Türkiye son yıllarda aralıklarla alevlenen bir anayasa tartışmasının içinde. Bu bağlamda ülkenin yönetim biçiminden seçim sistemine kadar pek çok mesele çeşitli vesilelerle sınırlı kamusallığımız içinde tartışmaya açılıyor. Fiili durumu belirsiz olsa da hukuken halen yürürlükteki anayasamızın ilk maddesindeki tanım –en azından şimdilik- yeni anayasa tartışmalarında bir ihtilaf konusu değil: “Türkiye devleti bir cumhuriyettir.” Öyleyse şu soruyu sorabiliriz: Bir cumhuriyet nedir; hangi ilkelerle tanımlanır? Bu sorunun ilk elde gayet sade bir yanıtı var. Politik düşünce için kurucu filozoflar arasında bulunan Machiavelli’nin tanımını takip edersek, egemenliğin veraset yoluyla nesilden nesile geçmediği yönetimlere cumhuriyet diyoruz.[1] Öte yandan bu negatif tanımın ötesine geçen, daha derinlikli bir tarif de mümkün: Cumhuriyet, yurttaşların katılımıyla oluşmuş yasalarla ve müşterek iyiyi gözetmek suretiyle işleyen bir özyönetim biçimidir.[2] Dolayısıyla bağlayıcı yasaların varlığı ve üstünlüğü ile yurttaşlık kurumu bir cumhuriyeti cumhuriyet yapan bileşenlerdir esasen. Burada yurttaşlık hem temel hakları anayasaca belirlenmiş hukuki bir kişilik, hem de herkesi ilgilendiren kararların alınmasında politik alana katılım gösterme yetkinliğine sahip bir irade ortaya koyması bakımından merkezdedir.
Cumhuriyet ile yurttaşlık arasındaki ilişki böylesine belirleyiciyken, cumhuriyetimizin bu ilişkiye hak ettiği önemi verip vermediği ise son derece tartışmalı bir konu. Hepimizin bildiği üzere anayasamız ve yasalarımız “Türk devletine yurttaşlık bağıyla bağlı herkesin Türk” olduğunu, “tüm yurttaşların vatan görevini yerine getirme yükümlülüğü” bulunduğunu ve Türkiye yurttaşlığının “Türk anne-babadan doğmak” ile “normal” yollardan kazanıldığını belirtiyor. Yurttaşların temel hak ve özgürlüklerine ilişkin bir katalogdan ve açık tanımlardan yoksun olduğumuz gibi anayasada adı geçen hakların kısıtlanması konusunda yöneticilerin geniş bir hareket alanına sahip olduğunu da eklemek gerek. Bu koşullarda cumhuriyetimizin cumhuriyet olma niteliğini kazanması –veya daha iyimser bir ifadeyle, devam ettirmesi- için geniş bir yurttaşlık tartışmasına gereksinim duyduğumuz; olası bir yeni anayasa hazırlama sürecinde yurttaşlığın bir hukuki statü ve politik etkinlik olarak nasıl tarif edilmesi, çerçevelenmesi gerektiğine dair bir tavır geliştirme ihtiyacı içinde olduğumuz açık.[3] “Eşit yurttaşlık” talebinin açıkça dile getirilmesi ve kaydadeğer bir destek alması nedeniyle 7 Haziran 2015 genel seçimlerinin bu bağlamda önemli bir fırsat sunduğu;[4] fakat seçimin ardından içine saplandığımız fiili olağanüstü hal ve savaş durumunun bu fırsatı ortadan kaldırdığı kanısındayım. Yurttaşlığın çeşitlenen boyutlarını ve katmanlarını ele alacağımız bu dosyada, cumhuriyet için hayati önemdeki bu tartışmayı anımsatmayı amaçlıyoruz.
Okumakta olduğunuz yazının amacı ise son dönemde yurttaşlık tartışmalarına damga vurmuş bir kavrayışı, anayasal yurttaşlığı –Türkiye’yi de içine alacak biçimde- cumhuriyetin yüzleşmek durumunda olduğu bazı sınırlar ve çıkmazlar karşısında önemsenmesi gereken bir model olarak ele almak. Anayasal yurttaşlık günümüz dünyasına Türkiye’yi de doğrudan ilgilendiren birkaç önemli konuda çözüm sunma potansiyeli taşıyor. İlk olarak, devlet ile yurttaş arasındaki ilişkinin etnik aidiyet ve doğum yerinin ötesine geçen bir ilke üzerinden belirlenmesini öneriyor. İkinci olarak, yurttaşlığın –ve dolayısıyla cumhuriyetin- durağan, hukuksal statüyle sınırlı bir tarifini yapmak yerine kendisini yenileyen ve kamusallık içinde sürekli söz almaya, hak talep etmeye davet eden bir perspektife işaret ediyor. Son olarak anayasal yurttaşlık, cumhuriyetin sınırlarıyla yüzleşmek ve bu sınırları genişletmek bakımından yabana atılmayacak imkânlar sunuyor. Şimdi anayasal yurttaşlık kavrayışına daha yakından bakalım.
Anayasal Yurttaşlık
Düşünsel köklerini Rousseau ve Hegel’e kadar geri götürebileceğimiz anayasal yurttaşlık kavrayışı, II. Dünya Savaşı sonrası yeniden yapılanan ve Nazi döneminde işlenen suçlarla yüzleşme çabasına giren Almanya’da ortaya atılmıştır. Karl Jaspers, Suçluluk Sorunu: Almanya’nın Siyasal Sorumluluğu Üzerine adlı kitabında politik aidiyet –yani bir anlamda yurttaşlık- ile evrensellik arasında nasıl bir bağ kurulması gerektiğini sorunsallaştırırken anayasal yurttaşlık kavrayışı için de bir zemin tesis eder: politik aidiyet ile evrensel normlar, yurttaşlık ile sorumluluk arasında görmezden gelinemeyecek bir bağ vardır. Jaspers’in öğrencisi Dolf Sternberger ise 1979 tarihli bir gazete makalesinde anayasal yurttaşlık (Verfassungspatriotismus) kavramını ilk kez ve genel bir tanım yaparak kullanır. Buna göre, politik bir yapı olan devlet/cumhuriyet içinde siyasal partiler üzerinden örgütlenen yönetenler-yönetilenler ikiliği bulunmasında bir sorun vardır. Bu sorunu aşmanın yolu ise sivil toplum örgütlerinin, çeşitli yurttaş inisiyatiflerinin ve kolektif pazarlık süreçlerinin anayasa yoluyla kurulan ve sürdürülen devlet otoritesi içinde önemli bir yeri olmasıdır. Bu nedenle yurttaşların sadakati, devlet otoritesinin kaynağı olan anayasaya yönelmelidir.[5]
Sternberger’in anayasal yurttaşlık tarifi, politik topluluğun belirleyici unsurunu etnik aidiyet ve toprak esasından kopararak anayasal normlara taşımayı amaçlar. Düşünür yurttaşların “kendilerini evde hissettikleri” bir anayasal sistem hayal eder. Yurttaş politik olarak ancak haklarını tanımlayan ve politik katılım mekanizmalarını belirleyen anayasal sistem içinde kendisini evde hissedebilecektir. Yurttaşın anayasal sistemin işleyişine katılması, bu sistemi müşterek bir eylem alanı olarak benimsemesi merkezi bir önem taşır. Burada yurttaşlık ve politik aidiyete ilişkin son derece yaratıcı ve zihin açan bir düşünce olduğunun hakkını teslim edelim. Bununla birlikte yukarıdaki cumhuriyet tarifimizi de anımsayarak soralım: Bir cumhuriyete kendine has niteliğini veren, bir anayasal sisteme sahip olması mıdır; yoksa yurttaşların bu sistemin yaşaması ve gelişmesi/dönüşmesi konusunda oynadıkları rol mü? Soruyu farklılaştıralım ve daha geniş bir zemine taşıyalım: Bir cumhuriyette öncelik devletin bekâsı mı olmalıdır, yoksa yurttaşların müşterek iyisi ve esenliği mi? Anayasal yurttaşlık kavrayışının Sternberger tarafından ortaya koyulan bu ilk/öncül halinde devletin bekâsı temel öncelik olarak belirir. Bu nedenle yurttaşların anayasaya ve anayasal sisteme sadakatlerinin sağlanması için sıkı bir eğitim sürecinden geçmeleri de kilit önemdedir.[6] Dolayısıyla bir tercih yapmak gerektiğinde devlet yurttaştan önce gelir. Tam da bu nedenle anayasal yurttaşlığın bu ilk biçimi klasik ulus-devlet mantığına sıkı sıkıya bağlıdır ve çağımızın birlikte yaşama ve politik birlik oluşturma konusunda ortaya çıkardığı sorunlara yanıt verme kapasitesi sınırlıdır.[7]
Anayasal yurttaşlık anlayışını çağdaş sorunlar bağlamında yeniden inşa eden Jürgen Habermas olmuştur. Tartışmaya –1986 yılında Almanya’da “tarihçiler tartışması” olarak bilinen- geçmişle yüzleşme meselesi bağlamında dâhil olan Habermas, yıllar içinde anayasal yurttaşlık anlayışını derinleştirmeyi başarmıştır. Düşünür, yurttaşlık için belirleyici olanın anayasa ve burada tanımlanan politik ilkeler olduğu konusunda Sternberger ile aynı fikirdedir. Böylelikle cumhuriyetin ulusa veya ortak kültüre dayalı bir politik türdeşlik üzerine inşa edilmesinin önüne geçmek mümkün olacak; politikanın işleyişi bir çoğulluk fikri üzerine kurulabilecektir. Bununla birlikte Habermas için iki temel soru(n) anayasal yurttaşlığa bakışımız bakımından önemlidir. İlk olarak küreselleşmenin ulus-devletler üzerinde yarattığı etkileri düşünmek ve yurttaşlık anlayışımızı bu bağlamda gözden geçirmek gerekir. Küreselleşme bir yandan kapitalizmin ve sermayenin sınır tanımaksızın yayılması yönündeki baskıyı ortaya koyarken, diğer yandan da insan haklarının ulus-devletler üzerinde belirli ölçüde bir baskı unsuru olarak işlemesine yol açmaktadır. Dolayısıyla küreselleşmenin kapitalist yayılma sürecini hızlandıran boyutu ulus-devletlerin yurttaşlarını yasalar yoluyla korumasını güçleştirirken, insan haklarının korunması konusunda ortaya çıkan baskı –onları kendi devletlerinin haksız fiillerinden korumak bakımından- yurttaşların lehine işleyen bir dinamik olarak görülebilir. İki durumda da devlet ile yurttaş arasındaki karşılıklı ilişkiye etki eden dışsal etkenlerin ortaya çıktığı aşikardır. Öyleyse anayasal normlara sadakat üzerine kurulu bir yurttaşlık anlayışı, anayasanın dönüşmesine neden olan dışsal etkiler/baskılar karşısında nasıl biçimlenecektir?
Habermas bu soruya anayasa ile yurttaşlar arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayarak yanıt verir. Eğer anayasa bir cumhuriyetin yurttaşlarının kendilerini evlerinde hissetmelerini sağlayan ve bir evin duvarlarına benzeyen bir belge ise uluslararası ve ulusüstü aktörlerin baskıları karşısında nasıl dönüşeceği ancak ve ancak yurttaşların müşterek tavrı doğrultusunda belirlenebilir. Söz konusu dönüşüm baskısı yurttaşları devletin haksız fiillerinden korumayı amaçlayan insan hakları alanından gelse bile yaşanacak dönüşüm, yurttaşların önerilen normları kendi evlerine nasıl uyarlayacaklarına karar verme hakkı bulunmalıdır: “Bütün ulusal kültürler, cumhuriyetçi diğer anayasalarda da yer alan –halk egemenliği ve insan hakları gibi- aynı ilkeler için, kendi tarihinin ışığında farklı yorumlar getirir. Bu yorumlamalar üzerine kurulu bir ‘anayasal yurttaşlık’, aslen milliyetçiliğin yerini alacaktır.”[8] Bünyesinde hem insan haklarına, hem de demokratik halk egemenliğine yer veren anayasal yurttaşlık kavrayışı evrensel normların anayasalarda tanımlanması ve hayata geçirilmesi konusunda her halkın kendi tarihini ve deneyimini göz önüne alacak bir yorumlama sürecinden geçeceğini, evrensel olarak nitelenen hakların bu yorumlama süreci dolayımıyla biçimlenerek hayata geçirileceğini kabul eder. Dolayısıyla Habermas için milliyetçiliğin ötesinde bir sadakat odağı tesis etme iddiasındaki anayasal yurttaşlığın zemininde anayasal demokrasiye içkin evrensel ilkeler ile tikel politik kültürlerin bu ilkeleri hayata geçirmesi için gerekli yorumlama süreçleri ve kurumlar bulunur.
Habermas’ın yorumlama süreçlerine yaptığı bu vurgu, anayasal yurttaşlık kavrayışındaki önemli bir başka dönüşüme –düşünürün tartışmaya ikinci müdahalesine- de işaret eder: Tüm anayasalar değişen koşullara, taleplere ve politik öznelere bağlı olarak dönüşürler. Anayasa, tarihin bir momentinde ortaya çıkan kurucu irade tarafından tesis edilen bir yapı, bir belgedir şüphesiz. Gelecek nesillerin bu yapı ile ne yapacakları ve ona hangi sınırlar içinde sadakat göstermek konusunda ne kadar istekli olacakları başka bir sorundur. Anayasanın sadece nesiller arasındaki geçişlilik bakımından değil, dünyanın değişen koşullarına yanıt verebilme kapasitesini koruması için de bu şekilde kavranması gerekir. Dolayısıyla anayasanın sadece bizim buradaki haklarımızı ve özgürlüklerimizi tanımlayan bir belge olmanın ötesinde, zamansallık boyutunu da ihtiva edecek biçimde bizim şimdi ve burada sahip olduğumuz hak ve özgürlükleri tesis eden bir belge olarak anlaşılması gerekir.[9] Bu zamansallık vurgusu anayasanın kendisini politik mücadelenin en merkezi konusu haline getirmenin de yoludur. Habermas’ın önerdiği yurttaşlığın merkezinde bulunan anayasa, politik mücadelenin sürdüğü en öncelikli alandır.[10] Yurttaşlar, kendi kimliklerinin ve ortaklıklarının zeminini oluşturan anayasanın yeniden ve yeniden biçimlenmesi konusunda kamusal alanda süregiden bir özeleştiri ve refleksiyon sürecinin içinde bulunmalıdır. Böylece cumhuriyetin üzerinde durduğu biz, değişen koşullara göre genişleme ve dönüşme imkânına da sahip olacaktır. Dolayısıyla anayasal yurttaşlığın anayasası –tıpkı yurttaşların cumhuriyeti gibi- tamamlanmamış bir projedir. Bu katılım, eleştiri, tartışma ve öz-yönetim etkinliği anayasal yurttaşlık projesinin performatif anlamını oluşturur. Artık yurttaşlık hukuki bir statü olmanın ötesinde politik bir etkinliğin, anayasa ise durağan bir hukuki belge olmanın ötesinde politik bir sürecin/mücadelenin parçasıdır.
Anayasal yurttaşlık kavrayışını benimseyerek bir cumhuriyetin yurttaşı olmayı sağlayan ilkeyi etnik ve soya dayalı olmaktan çıkarıp anayasaya bağlılık olarak saptadık. Öte yandan anayasanın da pek çok farklı aktörden gelen etkilere açık, süregiden bir dönüşüm sürecinin parçası olduğunu kabul ettik. Öyleyse son olarak şunu soralım: Eğer anayasa sabit kalmıyorsa yurttaşları birarada tutan, evde hissettiren şey nedir? Bu sorunun çok sade bir yanıtı var: yurttaşları birarada tutan, müşterek dünyanın ta kendisidir; yani kamusallıktır.[11] Anayasa bir evin iç ve dış duvarlarını –ve dahi kapılarını- belirleyen çerçeve olsa da evi ev yapan bizatihi orada paylaşılan hayattır aslında. Duvarların –ve kapıların- yerleri, orada yaşayanların müşterek karar alma süreçleri sonucunda değişebilir; ama ev ve orada yaşanan hayat kalır. Bir cumhuriyet ölçeğinde düşünüldüğünde kamusallık tam da müşterek hayatı temsil eder. Cumhuriyetçi düşünce Rousseau’dan başlayarak cumhuriyeti ayakta tutanın iyi yurttaşlar mı, yoksa iyi yasalar mı olduğunu sormuştur. Bu meşru bir soru şüphesiz. Fakat verilen yanıtlar, genelde anayasal yurttaşlık kavrayışını ortaya atan Dolf Sternberger’in de üzerinde durduğu yasaların önceliğine daha fazla ağırlık verir. Cumhuriyetin ayakta kalması için yasalar ile iyi yurttaşlar yaratılması gerektiği görüşü ağırlık kazanır. Anayasal yurttaşlığı günümüz koşullarında güçlü bir seçenek, doğru bir proje haline getiren Habermas da sık sık yasanın eğitici gücüne değinir. Bununla birlikte yasanın zorlayıcı gücünün kamusallık dolayımıyla öğren(e)meyen yurttaşlar karşısında kullanılması gerektiğini belirterek kendisini daha geçişli bir zemine taşır. Kanımca anayasal yurttaşlığın bugün bize hatırlattığı en belirleyici nokta, yurttaş olmanın müşterek hayatın içinde öğrenileceğidir. O müşterek hayat politik mücadelenin, iknanın ve çekişmenin sürdüğü; cumhuriyeti cumhuriyet yapan en temel çerçevedir.[12]
Cumhuriyetin Sınırlarıyla Yüzleşmek
Anayasal yurttaşlığın politikaya katılım ve yurttaş etkinliğinin merkeziliği bakımından önümüze koyduğu çerçeveyi böylece açıkladık. Fakat bu proje genel olarak cumhuriyet ve özelde bizim cuhuriyetimiz için neden anlamlı bir seçenek olsun? Bu soruya cumhuriyet için belirleyici olan iki temel sınır bağlamında yanıt vermeye çalışacağım. Yazının başında cumhuriyetin negatif ve daha kapsamlı –isterseniz buna pozitif de diyebiliriz pekâlâ- tanımlarından söz etmiştim. İlk tanım bir ülkede hükümetin seçimle başa gelmesi, ikincisiyse yurttaşların özyönetimi ilkesi üzerine kuruluydu. Dolayısıyla cumhuriyetin negatif tanımına göre yurttaşların politik özgürlükleri seçme ve seçilme hakkı bağlamında anlaşılmakta; yurttaşın özgürlüğü seçim dönemleri dışında özel alana sabitlenmekte, kapatılmaktadır. Bu anlayışın yurttaşları kendi ilgileri/çıkarları peşinde koşan tekil insanlar, devleti ise bu insanların güvenliğini sağlayan ve olası çatışmalı durumlarda arabuluculuk yapan bir kurum olarak gören klasik liberal politika teorisiyle tam bir uyum sağladığını söyleyebiliriz. Fakat böyle bir yurttaşlık ve cumhuriyet anlayışının yurttaşların politik katılım etkinliğine sınırlı bir yer verdiğine dikkat çekmek gerekir. Anayasal yurttaşlık bağlamında dile gelen en önemli noktalardan birinin de bu katılım vurgusu olduğunun altını çizelim.
Sözünü ettiğim sınırı daha iyi kavramak için Türkiye’ye, bizim cumhuriyetimize dönmek de mümkün. Türkiye Cumhuriyeti sözünü ettiğim liberal yurttaşlık anlayışını ve liberal özgürlükleri hayata geçirmekte son derece yetersiz bir örnek olarak karşımıza çıkar. Dolayısıyla cumhuriyetimize döndüğümüzde, burada yetersiz bulduğum liberal yurttaşlık kavrayışının da eleştirel ve genişletici bir potansiyele sahip olduğunu söyleyebiliriz pekâlâ. Anayasal bir yetkiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eden kişinin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 15 Ocak 2016’da yaptığı bir konuşmaya kulak verelim: “Bunlar da ne yapacaklarsa gitsinler oralarda yapsınlar. Siyaset yapmak isteyenler parlamentoda siyaset yapsınlar. Ama parlamentoda yapamıyorlarsa onlar da gitsinler hendek kazsınlar veya dağa çıksınlar.” Erdoğan’ın ülkede sürmekte olan fiili savaş ve “hukuka uygun olmayan sokağa çıkma yasakları”[13] karşısında barış talep eden akademisyenleri eleştirmek amacıyla dile getirdiği bu sözler, Türkiye’de yurttaşlığın devlet tarafından nasıl anlaşıldığına ilişkin ipuçları veriyor. Politikayı parlamentoyla sınırlayan ve yurttaşlığı seçme ödevi ve seçilme hakkı üzerinden kavrayan bu bakış açısı, yurttaşların –anayasa ve uluslararası antlaşmalar ile güvence altına alınmış- temel hak ve özgürlükleri olduğunu keyfince göz ardı etme eğiliminde olduğu gibi, bir kamu oluşturmak suretiyle parlamento dışında yürütecekleri politik etkinlikleri de gayrımeşru ilan etmektedir. Burada yurttaşlık apolitik ve devletleştirilmiş; cumhuriyet ise kamusuzlaştırılmıştır.[14] Kamusal alan ya yoktur ya da devlet tarafından kurgulanır; politikaya katılım ise bir haktan ziyade ödevdir. Füsun Üstel, sözünü ettiğim apolitik ve devletleştirilmiş yurttaşlık anlayışını Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu izleyen otuz yıllık süreçte görebileceğimizi dile getirir.[15] Kanımca bazı istisnai dönemleri dışarıda bıraktığımızda Türkiye’nin bugüne kadarki siyasal tarihinde tam da bu yurttaşlık algısı hâkim olmuştur. Dolayısıyla söz konusu yurttaşlık kavrayışı ne cumhuriyetin ilk otuz yılıyla, ne de son 14 yılda deneyimlediğimiz AKP iktidarıyla sınırlıdır. Ülkemizde –sağ partiler başta olmak üzere- halkı tamsil etme yetkisini elinde bulunduran ‘devletlü’ kesimler, sağlıklı bir kamusallığın oluşması ve işlemesi karşısında her zaman direnç göstermiştir.
Anayasal yurttaşlık, cumhuriyet olmanın gereklerinden uzaklaşması ve otoriterleşmesi olası devletin yurttaşlarına getireceği böyle bir olası sınırdan kaçınmanın yolu olduğu için değerlidir. “Bir toplumun kamuya dönüşmesine” gereksinim duyan cumhuriyet,[16] ancak ve ancak yurttaşlık etkinliğinin anayasal bir güvence altına alındığı ve anayasanın kendisini yurttaş taleplerine açtığı bir çerçevede sağlıklı bir işleyişe kavuşacaktır. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir zaman gerçek bir cumhuriyet olma vasfını kazanamamış olduğunu akılda tutmak; bunun temel nedeninin ise yurttaşlığa ve kamusal eleştiriye gereken önemin verilmemesi olduğunu belirtmek gerekir. Bu bağlamda anayasal yurttaşlık yalnızca klasik liberal yurttaşlık anlayışının politik özgürlük konusundaki daraltıcı etkilerine değil, aynı zamanda devlete sadakati esas alan makbul yurttaş kavrayışına da verilmiş bir yanıt olarak okunmalıdır.[17] Ne kamusuzlaştırılmış bir cumhuriyet kabul edilebilir, ne de devletleştirilmiş bir kamusallık. Yurttaşlık anlayışındaki dönüşüm cumhuriyetin devamlılığı ve sağlıklı işleyişi için kaçınılmazdır. Böylelikle cumhuriyetin dar bir çerçevede anlaşılmasına yol açan negatif tanımın sınırları, anayasal yurttaşlığın sunduğu süregiden özeleştiri süreçleri sayesinde genişleyebilecek, aşılabilecektir.
Cumhuriyetin başta söz ettiğim geniş tanımı da sınırlardan azade değil şüphesiz. “Yurttaşların karar alma süreçlerine katılımına ve yasalara dayalı bir özyönetim biçimi” olarak tarif ettiğim cumhuriyetin en belirgin sınırı yasalardır. Bir cumhuriyet pekâlâ dışlayıcı ve hatta adaletsiz yasalar üzerinde duruyor olabilir. Ayrıca cumhuriyetin daha kuruluş/inşa sürecinde belirgin biçimde bazı suçlara bulaşmış olması ve bunları inkâr etmesi de olasıdır.[18] Dışlayıcı yasalar ve geçmişte işlenmiş suçlar cumhuriyetin işleyişini doğrudan etkiliyor, dışlama pratiklerinin kök salmasına yol açıyor olabilir. Bu durumda yapılması gereken nedir? Devletin kendi kendisiyle bir yüzleşme sürecine girmesini ve dönüşmesini beklemek anlamlı bir çözüm olmadığına göre, dışlayıcı yasalar ve cumhuriyetin geçmiş suçları söz konusu olduğunda en önemli rol yine yurttaşlara düşmektedir. Zira cumhuriyeti dönüştürecek olanlar bizzat yurttaşlardır. İşte anayasal yurttaşlığın süregiden özeleştiri süreçlerine yaptığı vurgu ve kamusallığı yurttaşları birbirine bağlayan bir mecra olarak öne çıkarması tam da bu soru(n)lar bağlamında önem kazanır. Cumhuriyetin sahip olması olası dışlayıcı yasalar ancak ve ancak yurttaşların kamusal alandaki talepleriyle, dolayısıyla politikaya katılım yollarını açık tutarak ortak dünyalarını düzenleyen yasaların daha adaletli biçimde yeniden yapılması yönündeki baskılarıyla dönüşecektir. Burada tam da eşit yurttaşlık talebinin cumhuriyetin hiçbir döneminde rafa kaldırılmaması gerektiğinden söz ediyorum. Hukukun sınırları içinde tanımlanan ve işlerlik kazanan yasalar tamamlanmış, nokta koyulmuş sözler olarak anlaşılamaz asla. Cumhuriyetin yasalarının süregiden bir tamamlanma sürecine tabi tutulması kaçınılmazdır. Bu tamamlanma sürecinin itici gücü ise yurttaşlardan başkası değildir. Anayasal yurttaşlık kavrayışı bizlere bu noktayı anımsatmak bakımından belirleyicidir. Anayasal yurttaşlığın cumhuriyeti ve yasaları her şeyden önce süreç olma vasfını taşırlar.
Cumhuriyetin geçmişte işlediği veya bir parçası olduğu suçlar konusunda da durum yasalardan farklı değil. Son yıllarda Avustralya ve ABD başta olmak üzere bazı devletlerin geçmişteki adaletsiz uygulama ve katliamlar nedeniyle yurttaşlarından özür dilediğine tanık olduk. Bunun ne anlama geldiğini düşünmekte fayda var. Halihazırda dışlayıcı yasalarını daha eşitlikçi hale getirmeyi başarmış cumhuriyetler, neden geçmişteki eylemlerinden dolayı özür dilesinler? Bu sorunun yanıtının elinizdeki makalenin sınırlarını aşan pek çok boyutu olduğu aşikar. Bununla birlikte devletlerin/cumhuriyetlerin geçmişteki adaletsiz uygulamaları ve suçları için özür dilemelerinin arkasında öncelikli olarak kamunun talepleri ve mücadelesiyle biçimlenen bir özeleştiri sürecinin olduğunu görmemek mümkün değil. Daha eşitlikçi yasalarla düzenlenen, daha adaletli bir toplumda birarada yaşamak için geçmişi anımsamak ve geçmişteki adaletsizliklerle yüzleşmek, toplumsal bir travmanın önüne geçmek bakımından son derece önemli. Kaldı ki eşitlik anlayışının toplumda kök salması için de böyle bir yüzleşme sürecine gereksinim duyulduğu açık. Dolayısıyla devletlerin kendi yurttaşlarından diledikleri özrün arkasında, cumhuriyetin gelecekte benzer suçlara bulaşmaktan kaçınacağına dair bir söz verme ediminin de bulunuduğunu kabul etmek gerek.
Pekiyi, anayasal yurttaşlık neden geçmişle hesaplaşma sorunu karşısında anlamlı bir yanıt potansiyeli taşısın? Bu noktada anayasal yurttaşlık tartışmasının ortaya çıktığı bağlama dönmekte fayda var. Anayasal yurttaşlık –başta da kısaca söz ettiğim gibi- Almanya’nın geçmiş suçlarıyla yüzleşmesi ve sonraki nesillerin Nazi dönemindeki korkunç suçların sorumluluğunu üstlenip üstlenmeyecekleri tartışması bağlamında gündeme gelmiştir. Burada söz konusu olan, toplumu birarada tutan kamusallık yoluyla yaşanan türlü adaletsizliklerin bir yüzleşme pratiğine açılması ve gerekli sorumluluğun alınarak birarada yaşamayı mümkün kılan zeminin, yeni bir bizin yaratılması ve sağlamlaştırılmasıdır. Bu noktada anayasal yurttaşlığın altını çizdiği yurttaşlık erdemi ne devlete/cumhuriyete koşulsuz sadakat, ne de iyi eğitim olarak belirlenebilir. Anayasal yurttaşları birbirine bağlayan yurttaşlık erdemi olsa olsa cumhuriyetin adaletsizlikleriyle ve geçmiş suçlarıyla yüzleşmek; bu bağlamda birarada yaşama pratiğini derinleştiren, eşitliği köklü hale getiren bir özeleştiri sürecinin parçası olmak olarak belirlenebilir.
*****
Anayasal yurttaşlık bir yandan kabul gören evrensel hak normlarıyla cumhuriyetin özgün bağlamı arasında yorumlama süreçlerine bağlı bir köprü kurarak, diğer yandan ise cumhuriyetin geçmişinde ve bugününde varlığını sürdüren adaletsizliklerle yüzleşmek için bir zemin tesis ederek cumhuriyetin sınırlarını genişletmek ve daha eşitlikçi, daha katılımcı bir politikanın inşa edilmesi için imkân sunar. Öyleyse anayasal yurttaşlığın kendisini yenileme ve dönüştürme kapasitesine sahip bir cumhuriyet için sunduğu fırsatları özetleyelim: evrensel ile yerel arasındaki yorumlama süreçlerini canlı tutacak müşterek bir kamusallık ve yüzleşme. Huzur değil barış, istikrar değil demokratik katılım… Gerçeklikle bağımızı koparmadan daha adil bir ülkede yaşamayı talep etmek için daha iyi bir önerimiz var mı gerçekten?
DİPNOTLAR
[1] Dinçer Demirkent, bu negatif tanımı ve onun Türkiye bağlamında düşündürdüklerini daha önce tartışmıştı. Bkz. Dinçer Demirkent, “90. yılında Cumhuriyet,” Radikal 2, 27.10.2013.
[2] Bu şık tanımı büyük ölçüde Devrim Sezer’i ve Ahu Tunçel’i takip ederek yaptığımı belirteyim. Bkz. Devrim Sezer, 2012, “Çoğulluk ve Politika: Rousseau, Arendt, Cumhuriyetçilik,” Toplum ve Bilim, No. 124, s. 8.; Ahu Tunçel, 2010, Bir Siyaset Felsefesi: Cumhuriyetçi Özgürlük, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s. 18-19.
[3] Kaldı ki burada önemli bir noktayı daha belirtmek gerek. Bu ihtiyaç yalnızca yeni anayasa tartışmaları ve sürekli bir politik kriz içindeki Türkiye ile sınırlı olmaktan uzak. 1990lardan bu yana yurttaşlık konusunda tüm dünyada sürmekte olan geniş bir tartışma zemini bulunuyor. Demokrasi, cumhuriyet, eşitlik, haklar ve özgürlükler gibi politikanın merkezi kategorilerini tartışırken yurttaş figürünü ve yurttaşlık kurumunu gözden kaçırmak olanaksız. Buna karşılık Türkiye entelektüellerinin yurttaşlık meselesini gündeme almak ve tartışmak konusundaki ilgisizliklerini –ve belki de isteksizliklerini- anlamak hayli güç.
[4] 7 Haziran 2016 seçimi öncesindeki sürecin “siyasallığından arındırılmış kitlelerin” seçmen kimliğinin ötesine geçen bir politik öznelleşmeye yönelmesine sahne olmak bakımından önemli bir fırsat sunduğu daha önce bu derginin sayfalarında tartışılmıştı. Bkz. Dinçer Demirkent, 2015, “Diktatörlük Döngüsünü Kırmak: Barışı Siyasallaştırmak,” Ayrıntı Dergi, No. 11.
[5] Sternberger’in anayasal yurttaşlık kavrayışının ayrıntıları için bkz. Dolf Sternberger, 1979, “Constitutional Patriotism,” Çev. A. Brown, German History in Documents and Images (http://germanhistorydocs.ghi-dc.org/print_document.cfm? document_ id=1154) (Erişim: 02.02.2015); Jan-Werner Müller, 2007, Constitutional Patriotism, Princeton, NJ: Princeton University Press.
Ayrıca sözünü ettiğim yönetenler-yönetilenler ikiliğinin ortaya çıkardığı elitist politika anlayışı konusunda daha katmanlı bir tartışma için Arda Güçler’in bu sayıdaki “Oy Hakkı, Eşit Yurttaşlık ve Katılımcı Demokrasi” başlıklı yazısına bakılabilir.
[6] Burada Rousseau’nun iyi cumhuriyet ile iyi yurttaş ve yasalar ile sivil din arasında kurduğu ilişkiyi de anımsayabiliriz: bir tür “endişeli cumhuriyetçilik”.
[7] Bu noktayı vurgulayan dört dörtlük bir akademik çalışma için bkz. Ece Göztepe, 2004, “Yurttaşlığın Kamusal ve Ulusüstü Boyutu: Avrupa Yurttaşlığı ve ‘Göçmen Forumu’ Örnekleri,” M. Özbek (der.), Kamusal Alan, İstanbul: Hil, s. 322.
[8] Jürgen Habermas, 2002, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak: Siyaset Felsefesi Yazıları, Çev.: Ü. Oskay, İstanbul: YKY, s. 26.
[9] Yine bu sayıda Arda Güçler, Erdinç Erdem ve Mert Arslanalp yurttaşlık ile zamansallık arasındaki ilişkiye yer yer değiniyorlar.
[10] Jürgen Habermas, 2003, “On Law and Disagreement. Some Comments on Interpretative Pluralism,” Ratio Juris, C. 16, No. 2, s. 193.
[11] Bu noktaya ilişkin derinlikli bir tartışma için bkz. Tolga Karabulut, 2014, “Yurttaşlığın Krizini Yeniden Düşünmek: Liberal Milliyetçilik ve Anayasal Yurttaşlık Kuramları,” SBF Dergisi, C. 69, No. 4: 871-890.
[12] Müşterek hayat ile cumhuriyet arasındaki bağ, kökensel olarak da çok güçlüdür. Cumhuriyet sözcüğünün Latince nasıl ifade edildiğini anımsayalım: res publica. Yani kamusal şey.
[13] Bkz. Artuk Ardıçoğlu, 2015, “Hukuka Uygun Olmayan Sokağa Çıkma Yasağı Hukuka Aykırı Mıdır?,” Birikim Güncel Yazılar (http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/7331/hukuka-uygun-olmayan-sokaga-cikma-yasagi-hukuka-aykiri-midir#.Vvr0v3pRJ14), 15.11.2015.
[14] Devrim Sezer’in yerinde uyarısıyla şu noktayı belirteyim: “Kamusuz cumhuriyet” bir oksimorondur aslında. Zira cumhuriyet, tanımı gereği bir yurttaş kamusuna sahip olmak durumundadır.
[15] Füsun Üstel, 2009, “Türkiye Cumhuriyeti’nde Resmi Yurttaş Profilinin Evrimi,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Cilt 4: Milliyetçilik, Tanıl Bora (der.), İstanbul: İletişim, 282.
[16] Tanıl Bora, 2007, Medeniyet Kaybı: Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar, İstanbul: Birikim, s. 30.
[17] Türkiye’deki makbul yurttaş anlatısının çeşitli veçheleri bu dosyada da yer alıyor. Şener Şükrü Yiğitler’in yazısı makbul yurttaş anlatısındaki militarist boyuta dikkat çekerken, Murad Canbulut yurttaşın makbul olmasını sağlayanın –diğer niteliklerinin yanında- sağlıklı bir beden olduğunu vurguluyor.
[18] Bu noktayı daha derinlemesine düşünmek bakımından tanımlanmış hakların askıya alındığı diktatörlüğün cumhuriyetin bir kurumu olduğunu aklımızda tutalım. Olağanüstü durumlara yanıt vermek amacıyla cumhuriyet yasalarınca tanınan diktatörlük kurumu, cumhuriyetin işleyişindeki bir kopuş anına; bir anlamda yeni bir kuruluşa yol açar. Diktatörlük dönemlerinde gerçekleşmesi muhtemel haksız fiillerle yüzleşmek de cumhuriyetin sorunudur. Öte yandan söz konusu tartışma teorik olarak Roma Cumhuriyeti üzerinden yapılan okumalar için geçerlidir. Çağdaş cumhuriyetçilikteki yankıları sınırlı olan bu diktatörlük tartışması, benim buradaki çerçevem için daha ziyade cumhuriyetin kuruluş anına/anlarına ve bu anlarda meydana gelmesi olası adaletsizliklere vurgu yapmak bakımından önem taşımakta. Diktatörlük cumhuriyet tarafından yasalarla tanımlandığı için onun olağan bir durum olduğunu söylemek yanlış olur.