“Çocuklar” diye bir topluluktan -belki de bir sınıftan- söz ederken homojen bir gruptan söz etmemiz mümkün değildir. Çocuklar ancak üretim araçlarıyla ortak sosyal, politik ve ekonomik ilişkilenme biçimleri, toplumsal kaynaktan aldıkları payın özellikleri (yetişkinlere bağımlılıkları mesela) ve örgütlülük (örgütlenmeme) biçimleri ile bir sınıf olarak tanımlanabilirler.[1]
Zengin çocuk, yoksul çocuk, kız çocuk, oğlan çocuk, hasta çocuk, işçi çocuk gibi pek çok çeşitlilik içeren bu “çocuk/lar sınıfı” içerdiği çeşitlilikten bağımsız sadece “çocuk olma statüsü” sebebiyle yetişkinlerden farklı muamelelere maruz kalma konusunda ortaklaşırlar. Bob Franklin’in dediği gibi çocuklar “çocuk olma statüleri” sebebiyle “politik, ekonomik, yasal, eğitsel ve günlük yaşamla ilgili pek çok kısıtlamaya maruz kalırlar”, yetişkinler tarafından kurgulanan dünyada yaşanılagelen tüm kötülüklerden çoğunlukla yetişkinlerden daha fazla etkilenirler.[2]
“Çocuk hakları” kavramı da tam olarak “çocuk olma statüsüyle” ilgili belirlenmiş ancak hemen ardından felsefi, ahlaki ve yasal soruları peşi sıra getiren bir kavram olmuştur. Çocuk hakları denildiğinde “Çocuk kimdir, kime çocuk denir?” “Çocuk hakları yetişkin haklarından farklı mıdır?” “Bazı haklar –oy kullanmak gibi– çocuklardan esirgenmeli midir ve neden?” “Ekonomik olarak güçlerinin zayıf olması bakım ihtiyaçlarından mı kaynaklıdır?” “Yasal statülerindeki zayıflıklar sebebiyle mülk edinemedikleri için mi anne babaların mülkü olarak görülürler?” gibi pek çok soru kafamızda belirir. Zaten çocuk hakları kavramının ortaya çıkması ve aslında bu yolla “çocuk” denilen gruba/sınıfa bir “değer” atfedilmesi için de uzunca bir zaman geçmesi gerekmiştir.
Toplumsal bir kurgu olan “çocuğun” haklarıyla ilgili ilk toplumsal politika belgesinin 1779 yılında İsviçre’nin Zürih Kantonu’nda yayınlanan bir emirname olduğu kabul edilir. [3] Çocukların haklarının uluslararası ortamda korunması amacıyla bir örgütün gerekli olduğu düşüncesi de ilk defa 1894 yılında Jules de Jeune tarafından ortaya atılmış ancak fikrin ardından başlatılan bazı girişimler 1.Dünya Savaşı’nın başlamasıyla askıda kalmıştır. [4] 1833 yılında İngiltere’de çıkartılan 9 yaşın altındaki çocukların çalışmasını, 9-18 yaş arasındaki çocukların da gece çalışmasını yasaklayan Fabrikalar Yasası da, çocukların köle gibi çalıştırılmasının olağan olduğu bir dönemde ilerici ve çocukların haklarını içeren ilk yasal düzenlemelerden biri olarak kabul edilebilir.
Çocuklar İçin Uluslararası Yardım Örgütü’nün kurulduğu 1920 yılı ise çocuk haklarıyla ilgili önemli tarihlerden bir başkasıdır. Temel amaçlarından biri savaştan zarar gören ülkelerin çocuklarının acil gereksinimlerini gidermek olan örgüt bu amacına ulaşmak için daha yaygın ve sürekli bir biçimde çocukları koruma programının düzenlenmesini ve bu programın ilkelerinin belirlenmesini sağlamıştır. Çocuklar İçin Uluslararası Yardım Örgütü’nün bu çabaları ikinci önemli bir tarih olan 26 Eylül 1924’te Milletler Cemiyeti Genel Kurulu tarafından “Çocuk Hakları Bildirgesi”nin kabul edilmesine zemin oluşturmuştur. 1924 yılında kabul edilen Çocuk Hakları Bildirgesi çocuklarla ilgili geniş kapsamlı ilk uluslararası düzenleme oldu.
1948 yılında Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu tarafından kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde ise çocukların hak ve özgürlükleri için özel bir düzenlemenin yer almayışı çocukların haklarının ayrı bir şekilde tanımlanması ihtiyacını belirgin hale getirdi. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ardından geçen yaklaşık 10 yıl boyunca süren çalışmalar sonucunda, 20 Kasım 1959’da, BM Genel Kurulu 78 ülkenin temsilcisinin katıldığı genel oturumunda –çocuklara özel kurgulanan– “Çocuk Hakları Bildirgesi”ni oybirliği ile kabul etti.
Çocuk Hakları Cenevre Bildirgesi ile 1924 yılında başlayan sürecin son aşamasını ise 20 Kasım 1989 tarihli Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi oluşturdu.[5] BM Çocuk Hakları Sözleşmesi BM’ye üye olan tüm ülkelerin oy birliğiyle kabul edildi ve imzaya açıldı. Çocukların haklarının diğer insan hakları sözleşmelerinden ayrı bir şekilde tanımlanarak hükme bağlanmasının sebebi çocuklara özgü bir hak bildirgesi ihtiyacını doğuran temel sebeplerle hemen hemen aynıydı: Çocukların insan gelişiminin özel bir evresinde bulunuyor olmaları; yetişkinlerin kurguladığı bu dünyada görüşlerinin nadiren dikkate alınması; oy haklarının bulunmaması; devletlerin insan hakları konusundaki tutumunu belirleyen siyasal süreçte anlamlı bir rol oynayamamaları; kendi haklarını korumak için adli sistemden yararlanma konusunda önemli sorunlarla karşılaşmaları; haklarının ihlali durumunda hukuki yola başvuramamaları; haklarını koruyan örgütlere erişimlerinin genel olarak sınırlı olması.
Bir başka önemli girişime de 2.Dünya Savaşı sırasındaki çocuk kıyımları sebep oldu. Bu dönemde yaşanan ölümler ve ardından çocukların emeklerinin ve cinselliklerinin sömürülmesindeki artış, uluslararası bir hareket yaratmış ve BM bünyesinde çocuk ticaretine, çocukların köleleştirilmesine, küçük yaşta evlendirilmesine, evlat edinmenin kötüye kullanılmasına, yurtsuzluğa, eğitimde aşağılanmaya, evlilik dışı çocuklara ayrımcılık yapılmasına ve ceza yargılamasında çocuğa uygun olmayan uygulamalara karşı bir dizi karar oluşturulmasını sağlamıştır.[6]
1700’lerin sonunda başlayan tüm bu çabalar sonucu ortaya çıkan belgelerde, yasalarda ve hareketlerde, çocuk hakları konusunda sadece “belirli alanlarda çocuğun korunması” şeklindeki bir yaklaşım belirleyici oluyordu. Ya çocuk fuhuşuna karşı önlem almaya ya da daha önce de belirtildiği gibi çocukların ucuz işgücü olarak sanayide, fabrikalarda, madenlerde ve gece işlerinde çalıştırılmalarının önlenmesine odaklanılıyor ve çocukların korunmasının yolları aranıyordu.
Bütün bu girişimler elbette dünyanın çocuklara karşı duyduğu ilginin güçlenmesini sağlarken bu ilginin temelini oluşturan “çocuğun korunması” yaklaşımı çocukların bazı sınırlandırmalara maruz kalmalarına sebep oldu. Paternalizm olarak da adlandırılan korumacı yaklaşım yetişkinlerin dünyasını temel alarak çocukları zayıf, yetersiz ve irrasyonel varlıklar olarak görürken sürekli korunması, eğitilmesi gerektiğini düşünüyordu. Nitekim çocuk ıslahevleri, çocuk mahkemeleri gibi çocuklara özgü kurumların kurulması düşüncesi de bu yaklaşım içerisinde oluştu.[7]
Bu yaklaşımın yansıması 1959 yılında kabul edilen BM Çocuk Hakları Bildirgesi’nde de açıkça ortaya çıktı. Bildirge çocukların ayırımcılıktan, kötü muameleden korunmasından ve vatandaşlık gibi haklarından söz ederken; “bağımsız bireyler” olarak kabul edilmeleri gerektiğinden, görüşlerinin öneminden, toplumda katılımlarının değerinden ve buna ilişkin mekanizmaların kurulması gerekliliğinden söz etmedi.[8] Bu nedenle eğitim, sağlık ve özel korunma haklarına yer veren bildirgenin, korumacı yaklaşımın argümanları doğrultusunda belirmiş bir iradeyi yansıttığı kabul edilir.[9]
Korumacı yaklaşımda çocukların bağımsızlıkları kabul edilmediğinden bazı özgürlüklerinin kısıtlanması da olağan, aynı zamanda gereklidir. Korumacı yaklaşım yani paternalizm tarihsel olarak bakıldığında ne yazık ki sadece çocuklar üzerinde değil yaşlılar, siyahlar, kadınlar, azınlıklar gibi gruplar üzerinde de benzer mekanizmalarla iktidar oluşturmaya çabalar. Çocuklar üzerindeki farkı –ve belki de daha tehlikeli oluşunun nedeni– ise çocukların yararını düşündüğü izlenimi vermesidir: “Eğer çocuklar adına tercihleri yetişkinler yapmazsa çocuklar yanlış tercihlerde bulunarak zarar görebilirler.”
Ancak 1989 yılında BM Genel Kurulunda kabul edilen BM Çocuk Hakları Sözleşmesi çocukları sadece korunması gereken varlıklar değil, kendilerini gerçekleştirebilecekleri olanakların sağlanmasıyla hak ve özgürlükleri olan varlıklar olarak tanımlamış ve paternalist yaklaşıma tepki olarak doğan “özgürleştirici yaklaşımın” uluslararası dayanağı olmuştur.
BM Çocuk Hakları Sözleşmesine göre çocuk hak sahibi bir birey, çocukluk ise bir varoluş tarzıdır. Bu nedenle de korunma haklarının yanı sıra yetişkinlerin kendilerini gerçekleştirmelerini sağlayacak olan ifade, düşünce, örgütlenme özgürlükleri ile katılım hakkını da çocuklar için tanımlar.
Özgürleştirici yaklaşım 1989 yılından beri BM Çocuk Hakları Sözleşmesiyle birlikte uluslararası bir standart olmuş olsa bile toplumların ve devletlerin bu yaklaşımı henüz benimsemedikleri, hatta bazı devletlerin BM Çocuk Hakları Sözleşmesini sadece ve çoğunlukla korumacı yaklaşım çerçevesinde anlamayı tercih ettikleri, onu bu şekilde uygulamaya geçirdikleri ve böylece çocukların kendilerini gerçekleştirmelerinin önünde engel yarattıkları da bir gerçektir. Peki ya Türkiye?
TBMM GENEL KURUL TARTIŞMALARIYLA TÜRKİYE’DE ÇOCUĞUN HAKLARI
Türkiye’de özelikle Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte çocuk kimi zaman gizli kimi zaman da açıktan paternalist politikanın milli öznesi olarak algılanmıştır. [10] Bu algılama şekli Türkiye’nin 1995 yılında imzaladığı Sözleşme’yi yorumlama biçimine ve hayata geçirmesine de etki etmiştir. Özellikle devletin çocuk hakları uygulamalarında ve çocukla ilgili yasama faaliyetlerinde çocuk haklarını paternalist yaklaşımla ele alması, hâlâ çok sık karşılaşılır bir durumdur. Ama BM Çocuk Hakları Sözleşmesinin ilk kez ayrıntılı olarak ele alındığı TBMM Genel Kurulu’ndaki tartışmalar –ki bu tartışmalar hâlâ geçerliliğini korur– bu yaklaşımı olabildiğince açık etmektedir.
Türkiye 1990 yılında imzaladığı BM Çocuk Hakları Sözleşmesini TBMM Genel Kurulu’nda 9 Kasım 1994 yılında görüştü. Görüşürken diğer bazı yasaların kabulü sırasında olduğu gibi Sözleşme’nin onaylanmasını içeren yasada da önemli tartışmalar yaşandı.
DYP-SHP Koalisyon Hükümeti’nin Meclise getirdiği Sözleşme’ye ilişkin tartışmalarda dikkat çeken noktalardan biri, Sözleşme’nin 17’nci, 29’uncu ve 30’uncu maddelerine konan çekincelerdi.
TBMM Genel Kurulu’nda o gün, Türkiye’de Lozan Anlaşması’nda belirtilenlerin dışında herhangi bir azınlığın olmadığı, azınlıkları kabul etmenin insan hakları gereği olduğu düşüncesinin de bir “safsata” olduğu, bu nedenle çocukların kültürel haklarıyla birlikte eğitimin amacını tanımlayan 17’nci, 29’uncu ve 30’uncu maddelere ilişkin çekince koyulmasının gerekliliği genel bir kabul görmüştü. Zaten Sözleşme’nin kabulüne ilişkin yasayla ilgili hazırlanan komisyon raporunda da bu çekinceler dönemin Hakkâri Milletvekili Esat Canan dışındaki tüm üyeler tarafından kabul edilmişti.
Genel Kurul görüşmeleri sırasında bazı vekiller çekince konulan 17’nci, 29’uncu ve 30’uncu maddenin yeterli olmadığını, ayrıca başka maddelere de çekince konması gerektiğini kolaylıkla talep edebildi. Paternalist yaklaşımın sonucu olarak çekince konulması talep edilen maddelerden biri tam da çocuklara dernek kurma hakkı tanıyan 14’üncü maddeydi. Konuyla ilgili bir vekil, Genel Kurula katılanlara “Bakın bir kere daha düşünelim diyorum, bu maddeye çekince koyulmazsa çocuklar dernek kurabilecekler” diye uyarıda bulunuyordu.
TBMM tutanaklarına geçtiği şekliyle, Sözleşme’ye dair “..çocukla veli arasındaki münasebetlerde bizim kanunlarımıza, bizim örf ve âdetlerimize aykırı birtakım uygulamalara olanak tanınması” ifadesi ise sözü sadece çekinceye de değil Sözleşme’nin onaylanmamasına kadar getirmişti.
Sözleşme’nin 14’üncü maddesine ilişkin yapılan uyarının benzeri 15’inci ve 16’ncı maddelere ilişkin de yapıldı. Bu maddeler ile çocukların haksız bir biçimde yapılabilecek müdahale ile onur ve itibarlarına yönelik saldırılara karşı yasa tarafından korunma hakları tanımlanıyordu. Yani çocuklara verilecek koruma tedbirlerinden söz ediliyordu. O gün bu maddeye de çekince konması gerekliliği –yine tutanaklara yansıdığı şekliyle– bu maddenin “batıda vardığı ifrat” ile gerekçelendiriliyordu. Batıda çocuklar bu tür müdahale ve saldırı durumlarında ailelerinden alınabiliyordu.
Bu tartışmalarla birlikte sona eren 9 Kasım 1994 tarihli Genel Kurul’da Sözleşme 17’nci, 29’uncu ve 30’uncu maddelerine konulan çekincelerle kabul edildi, sözleşmenin her bir maddesi Anayasaya göre iç hukuk normu haline geldi.
9 Kasım 1994 günü ilgili komisyonun toplantılarında yaşanan bu tartışmalar, aslında Türkiye’de çocuk ve haklarına yönelik paternalist algıyı deşifre ediyordu. Örneğin bu algıya göre çocuk, insan hakları belgelerinde de tanımlanan anadili gibi birtakım hak ve özgürlüklere sahip olsa bile, Lozan anlaşması gibi siyasi sözleşmeler ve politik öncelikler sebebiyle çocuğun bu hak ve özgülükleri ötelenebilir, sınırlandırabilirdi. Buna da elbette çocuklar değil yetişkinler karar verirdi.
Bu tartışmalara yansıyan paternalist yaklaşımın gerekçesi de çocukların yaşları itibariyle, yani deneyimsizlikleri ve irrasyonel olmaları sebebiyle örgütlenmelerinin mümkün olmayacağıydı. Böylesi bir düzenleme gerekli de değildi.
Tartışmalarda ortaya çıkan bir başka benzer yaklaşım da çocuğun aileye ait olduğuydu. Aile çocuğun onuruna saldırıda bulunsa bile aileden ayrılması düşünülemez ve de kabul edilemezdi.
Sözleşme’nin onaylanmasının üzerinden 20 yıl geçmesine karşın Türkiye’deki çocuk hakları ihlallerinin önünü açan; derinleşmesine ve karmaşıklaşmasına, cezasız kalarak yeniden üretilmesine sebep olan da ne yazık ki hâlâ etkisini sürdüren çocuğa ve haklarına ilişkin bu paternalist yaklaşım… Türkiye’de çocuk milli politikanın bir aracı, irrasyonel ve yetersiz olması sebebiyle sahibi aile ya da devlet olan ve gerektiğinde hakları sınırlandırılabilen bir varlık.
Peki bu yaklaşım Türkiye’deki çocuğu gerçekten koruyabiliyor mu? Türkiye bu yaklaşımla BM Çocuk Hakları Sözleşmesinden doğan yükümlüklerini yeteri kadar yerine getiriyor mu?
TÜRKİYE’NİN BM ÇOCUK HAKLARI SÖZLEŞMESİNE GÖRE YÜKÜMLÜLÜKLERİ
Devletlerin üç temel insan hakları yükümlülüğü bulunur: İlki, devlet organ ve görevlilerinin kendilerinin bir ihlalde bulunmamasını gerektiren “saygı gösterme” yükümlülüğüdür. İkincisi, devletlerin hak sahiplerini üçüncü tarafların müdahalesine karşı korumasını ve failleri cezalandırmasını öngören “koruma” ve üçüncüsü ise hakların hayata geçmesi, gerçekleşmesi ve etkin kılınması amacıyla özel pozitif tedbirlerin alınmasını gerektiren “sağlama” yükümlülüğüdür. Bu yükümlülükler elbette çocuk hakları açısından geçerlidir. Yani BM Sözleşmesine göre devlet ve devletin tüm organları çocukların haklarını ihlal etmeyecek, başkalarının ihlalinden çocukları koruyacak ve çocukların hak ve özgürlüklerinin yaşama geçmesini sağlayacaktır.
Sözleşme’nin onaylandığı tarihten bu yana çocuk hakları açısından birtakım olumlu gelişmeler yaşandı. Örneğin 2002 yılında değiştirilen Medeni Kanun’da çocukların evlilik yaşı kızlar ve oğlanlar için eşitlenerek 18’e yükseltildi. 2004 yılında yenilenen Türk Ceza Kanunu’nda ise ceza ehliyetinin alt sınırı 13 yaş olarak hükme bağlandı.
2005 yılında yürürlüğe giren Çocuk Koruma Kanunu’nda ise doğrudan sözleşmeye referans verilerek Türkiye’deki 18 yaş altı herkes “çocuk” olarak kabul edildi. ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) ve ÇHS’nin asgari standartları temel alınarak İş Kanunu’nda da değişiklik yapıldı ve 15 yaşını doldurmamış kişilerin çalıştırılması yasaklandı. Bu değişiklikle 14 yaşını doldurmuş çocuklardan ilköğretimi tamamlamış olanların bedensel, zihinsel ve ahlaki gelişmelerine ve eğitime devam edenlerin okullarına devamına engel olmayacak hafif işlerde çalıştırılabilmeleri hükme bağlandı.
BM Çocuk Hakları Sözleşmesinin kabul edildiği TBMM Genel Kurulu’nda yaşanan tartışmalarda dile getirilen çocukların dernek kurma özgürlüğü ise 10 yıl sonra yasal zemin bulabildi. 2004’te kabul edilen Dernekler Kanunu ile 12 yaşından büyük çocuklar derneklere üye olabilir, 15 yaşından itibaren de kendi derneklerini kurabilir hükmü yürürlüğe girdi –ancak yetişkinleri de çok zorlayan dernek bürokrasisiyle baş edebilmelerinin yolları bu yasada yer almıyordu.
Çoğunluğu yasal olan bu olumlu değişiklikler kadar ne yazık ki çocukların hayatlarında somut, pratik gelişmeler kendini tam olarak hissettirmedi. Hatta son 10 yıla baktığımızda özellikle de bazı alanlarda çocuk haklarında gelişme değil aksine daha da karmaşıklaşarak derinleşen ihlal durumları yaşanır olduğunu görüyoruz.
SON 10 YILDA TÜRKİYE’DE ÇOCUK VE HAKLARI…
Son 10 yıl içerisinde Türkiye’de çocuklar açısından önemli pek çok olay yaşandı. Örneğin 30 yıldan fazla süredir çatışmaya sebep olan Kürt sorununda çocuk meselesi daha fazla gündeme taşındı. Bunun sebebi yaşanan çatışma sonucunda yaygınlaşan ve derinleşen göç, yoksulluk, ağır insan hakları ihlalleri ve şiddetin Kürt çocukları üzerindeki etkisiydi. Kürt çocukları bu kez içine doğdukları politik ortamın, Kürt hareketinin önemli bir aktörü oluverdi. Bunun ilk kez açığa çıkması, 2004 yılında Mersin’de yaşanan ve hafızalarımıza “bayrak yakma” olayı olarak kazınan süreçle gerçekleşti. Mersin’de bir protesto sırasında bayrak yaktıkları gerekçesiyle çocuklar tutuklandı, yetmedi, dönemin siyasetçileri tarafından açıktan hedef gösterildiler.
Bu hedef gösterme 2006 yılında çok daha açık ve sert bir şekilde Başbakan tarafından yapıldı. Çocukların da sokakta olduğu 28-31 Mart olayları Diyarbakır’da devam ederken,“Kadın da olsa çocuk da olsa gereken yapılacaktır” diyen Başbakan, kolluk güçlerinin çocukları hedef almasının yolunu açtı. Olayların sonunda 5 çocuk yaşamını kaybetti.
Kürt çocukları için yıllardır bazen açıktan, bazen anadillerinin kullanılmasının önüne geçilmesi ile gizliden, bazen de en yakınlarının yaşadıklarına tanık olarak gördükleri şiddet, bu tarihten sonra biçim değiştirdi. 2006 yılından itibaren toplumsal olaylara katıldığı için binlerce çocuk BM Çocuk Hakları Sözleşmesinin öngördüğü çocuk adalet sistemi ilkelerinin tam tersi şekillerde, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında gözaltına alındı, tutuklandı. Devlet yetkilileri, hem sivil toplum örgütleri hem de uluslararası kuruluşlar tarafından Kürt çocuklarının kapatılmalarının ve şiddete maruz kalmalarının sonuçlarıyla ilgili pek çok kez uyarıldı ama işe yaramadı… Devlet çocuklarını anlamayı değil şiddeti tırmandırabileceğini bile bile çocukları şiddetle terbiye etmeyi tercih etti.
Tutuklamalar ve devlet şiddeti sebebiyle ölümler devam ederken 2009 yılında Pozantı Tutukevinde Kürt çocuklarına yönelik sistematik şekilde devam eden cinsel şiddetin ve işkencenin dehşet veren boyutları açığa çıktı. Devlet burada bırakın çocuklarını korumayı, başka çocukları kullanarak şiddetin tek faili oldu.
Pozantı olayı, devletin çocukları koruma yükümlülüğünü –en azından bir mahcubiyetle– hatırlamasına yol açabilecekken çocuk hakları ihlallerinde sıkça görüldüğü gibi devlet, savunma pozisyonuna geçti ve olayı münferit olarak değerlendirdi. [11] Ardından Şakran, Antalya, Erzurum ve son olarak Sincan cezaevlerinde benzer olayların olması devletin bu savunmacı tavrında herhangi bir değişikliğe yol açmadı. Hatta kapalı kurumlarda uyguladığı bu şiddeti çocuklar tahliye olduktan sonra da çeşitli şekillerde devam ettirdi. Örneğin Pozantı cezaevinde tutukluluk yaşamış çocuklara asla ödeyemeyecekleri kadar yüksek miktarlarda idari para cezaları rahatlıkla kesiverdi. [12]
Bu süreçte Kürt çocuklarının yaşadıkları başka ağır ihlaller de devem etti. Göç etmek zorunda kaldıktan sonra yaşadıkları yoksulluk ve yoksunluğun yanı sıra faili belli olan ama asla ortaya çıkartılmayan cinayetlerde yaşamlarını kaybetmeye devam ettiler. 2004 yılında yaşamını kaybeden 12 yaşındaki Uğur Kaymaz ve Lice’de havan mermisiyle vurulan13 yaşındaki Ceylan Önkol gibi, son 10 yıl içerisinde 52 Kürt çocuğu sadece devletin şiddeti sebebiyle yaşamını kaybetti.[13] Roboski katliamında yaşamını kaybeden 19 çocuk da maalesef bu listeye giriverdi.
PKK ve devlet arasındaki çatışmasızlık dönemiyle birlikte 2013 yılında silahlı çatışmalar sebebiyle ölen çocukların sayısı azalırken, bu kez Türkiye’nin gündemine “dağa çıkan çocuklar” meselesi girdi.[14] Ancak bu da tıpkı 2008 yılında “Taş atan çocuklar” meselesinde olduğu gibi çocukları siyasetin öznesi değil nesnesi haline getirdi. Oysa her iki durumda da çocukların katılım ve siyaset yapma ihtiyaçları, siyasallaşma süreçleri anlaşılmaya çalışılmalı, bu konuda çocuklara kulak verilmeli ve onların gelişimlerini de sağlayacak olanaklar yaratılmalıydı. BM Çocuk Hakları Sözleşmesinin imzalanmasının ardından 20 yıl geçmesine karşın ne yazık ki bu yükümlülük de yerine getirilmemiş oldu.
Elbette ki son 10 yılın çocuk hakları panoramasını ortaya koyarken sadece Kürt çocuklarından söz etmek mümkün değil. Cinsel şiddete maruz kalan ve faillerinin çoğunun cezasız kaldığı pek çok çocuğun davasından hepimiz bir şekilde haberdar olduk. Mesela N.Ç. Davası… 13 yaşındayken 24 kişinin tecavüzüne uğraması nedeniyle açılan ve 10 yıl süren davada, olayda N.Ç.’nin rızasının olup olmadığı tartışmaları, tarafı olduğumuz BM Çocuk Hakları Sözleşmesine rağmen umarsızca ve şiddeti meşrulaştıracak bir rahatlıkla yapılabildi. N.Ç. davası bu nedenle “utanç davası” olarak adlandırıldı.
N.Ç. davasının dışında çocuğa yönelik şiddeti meşrulaştıracak benzer tartışmaların yapıldığı başka utanç davaları da mutlaka hatırlarsınız. Sakarya’daki Ö.Ç.’ye cinsel şiddet uyguladığı iddia edilen kişiler tahliye edilirken, Siirt’te 6 yaşındaki bir oğlan çocuğuna tecavüz eden kişi iyi halden indirim alıverdi. Kamu görevlilerine her sözü edildiğinde “münferit” olarak değerlendirilen çocuklara karşı cinsel şiddet, son olarak 2014 yılında görmezden gelinemez hale geldi. Üst üste yaşanan çocuk kaybolmaları ve ardından bu çocukların cinsel şiddete maruz kaldıklarının açığa çıkmasıyla birlikte devlet de bu duruma daha fazla kayıtsız kalamadı. Fakat Başbakan soruna derinlemesine çözüm bulunması gerektiğini kabul etmek yerine günü kurtarma telaşıyla, çocuklara cinsel şiddet uygulayanların idam edilmesi gerektiğini ancak yasaların buna izin vermediğini söyledi. Bu yolla hem şiddetin sadece devletin tekelinde olduğunu bir kere daha vurguladı hem de kamuoyunun tepkisinin azalmasını sağladı.
Hemen ardından yine son derece popüler söylemlerle çocuklara karşı cinsel şiddet uygulayanlara yönelik cezaların artırılacağı dile getirildi. Bu konuda çalışanlar sadece ceza artırımının işe yaramayacağını, sorunun ancak bütüncül bir çocuk politikasıyla çözülebileceğini dile getirseler bile hızlı bir şekilde çocuğa karşı cinsel suçlara yönelik cezanın artırıldığı yasa tasarısı, torba yasa içerisinde Meclise getirildi. Söz konusu yasal değişikliğin cezaları artıracağı söylenirken bazı kadın ve çocuk örgütleri durumun hiç de söylendiği gibi olmadığını fark etti. Bu yasa tasarısının cezaları arttırıyor gibi görünmesine karşın Hüseyin Üzmez gibi bazı kişilerin tahliyesine bile sebep olabileceği hem Bakanlıkla yüz yüze yapılan görüşmelerde hem de medya aracılığıyla paylaşıldı, nasıl olması gerektiğine ilişkin öneriler sunuldu. Ancak tüm bu eleştiriler ve öneriler görmezden gelinerek yasa tasarısı, iktidarın çoğunluklu oyuyla kabul edildi. Tasarı Haziran ayı bitmeden Cumhurbaşkanı tarafında da onaylandı. Şimdilerde kadın örgütleri ve çocuk örgütleri bu değişikliğe karşı kampanya hazırlığı içerisindeler.
Türkiye’nin son 10 yılında görünür olan bir başka cinsel şiddet olgusu da “çocuk gelinler.” Kısa bir süre önce pedofili mi yoksa değil mi tartışmasıyla medyanın da gündeminde çokça yer bulan “çocuk gelinler” konusu ağır bir insan hakları ihlali olarak karşımızda duruyor. Sivil toplum örgütlerinin yıllardır gösterdikleri çabalara rağmen, ne zamanki Siirt’te av tüfeği ile vurulmuş şekilde bulunan 14 yaşındaki Kader Erten medyada yer aldı devlet işte o zaman bu konuda da yıllardır atması gereken adımları atar”mış” gibi görünmek zorunda kaldı. Kader’in ölümünün ardından Diyanet İşleri Başkanlığı açıklama yaparak imamları çocuklara nikah kıymamaları konusunda uyardı. Atılan bu adım atıl“mış” gibiydi çünkü onca bilimsel karşı çıkışa rağmen umarsızca kabul edilen 4+4+4 Eğitim Sistemi kız çocuklarının eğitim ortamından uzaklaşmasına yol açarak çocuk gelinlerin artacağı öngörüsü yaratan bir sistemdi. Bu tehlike de sendikalar ve uzmanlar tarafından dile getirilse bile duymazdan gelindi. 4+4+4 Eğitim Sistemi çocuk gelinlerle ilgili doğrudan bir artışa sebep olup olmadığını şu anda bilemiyoruz, ama böyle bir olasılığın olması bile çocuk hakları açısından bu sistemin gözden geçirilmesi için yeterli bir gereklilikti. Sadece kültürel bir sorun olmayan çocuk gelinler mevzusunun insan hakları temelinde politik bir kararlıkla çözülebileceği çok açık. Ancak buna ilişkin bütüncül bir yol haritasını bakanlık henüz açıklamış değil.
Çocuk işçiliği sorununa baktığımızda ise özellikle son 10 yılda herhangi bir iyileşmenin olmadığı devletin kendi resmi rakamlarıyla bile anlaşılıyor. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) 1992’de tüm dünyada çocuk işçiliğinin sona erdirilmesine yönelik programını Türkiye’de başlattığında, o dönemde çalışan çocuk sayısının 1,5 milyon olduğu söyleniyordu. ILO’nun programıyla birlikte ve özellikle 8 yıllık zorunlu eğitimle, 2006’da çalışan çocuk sayısı yaklaşık 1 milyona düştü. Bu sözleşmenin imzalanmasından ve yasalaşmasından bu yana 12 yıl geçti. 12 yıl boyunca milyon dolarlar harcanarak çocuk işçiliğinin önlenmesi için pek çok bakanlık tarafından büyük otellerde süslü projeler gerçekleştirildi. Ancak konu hiçbir zaman etkili çözümleri sağlayacak gerçek sebepler üzerinden, yani varolan ekonomik sistem ile ekonomik ve sosyal haklar üzerinden tartışılmadı, ele alınmadı. Böyle olunca da işe yaramadı. İşte, işe yaramadığını gösteren bazı rakamlar: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in Haziran ayı içerisinde yanıtladığı soru önergesine göre Türkiye’de 958 bin çocuk ekonomik bir işte çalışıyor. 2013 yılında en az 71 çocuk işçi iş cinayetlerinde yaşamını kaybetti.[15] İstihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 2006 yılında 6 milyon 540 bin iken 2012 yılı için ise bu rakam yaklaşık 1 milyon kişi artarak 7 milyon 503 bine yükseldi. Okula devam ederken çalışan çocukların sayısı da 2006-2012 yılları arasında %64 oranında artarak, 272 binden 445 bine yükseldi.[16]
Türkiye’nin çocuk hakları yükümlülüklerini yerine getirmemesi sebebiyle yaşanan, devam eden, büyüyen çocuk hakları ihlalleri ne yazık ki yukarıdakilerle sınırlı değil. Örneğin çocuk adalet sistemi. 20 yıldır çocuklara özgü yakalanma, yargılanma koşullarının iyileştirilmesi için çabalar gösterildi. Pahalı projeler yapıldı, modeller kuruldu. Çocuğa özgü adalet sisteminin çok basit bir kuralı vardır: çocuklar yakalanırken kelepçe takılmaz. Polislere verilen onca eğitimin ardından en azından bu basit kuralın benimsenmiş olduğu fikri artık gelişmişken Gezi olayları sırasında, bırakın kelepçe takılmamasını, çocuklar insan hakları standartlarında işkence olarak tanımlanan ters kelepçe uygulamasından bile muaf olamadı.[17]
Türkiye bu süreçte çocuklara yönelik uygulanan ayırımcılık sorunuyla da tam olarak baş edemedi. Gündem Çocuk Derneği’nin Haziran 2014 tarihinde hazırlamış olduğu “Çocuğa Yönelik Ayırımcılık Raporu”[18]; devletin çocuklarını ırka, etnik kökene, cinsiyete, cinsel yönelime, engelliliğe, ekonomik durumuna çocuğun birinci derece yakınlarının meslek ve/veya işlerine, yakınlarından birisinin cezaevinde bulunmasına, çocuğun gelişimsel, fiziksel farklılıklarına, eğitim sisteminin ürettiği eşitsizliklere, çocuğun anne ve/veya babası ile birlikte olamamasına, çocuğun suça sürüklenerek ya da suç mağduru olarak çocuk adalet sistemine dahil olmasına, çocuğun birinci derece yakınlarından birisinin engelli, hasta ve/veya bakıma muhtaç olmasına dayalı olarak ayırdığını ortaya koydu.
2004 yılı BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin kabul edilişinin 25’inci yılı. 25 yıldır varolan küresel sistem güç merkezlerini sağlamlaştırarak tüm dünyada yoksulluğun artmasına, silahlı çatışmalara, ırkçılığa, ayrımcılığa ve eşitsizliğe neden olmaya devam ederken Türkiye de 2014 yılının Haziran ayında hala çocuklar için “hak”sızlıklar ülkesi olmaya devam ediyor…
Çocuklar Türkiye’de yoksulluğun, ayrımcılığın, ırkçılığın çeşitli boyutlarını yaşarken ekonomik sömürünün, çocuk ticaretinin, devlet şiddetinin de doğrudan hedefi oluyor. Çocukların yaşama, sağlık, eğitim, güvenli bir çevre, dil ve kültür, katılım, güvenlik ve onurlu yaşama haklan ihlal ediliyor. İfade özgürlükleri kısıtlanıyor, siyasete katılım araçlarından yoksun bırakılıyor. Köklerini tarihsel olarak çok eskilerden alan paternalist yaklaşım bile çocukları korumaya yetmiyor, çocukların ölümüne engel olamıyor.
Ama Türkiye’de neyin, ne zaman neyi değiştireceği hiç belli olmuyor. Birbirine küfrederken “Ermeni dölü” diyen bir ülkenin insanları 2007 yılında Hrant Dink’in cenazesi için milyonlar halinde sokağa çıkabildi. Yıllardır yaşanan çocuk ölümleri Mart ayında kaybettiğimiz Berkin Elvan’ın ardından öyle görünür oldu ki Türkiye çocuklarını öldürdüğünü nihayet fark etti. Berkin Elvan’ın öldürülmesiyle içinde bulunduğu arabanın feribottan düşmesi sonucunda yaşamını kaybeden Ecesu’nun ve anaokulunda üzerine lavabo düşmesi sonucunda yaşamını kaybeden 6 yaşındaki Efe Boz’un ölümündeki sorumlular –yıllardır çocuk hakları örgütlerinin dediği gibi– “devlet” şeklinde ortaklaştırıldı ve bu televizyonlarda konuşulabildi.
Mayıs ayında Soma Maden İşletmesi’nde yaşanan iş katliamında yaşamını yitiren Cemal Yıldız’ın 16 yaşında olma olasılığı verilecek tepkilerden kaynaklı, Bakanı ve hükümeti en çok tedirgin eden olay oldu. Halbuki Cemal 16 yaş altında olsaydı madenlerde bu yıl içerisinde ölen ilk ve tek çocuk olmayacaktı.
11 Mart 2014, yani Berkin Elvan’ın ölüm günü, Türkiye’deki çocuk hakları hareketinin unutmaması gereken bir tarih. Berkin’le birlikte sanki Türkiye Haydar Ergülen’in dediğini anladı: “Bir çocuğun ölümü yalnızca kendi ölümü değildir.”
Evet, tıpkı Berkin gibi polis şiddetiyle bu kez Adana’da yaşamını kaybeden 14 yaşındaki İbrahim Aras için milyonlar sokağa çıkmadı ama artık herkes biliyor: Devlet çocuklarını –bırakın korumayı– bizzat kendisi öldürüyor.
Bu bilginin bu ülkede hem vicdani hem de politik olarak nelere gebe olduğunu önümüzdeki zamanlarda göreceğiz. Gezi’den sonra nasıl hiçbir şey eskisi gibi olmuyorsa Berkin’in ölümünden sonra da Türkiye’de çocuklar için hiçbir şey aynı olmayacak!
Ama elbette Berkin’in ölümü “olmaz olaydı!”. Sözü burada Hüseyin Badilli’nin Berkin Elvan için yaptığı şarkıyla bitirmek lazım, “Beddua” ile:
“Berkin Elvan Kuş kanadı… Yavru ağzı buğday tarlası… Seni böyle 14’ünde isyan ettiren Allah’ından bulsun.. Olmaz olsun.. Böyle yazı yazanların bir yuvası… Mezarlarında ters dönsünler cehennem bile almasın onları… Yüzümüz kara sana karşı… Öğrendi halk nerede Okmeydanı… Diyorlar ki Berkin bizi uyandırdı.. Uyumaz olaydı… Masal mı bu?…“
DİPNOTLAR
[1]Yılmaz, M.O. (2013). Kayıp çocuklar Şehri. Evrensel gazetesi. 18.11.2013. http://www.evrensel.net/haber/72328/kayip-cocuklar-sehri.html#.Us0la7SFuZQ
[2]Der: FrankllinBob. (1993), Çocuk Hakları, Ayrıntı Yayınları
[3]Atılgan, Eylem, Atılgan Aydın. (2009) Çocuk Hakları Paradigması Ve Çocuk Ceza Yargılamasına Hâkim Olan
İlkeler Açısından Türkiye’deki Düzenleme Ve Uygulamaların Değerlendirilmesi, İHOP Yayınları
[4] Gülgün Müftü. (2013), Çocukların Hakları Ve Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşme: Bir Tarihçe, ICC yayınları
[5]“Bildirgeler” hukuken bağlayıcı değildir. Dolayısıyla, bildirgelerde yer alan ilkelere uyulmaması halinde yaptırım söz konusu olmamaktadır. Bununla birlikte bildirgeler ilan ettikleri hakların varlığının, evrensel kabule mazhar olduğunu gösterir. Buna karşılık Sözleşmeler kendisine taraf olan devletleri bağlayıcı nitelik taşır. Zira devletler sözleşmeye taraf olmakla, ona uygun davranma isteklerini ortaya koymuş olmaktadır. Dolayısıyla sözleşme hükümlerine uyulup uyulmadığını denetleyecek bir mekanizma, doğal olarak sözleşmenin ayrılmaz bir parçası olarak kurulur. İnsan hakları bildirgeleri bağlayıcı olmamalarına karşın dünya çapında genel kabul gören insan hakları sözleşmelerinin ortaya çıkışına zemin hazırlamışlardır.
[6]Yayın Kurulu: Bülent İlik, Celal Musaoğlu, Emrah Kırımsoy, Esin Koman, Ezgi Koman, Hakan Acar, Mehmet Onur Yılmaz, Mesude Atay, Şükrü Hatun, Türkay Asma.(2009) “Gündem Çocuk: Türkiye Çocuk Politikası-2008” ,Gündem Çocuk Yayınları.
[7]Atılgan, Eylem, Atılgan Aydın. (2009) Çocuk Hakları Paradigması Ve Çocuk Ceza Yargılamasına Hâkim Olan İlkeler Açısından Türkiye’deki Düzenleme Ve Uygulamaların Değerlendirilmesi, İHOP Yayınları
[8]Atılgan, Eylem, Atılgan Aydın. (2009) Çocuk Hakları Paradigması Ve Çocuk Ceza Yargılamasına Hâkim Olan İlkeler Açısından Türkiye’deki Düzenleme Ve Uygulamaların Değerlendirilmesi, İHOP Yayınları.
[9]Atılgan, Eylem, Atılgan Aydın. (2009) Çocuk Hakları Paradigması Ve Çocuk Ceza Yargılamasına Hâkim Olan İlkeler Açısından Türkiye’deki Düzenleme Ve Uygulamaların Değerlendirilmesi, İHOP Yayınları.
[10] İnal Kemal. (1999) Paternalist Politikanın İdeal Türk Çocuğu, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi DergisiCilt: 32 Sayı: 1
[11]Anaokulunda üzerine lavabo düşmesi sonucunda yaşamını kaybeden Efe Boz için mahkemeye sunulan bilirkişi raporunda Efe’nin yaramaz olduğu belirtilmişti. 2004 yılında, askerlerin açtığı ateş sonucunda babasıyla birlikte evlerinin önünde vurularak yaşamını kaybeden 12 yaşındaki Uğur Kaymaz için terörist olduğu belirtilmişti.
[12] İnsan Hakları Derneği Mersin Şube Raporları
[13]İnsan Hakları Derneği Mersin Şube Raporları
[14] Gündem Çocuk Derneği, Türkiye’de Çocuğun Yaşam Hakkı 2013 Raporu
[15]Gündem Çocuk Derneği, Türkiye’de Çocuğun Yaşam Hakkı 2013 Raporu
[16] DİSK-AR Türkiye’de Çocuk İşçiliği Gerçeği 2014 Raporu
[17] Gündem Çocuk Derneği, Gezi Parkı Olaylarında Çocukların Yaşadığı Hak İhlalleri Raporu
[18] Gündem Çocuk Derneği, Türkiye’de Çocuğa Karşı Ayırımcılık Raporu, 2014