona Atatürk’ü’ ye’ dönüşmesinin Türkiye toplumunun linç potansiyeli ile ilgisi yoktur. Demem o ki birbirlerini her an kesecekler diye bakılan Türk ve Kürt yoksullar, yevmiyesi 100 lira olan işi 10 liraya yapan Suriye’li mültecilere bir fırsat bulup beraber saldırdıklarında da söz konusu olan kültürlerindeki linç potansiyeli değildir. Her toplumda/ kültürde olabilecek olan bir çatışmadan ne daha özgün ne daha tarihsel ne de daha keskindir. İşte bu çatışmayı özgünleştirip, keskinleştiren ve tarihselleştirerek doğallaştıran siyasal çatışmalar ve stratejilerdir.
Peki, ama toplum, birey gibi değilse, nasıl oluyor da kontrolünü kaybediyor, galeyana geliyor, linç etmeye kalkıyor ya da linç ediyor? Kim(ler) o ‘yüzlerce binlerce’ olan kalabalık? Toplum ya da onun bir parçası değiller mi? Ruhbilim disiplini işte tam bu soruya yanıt verebilir. Onlar kişi olma özelliklerini geçici olarak yitirmiş kalabalıkların özgül bir tipini oluştururlar; güruh!
Son olaylarda bir psikolojiden söz edeceksek ki kesinlikle tartışmalıyız, iki boyutu olabilir; güruh psikolojisi ve nasıl olup da insanların bu ruh haline kapıldıkları.
Her kalabalık güruh değil. Örneğin bin kişilik sinema salonunu tıka basa doldurmuş kalabalık güruh değil; ne Ankara’da Yüksel, İstanbul’da İstiklal Caddelerinde herhangi bir anda bulunan binler ne de falanca partinin miting alanını dolduran yüz binler de değil. Sinema salonu ve miting alanındakiler organize kalabalıklardır, caddelerdekiler ise düzensiz. Yangın, patlama sesi ya da bomba var uyarısı gibi ani ve panik yaratıcı bir tehlike uyaranı olduğunda ise bu kalabalıklar bir çırpıda güruha dönüşürler. Acı da olsa Mekke’de şeytan taşlamadan dönen organize(?) kalabalıkta oluşan ve yüzlerce (belki de binlerce) ölüme neden olan panik hali güncel bir örnek. Hemen hepsi inanmış, bin bir zahmetle Hacca gelmiş, günlerdir orada huşu içinde ibadet eden ve inandığı dinin bu zorlu farzını yerine getirmiş olmanın manevi olgunluğunu yaşamakta olan insanlar, bir anda ayakta kalmak için birbirinin üstüne çıkan, yaşamak için az önce belki de elini tuttuğu, selamlaştığı, tanıdığı tanımadığı dindaşlarının kafasını ezip geçen bir ‘şeye’ dönüşüverdiler. Her kültürde ve tarihin her döneminde insan kalabalıkları şu ya da bu nedenle geçici olarak güruh durumuna girer ve sonra da çıkarlar. Ne Türkiye toplumuna özgüdür ne de örneğin Müslümanlara…
Kalabalıklar şu ya da bu nedenle kendi varkalımlarıyla ilgili bir tehdit hissine kapıldıklarında kolayca güruh biçimine dönerler. Yukarıdaki örnekler daha çok tehditten kaçıp kurtulma, yaşama güdüsünün belirlediği güruh biçimlenmeleriydi.
Bir diğer güruh oluşumu ise bir ‘şeye’ (insan/lar, binalar, eşyalar) doğru saldırıya geçme hali. Linç böyledir, ayaklanma ve isyanlar da. Bu halde artık güruhun bir hedefi vardır ve o hedefe bir zarar vermeden (nihai hedef aslında yok etmedir) dağılmayacak gibi görünür. Panik içinde hayatta kalmak için kaçan ya da düşman bellediğini yok etmeyi hedefleyen güruhun nasıl geliştiğine ve o sırada güruhun içindekilerin ruh hallerinin ne olduğuna dair yapılmış çok sayıda çalışma var. Bu çalışmalar farklı kültürlerde benzer sonuçlar veriyor ve bir dizi insan türüne özgü özellikler gösteriyor.
En temel gerçek güruhun tekil bireye göre şiddete daha kolay yönlendirilebilmesi. Güruhun zihni onu oluşturan tek tek bireylerin zihninden farklılaşır. İlkin güruhun içinde olmak bireysel sorumluluk duygusunu siler. İnşaatın çatısına sığınan Kürt işçiye doğru taş atan, çatıdan onu aşağıya atmak için iteleyen kişi, örneğin falanca mahallede oturan, ekmek fırınında çalışan, iki çocuklu, eşinin adı Fatma olan Recep olmaktan çıktığını yanılsamaya başlar. O artık Recep değil, güruhun bütünselliğinin bir organıdır. Güruhun parçası olan daha dürtüsel, telkine yatkın ve akıldışına eğilimli hale gelir. Kitleleştikçe emosyonellik (duygular) öne çıkarken, bilişsellik (akıl, muhakeme etme) azalır. Güruh, bireyi siler, en çok da sorumluluğunu. Bireyselliğin silinmesi ve anonimleşme insanların saldırganlığını artırabilir.
Ancak bu iki kavram tek başlarına güruhun şiddetini açıklamakta yeterli değil. Deneysel ortamlarda insanların yetke karşısında boyun eğici davranış gösterme eğilimleri defalarca gösterilmiştir. En ünlüsü Stanford hapishane deneyi olan bu araştırmalarda, eylemlerin emir altında yapıldığı fikri yerleştikçe deneklerin bir hiyerarşi içinde onlardan istenen görevleri yerine getirdiğini düşündükleri (authorization); uyguladıkları şiddeti bir iş olarak görmeye (routinization) başladıkları ve şiddet uyguladıkları kişileri de insan olarak görmedikleri (dehumanization) gösterilmiştir.
Bu bulgular deneysel ortamlarda elde edilen sonuçlardır ve neden böyle olduğunu değil nasıl olup da insanların bu hale geldiklerini gösterirler. Güruhun ortaya çıkardığı şiddet güruha içkindir demek bir şeyi kendisiyle açıklamaktan öte değildir. Nasıl olup da tek başına olduğunda kalkışmayacağı bir şiddet davranışını güruhun bir parçası olduğunda kolayca, acımasızca uygulayan bir canavara dönüşür insan? Hem deneysel çalışmalar ama asıl olarak gerçek hayat örnekleri bireylerin ancak bir yetkenin yönlendirmesiyle güruha dönüşüp, şiddet uyguladığını göstermekte. İşte o yetke politik olandır.
Politik olanın yetkesini nasıl inşa edebildiğini tartışabilmek için insan zihninin işleme olanak ve sınırlılıklarına biraz daha yakından bakmak gerekiyor. Linç eylemlerinde hedefin o sırada orada bulunan, duyup gelen, toplanıp getirilenlerin gözünde düşmanlaştırılması gerekir. Bu düşmanlaştırma süreci aynı zamanda bir ikna etme/ zorlama sürecidir de. Bu süreci işleten önyargıdır. Önyargı, insan zihninin işleyişindeki bilişsel ‘sınır ve sınırlamalar’ın bir sonucu. İnsanın kendisini ve kendisi dışında olanı anlayabilmesi türe özgü evrensel bilişsel süreçlerle mümkün. Ben ile ben olmayanı kavrama süreci kategorizasyonla başlar. Gerçekliği kategorilerle bilmeye çalışır insan zihni. Kategorileştirme belirsizliği ortadan kaldırarak hayatı bilinebilir bir şey olarak tanımlar.
Ben olmayanı kategorize ederek tanımlamak kaçınılmaz. Ancak ben olmayan hakkındaki inanç, duygu ve tutumlar kategorizasyonun doğal/kaçınılmaz sonucu değil. Burada çok sık düşülen hatalı bir önermeden söz etmenin de tam sırası. Artık politikacıların da ağzına sakız olan ‘beni ötekileştirme’ sözü külliyen yanlış dahası saçma bir talep. Öteki, ben olmayandır ve benim için öteki olmazsa zaten ben de yokum demeye gelir. İnsan yavrusunun ilk ötekisi annedir (teknik anlamda anne, yani ona ilk bakımı veren, besleyen, iletişime giren). İnsan yavrusu annesiyle kendisinin bir ve aynı olmadığını, annenin öteki olduğunu kavradığında insanlaşma (ben olma) başlar. Mesele öteki ile olan ilişkimin ne olduğu ve bu ilişkiyi neyin belirlediği. Öteki, var olduğu anda dolaysızca benim düşmanım olmak zorunda değil. Ama ötekini (ben olmayanı) nasıl gördüğüm, onun hakkındaki duygu/ bilgi/ inanç ve tutumlarım politik olanca belirlenir. Konu dışı olsa da bebek, anne ve baba arasındaki bile politiktir. Ötekinin bana benzeme ya da benzememe oranı onun hakkındaki duygularımı dolaysızca belirlemez. Ne kadar bana benziyorsa o kadar yakın ve dost, ne kadar benden uzaksa o kadar tehditkâr olarak görmek zorunda değiliz. Toplum içindeki bireyler söz konusu olduğunda politik olanın biz ve biz olmayanlar ayrımına etkisi belirleyici hale gelir.
Ötekini kategorizasyonla tanırız. Her kategorizasyon kaçınılmaz bir yanılsama da yaratır. Kategori içi farklılıklar kategori dışında kalanlar aleyhine silinir. Türkler, Müslümandır önermesi, yakından bakıldığında doğru değildir. Ateist, deist, Hıristiyan, Bahai, Yahudi Türk vardır. Ama bu farklılıklar kategorizasyon içinde silinir. İnşa edilen kategori çoğu zaman hakikati çarpıtır. Kategori içi farklılıkları silme, kategori dışı farklılıkları abartmaya grup lehine çarpıtma denilir. İster deneysel kurulsun ister küçük ya da büyük olsun, ister tarihsel kökleri olsun ya da olmasın insan zihni içinde bulunduğu grubun dışarıda kalanlara göre daha farklı olduğuna dair bilişsel inanç taşımaya eğilimli. Sorun bu farkın iyi, kötü, düşmanca, dostane olarak yorumlanmasında politik etkinin olup olmadığı.
Bir kere ben olmayanı benim düşmanım olarak görmeye başladığımda, sterotipi ve kontrast etkisi denilen bilişsel süreç devreye girer. Sterotiplendirme; grup dışında olanları benzeştirme, birörnekleştirme. Bugünkü yargılarımız, hatıralarımızı biçimlendirir. Bugün Kürtleri sevmiyorsak, Kürtlerin tarih boyunca hep kötü olduklarını hatırlamaya başlarız. Herhangi bir bombalama olayında, olay öncesinde Kürtlerin oradan uzaklaştıklarını hatırlamaya başlar Türkler! Kontrast etkisi iyi olanları kendine alıp abartma, kötü olanları dışarıdakine aktarıp abartma eğilimidir. Biz ahlaklıyız onlar ahlaksız gibi.
Ötekini bir kere düşman olarak kategorize edildiğinde onun sadece düşman değil aynı zamanda daha değersiz olduğu da inşa edilir. Ötekini değersizleştirirken söylenti inşası ve geçmişte yaşanan zulüm hikâyeleri devreye girer. Milliyetçi kışkırtmalarda ve düşmanlıkların inşa edilmesinde söylenti inşası ve tarihsel zulüm sık, çok ve son derece bilinçli kullanılır. Bosna Kasabı olarak bilinen Radovan Karaciç psikiyatrdır. Yugoslavya iç savaşının başlangıcında aylarca Sırp köylerini dolaşarak 600 yıl önce yapılan Kosova Savaşı’nda öldürülen Sırp prens Lazar için cenaze törenleri düzenlemiştir. Bu gıyabi cenaze törenleri boyunca Sırplar (hıristiyanlar) ile Bosnalılar (Müslümanlar) arasında 600 yıllık bir kan davasının olduğu biteviye tekrarlanmış, bugün şimdi yanı başında olan komşunun aslında katil olduğu ve zulmünün hala sürdüğü yargısını Sırplar arasında yaygınlaştırılmak amaçlanmıştı. Başarıldı da, Karaciç cenaze töreni düzenleme ritüelinin ne işe yarayacağını en başından biliyordu olasılıkla…
Söylenti inşası için çok güncel bir örnek Mudurnu, Taşkesti beldesinde saldırıya uğrayan Kürt işçilerin ‘bayrağımıza küfür ettiler’ haberi. Söylenti yayılırken hikâyenin ‘önemsiz’ ayrıntıları silinir (leveling). Aslında bu silme işlemi olayın gerçekten olup olmadığının denetlenmesini engeller. Olay nerede olmuş, kimin başına gelmiş, kim tanık olmuş gibi bilgiler kaybolur/ kaybedilir; ‘Kabataş’ ta türbanlı anneyi taciz etmişler, üzerine işemişler’ gibi. Olayın gerçekliğini denetlemeyi sağlayacak ayrıntılar silinirken dinleyiciyi etkileyecek ayrıntılar ise belirginleştirilir, vurgulanır (sharpening). ‘Kurtaran Türkmüş, vuran Kürtmüş, hepinizin soyunu kurutacağız diye nara atmış’ gibi. Aynı zamanda söylenti, dinleyicinin inançlarını ve gereksinimlerini amaca göre biçimlendirecek şekilde özümsetilir (assimilation); ‘PKK’lılar sünnetsizmiş, Ermeniymişler, Gezide herkes birbiriyle yatıyormuş, tuvaletlerini ortalığa yapıyorlarmış’ gibi. Bugünün savaş medyasının haberlerinin neredeyse tümü bu minvalde üretiliyor.
Söylentiler, kendiliğinden de ortaya atılıp yayılabilirler. Kimi zaman da gerçek bir olay kulaktan kulağa yayılırken çarpıtılıp, hakikatten koparılabilir. Ama çoğunlukla söylenti inşası bile isteye yapılır. Çatışmanın tarafları söylentileri bilerek çıkarır ve yayar. Maraş katliamında solcular sinemaya bomba koymuş söylentisinin bile isteye yayılmasının sağlanması gibi. 6-7 Eylül olaylarında olup biten de aslen bundan öte değildi. Gayrimüslimlerin mallarına el koymak ve onları Türkiye’den göndermek için bugün ayrıntıları iyice açığa çıkmış bir planın kanlı aşamasından başka bir şey değildi.
Düşmanlık inşa edildikten sonra devreye profesyonel kışkırtıcılar girer. Son derece bilinçli bir şekilde hazırlanan küçük gruplar olayla ilgisi olmayanları haberdar edip eyleme çağırırlar. Taşkesti beldesinde inşaatın yakınlarındaki bir kahveye biri girer ve bağırır; ‘PKK’lılar marketin önünde bayrağımıza küfür etmişler, ne duruyorsunuz!’ O sırada kahvede olanların artık yerlerinden fırlayıp kalabalığa katılmamaları çok zordur. ‘Sen neden gelmiyorsun, yoksa bayrağımız senin derdin değil mi, Ermeni dönmesi misin!’ sorgulamasına göğüs germek pek mümkün değildir. Böylece kalabalık giderek güruha evrilir ve bir noktadan sonra herkes çığırından çıkar, bireysellikler silinir ve akıl devre dışı kalır. Ancak güruhun içinde şiddetin nereye, kime, nasıl yöneleceğini belirleyenler o anlarda bile son derece aklı başında ve soğukkanlı olarak model olurlar.
Olay, medyada sanki kendiliğinden başlamış gibi haberleştirilir. Örneğin Ankara’ da HDP Genel Merkezi önünden geçen herhangi bir ‘vatandaş’ birden celallenip, cinnet geçirip binaya bir taş atmış da o sırada orada bulunan diğer duyarlı vatandaşlar da zaten çok gergin olduklarından galeyana gelmişler ve bir anda Genel Merkeze saldırmışlar (!) gibi yansıtılır. Böylece her haber bir diğerini üretir ve yeni saldırıların daha da kolay icra edilmesini sağlar.
Kalabalıklar güruh biçimine kendiliğinden evrilmezler. Bu, panik sonrası durumlar için bile böyledir. 7 Haziran seçimleri öncesi Diyarbakır HDP mitinginde bomba patladığında kalabalık birbirini ezerek kaçışan güruha dönüşmedi. Çünkü en başta kürsüdeki kişi son derece soğukkanlı bir şekilde panik duygusunu önleyecek konuşmalar yaptı, miting görevlileri de disiplinlerini bozmadan kalabalığın alanı sakince boşaltmasına eşlik etti. Kalabalığın patlama seslerine olan aşinalığının da etkisi vardı.
Bu örnekler bize toplumun bir kişi olmadığını, onu oluşturan kişilerin toplamından da başka bir yapı olduğunu gösterir. Aynı şekilde her kalabalığın güruh olmadığını ama bir kere güruh biçimi oluşturulduğunda ortaya çıkan yapının telkine çok açık, muhakeme becerisini yitirmiş, dürtüsel ve saldırgan olabildiğini tanıtlar. Yine de güruh olmayı reddeden, kalabalığın baskısına direnebilen bireylerin sayısı da az değil. Taşkesti beldesindeki şehit babası gibi.
Kalabalıklardan güruhu oluşturmayı kolaylaştıran en temel etken başta iktidarı elinde tutanlar olmak üzere siyasal mücadeleyi yürütenlerin stratejik tercihleri. İkincileyin de var olan çeşitli çatışmaları çözmek için bir anlamda fırsat kollayan tekil kişiler. Örneğin, Ege bölgesinde Kürtlere yönelik kışkırtmaların diğer bölgelere göre daha kolay etki etmesinin nedenleri üzerine kafa yormak gerekli. Acaba, doksanlı yıllar boyunca köy boşaltmalarla göç etmek zorunda kalan Kürtler bu bölgede iş gücü dağılımı, mülk edinme, iş ve gelir sahibi olma gibi alanlarda göreli de olsa zenginleşmiş olabilirler mi? Neden Kürt inşaat işçilerine bu kadar çok saldırılıyor? Evet, polis saldırganlara göz yumuyor, kimse gözaltına alınmıyor ve kolay hedefler doğru. Ama aynı zamanda işsizlikle olan bağı var mı? Bolu gibi çok etnili bölgelerde Karadeniz, Erzurum gibi bölgelerde ‘daha da Türk, en Türk olduğunu’ kanıtlama çabasının etkisi var mıdır? Bu sorulara verilecek kolay yanıtlar yok.
Türkiye’de özellikle 7 Haziran seçimlerinden sonra kalabalıklardan güruhu örgütlemeye ve onu kendi politik amaçlarına yönelik olarak kullanmaya çalışanların kim olduğu belli. İyimserlikle suçlanmak pahasına bu kadar olaya rağmen iktidarın pek de başarılı olmadığını düşünmüyorum. Hürriyet gazetesinin önündeki kalabalığı ancak başlarına milletvekili koyarak toplayabildiler. HDP binalarına saldırılarda eskiden çok farklı olarak üniformalı güvenlik görevlilerinin neredeyse aktif katılımları gerekiyor. Demem o ki ‘şehit’ cenazelerinden yükselen protestoların hedefi sadece PKK ya da Kürtler değil artık. Üstelik giderek diğer sesleri de bastırıyor ve susturma, duymazdan gelme çabaları geri tepiyor. Değil Türkiye, dünya tarihinde bile ölen askerin yakınının Cumhurbaşkanını yüzüne karşı protesto etmesi, onun da kontrolünü kaybedip şehit yakınlarının karaktersiz olduğunu söylemesi vaki değil.
Türkiye’de cinnet geçirme potansiyelinin toplumda değil iktidarı elinde tutan(lar)da olduğunun da tanıtı bu olaylar. Bir bakıma bu hal daha da tehlikeli olabilir. İktidarı elinde tutan(lar) cinnet geçirirlerse yani kontrollerini ve muhakeme yeteneklerini kaybedip, duygusal (korku) ve dürtüsel davranmaya başlarlarsa, asıl o vakit ne olacağı kestirilemez hale gelebilir.