Darbe Ne Zaman Başladı, OHAL Ne Zaman Biter?

Her darbe girişimi aslında bir tür düellodur ve her düelloda olduğu gibi taraflardan birisi açısından mutlak bir yenilgiyle son bulur. 15 Temmuz gecesi yaşanan girişim, darbeciler açısından mutlak bir yenilgiyle sonlandı. Sonuçları itibariyle 15 Temmuz, sadece darbe girişimine katılan askerlerin değil, darbenin asli sorumlusu olarak görülen Fethullah Gülen Cemaati’nin yenilgisi olarak da görülebilir. Halkın üzerine ateş açmaktan meclisi bombalamaya varan ürkütücü bir şiddetin yaşandığı girişim, hangi yasa ile yargılanacakları konusunda tereddüt bulunan Cemaat yapılanmasını tümüyle kapsayacak denli geniş ve ciddi suç fiillerinin ortaya çıkmasına vesile oldu.

Erdoğan’ın bile “Allahın bir lütfu” olarak yorumladığı darbe girişiminde neler yaşandığına ilişkin henüz derli toplu bir bilgimiz bulunmuyor. Öğrenebildiğimiz şeyler ise tutarlı ve gerçekçi bir senaryo oluşturmamıza imkan vermiyor. Bütün bu sınırlı bilgimize rağmen darbe sonrasında yaşanan gelişmelerin hızı, darbe girişiminin AKP için beklenmedik bir olay olmadığı, girişimi boşa düşürmek için kimi tedbirlerin alındığı ve darbe gecesi belli bir plan uyarınca hareket edildiği izlenimini veriyor. Tedbir ve planlardan kastın cep telefonu bağlantısıyla insanları sokağa çağırmanın çok daha ötesinde olduğunu söylemeye gerek bile yok. Köprü trafiğini tek yönlü olarak kapatmak, bazı televizyon yayınlarını kesmek, Taksim Anıtı’nı çevirmek darbe yapmak için ne denli yetersiz ise, buraları kitleler marifetiyle geri almak da bir darbeyi bastırmak açısından o denli yetersiz hamleler olurdu. Darbe girişiminin kaderini çok daha üst düzey operasyonel hamlelerin tayin ettiği su götürmez. Bu hamlelerin peşinden halkın sokaklara çağrılması, darbecilerin göz ardı ettikleri siyasal unsurun sahneye çıkması anlamına geliyordu.

Hukuksal olanın bütünüyle devre dışı kaldığı, safkan bir şiddetin egemen olduğu darbe anında sokaklara çağrılan bu siyasal özne darbe sonrası sürecin radikalizmini ve dinamizmini de belirledi. Erdoğan 16 Temmuz sabahından bu yana, şiddetle iç içe geçmiş bu kurucu gücü kendi düzeninin inşasının merkezine oturtmaya çalışmaktadır. Bugün yaşadığımız tüm bu alt üst oluş ve olağanüstü hal, basit bir darbe sonrası travma değil, Erdoğan’ın yeni düzeninin inşa sürecinin başlangıcı olarak görülmelidir. Meydanlara, köprülere hatta ilçelere verilen isimler, okullarda gösterilen belgeseller ve 15 Temmuz’un milli bayram haline getirilmesi gibi gelişmeler bunun sembolik göstergeleridir.

Tüm bu yaşananlar AKP’nin mutlak kontrolü altında gelişiyor gibi görünse de, aslında bir darbe teşebbüsünün yaşanması bile hükümetin göründüğü kadar güçlü olmadığının işaretidir. AKP’nin gücünün sınırları konusunda herkesten daha bilgili olan Cemaatin hiçbir umut olmaksızın, sadece köşeye sıkışmışlık duygusuyla 40 yıllık örgütsel varlığını riske atacağını düşünmek doğru olmaz. AKP’nin 14 yıllık iktidar dönemi boyunca ittifak yaptığı tüm kesimlerle arasının açılması; sermayenin farklı fraksiyonları ve askeri-sivil bürokrasi ile çıkar birliğinin sarsılması; bölgesel ve uluslararası güç merkezleriyle ilişkilerin bozulması AKP’nin gücü konusunda tereddütler yaratmaktadır.

AKP’nin otoritesi ve gücü arasındaki bu farklı algılar bir çelişki değil, Gramsci’ci terimlerle konuşacak olursak, hegemonyasını kaybeden bir iktidarın tahakküm yoluyla varlığını devam ettirme çabası olarak görülebilir. AKP iktidarının dayandığı sınıf eklemlenmeleri iktidar dönemi boyunca paralize oldukça, zora ve baskıya dayalı bir yönetim anlayışı belirgin hale gelmiştir. Bu salınım basitçe AKP’ye has bir arıza ya da Erdoğan’ın dizginlenemez hırsının yarattığı bir sonuç değildir. Türkiye’de kapitalizmin devlet eliyle yukarıdan aşağıya inşa edilmiş olmasının getirdiği yapısal bir özelliktir.[1] Bunu söylüyor olmak AKP’nin kendine özgü yönelimlerini ve önceliklerini göz ardı etmek ya da talileştirmek anlamına gelmemektedir. Tam tersine mevcut toplumsal güç ilişkileri içerisinde AKP’nin yönelimleri ve tercihleri tayin edici bir rol oynamıştır. Zira bugün yaşadığımız onca şey, 15 Temmuz gecesi gerçekleşen “başarısız darbe girişiminin” değil, AKP’nin uzun yıllara yayılmış “başarılı darbesinin” sonucudur.

AKP’nin Uzun Darbesi

  • Anayasanın İlgası: Fiili Başkanlık Rejimi

Darbelerin ilk ve öncelikli hedefleri kendi hukuki statülerinin güvenceye alınmasıdır. Bu da çoğunlukla mevcut anayasanın ilgası ve yeni bir anayasanın yapılması yoluyla yapılır. Bu ikisi arasındaki “anayasasız” dönem, bir yandan yeni bir anayasa ve hukuki düzen tartışmaları ile geçirilirken diğer yandan da darbecilerin ihtiyaç duyduğu idari gücün kullanılması için zaman kazandırır.

AKP’nin uzun darbesi için de başlangıç noktasının anayasa değişikliği tartışmalarının temel politik mesele haline geldiği 2010 yılı olduğu söylenebilir.[2] 12 Eylül’de gerçekleştirilen Anayasa Referandumu sonucunda AKP hem yüksek yargı organlarında kontrolü eline almış, hem de yürürlükte bulunan Anayasayı tümüyle iğdiş ederek bugün resmi olarak uygulanan olağanüstü hali aslında örtük olarak hayata geçirmiştir.

2014 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ardından fiili bir başkanlık rejiminin kuruluşuna kadar devam eden bu “anayasasızlaşma” sürecinin yarattığı kuralsız-kontrolsüz iktidar dönemi, AKP’nin sınıf eklemlenmelerinin bozularak hegemonik siyasetinin devre dışı kaldığı önemli bir tarihsel kırılma momenti olması açısından önemlidir. 2013 Mayısında patlak veren Gezi Direnişi belki de bunun en somut göstergesidir.

  • Seçimlerin İlgası: Savaş Rejimi

Her darbenin temel meşruiyet kaynağı, sarsılan toplumsal düzeni yeniden tesis etmeye yönelik iddiasıdır. Toplumun ona ihtiyacı olduğu yönünde telkinde bulunur ve gerekirse bu yönde ihtiyaç yaratır. Devlet şiddetinin kabul edilebilir, hatta arzu edilir olduğu bir güvensizlik ortamının yaratılması, darbe rejiminin sürdürülebilirliğinin garantisidir.

7 Haziran 2015 seçimlerinde tek başına iktidar kurma çoğunluğuna erişemeyen AKP’nin seçim sonuçlarını yok sayarak ülkeyi yeni bir seçime zorlamasını bu sürdürülebilirlik stratejisinin bir parçası olarak görebiliriz. AKP, bir yandan koalisyon görüşmelerini tıkarken, ülkenin farklı bölgelerinde birbiri ardına patlayan bombalar, yapılacak seçimler öncesi siyasal dengeleri bütünüyle değiştirdi. Ülke tarihinin en kanlı katliamları bu dönemde yaşandı. Suruç’ta, Ankara’da, İstanbul’da birbiri ardına patlayan canlı bombalarla yüzlerce kişi hayatını kaybederken, toplumda büyük bir tedirginlik ve güvenlik kaygısı ortaya çıktı.

“Özel Güvenlik Bölgeleri” ve “Geçici Askeri Bölge” gibi yasal düzenlemeler içine girilen bu yeni rejimin olağan dışı doğasını karakterize etmektedir. Dolmabahçe Mutabakatı ile yeni bir aşamaya geçmesi beklenen Çözüm Süreci’nin tümüyle rafa kaldırıldığı bu sarsıcı dönemde AKP kendisi açısından telafi edici bir bir seçim başarısı yakalayarak pozisyonunu tahkim etti. Seçimlerin hemen ardından Sur, Silopi, Cizre, Nusaybin, Şırnak, Hakkari gibi şehir merkezlerinde ağır silahlarla ve tanklarla yaşanan çatışmalarda çok sayıda kişi hayatını kaybederken, şehirler yerle bir oldu. Kitle katliamlarıyla başlayan süreç, büyük bir savaş rejimi haline dönüştü.

Savaş rejiminin temel dürtüsü, “düşmanın” yenilgiye uğratılmasından ziyade düzenin sürekliliğinin korunmasıdır. Bu süreklilik de toplumun tüm dokularına işleyen “Güvenlik Miti” sayesinde sağlanır. Siyasal birliğin temelinde bulunan korkudan türeyen güvenlik miti sınıflar ve ideolojiler üstü bir yayılma kapasitesiyle toplumun çok farklı kesimlerini kanun ve düzen talebi etrafında bir araya getirebilir. Siyasal iktidarlar açısından savaş düzenini kullanışlı kılan temel etken budur.

  • Siyasal Düzenin İlgası: OHAL Rejimi

15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında “darbe girişiminde bulunan terör örgütünün tüm unsurlarıyla ve süratle bertaraf edilebilmesi” amacıyla ilan edilen Olağanüstü Hal, AKP’nin uzun darbesinin son adımı oldu. 20 Temmuz’da 3 aylığına ilan edilen OHAL, 19 Ekim’den itibaren bir 3 ay daha uzatıldı. Erdoğan’ın açıklamaları bu sürenin daha da uzatılabileceğini gösteriyor.

Olağanüstü Hal, sınırlarından arındırılmış bir devlet şiddeti görünümüyle tezahür eden saf güç rejiminin en çıplak biçimidir. Bir bakıma 15 Temmuz gecesinin yoğun şiddetinin ve hukuk dışılığının devlet tekeliyle zamana yayılması anlamına da gelmektedir. Kimin tarafından hazırlandığı bile belli olmayan Kanun Hükmünde Kararnamelerin sınırsız kudretiyle işleyen OHAL Rejimi bildiğimiz anlamda siyasal düzenin ve hukuk devletinin ilgası anlamına gelmektedir.

Göz altılar, tutuklamalar, el koymalar, görevden çıkarmalar, yasaklamalar, hukuksuzluklar biçiminde işleyen süreç, AKP’nin yıllardır özlemini duyduğu hesapsız düzenle örtüşmektedir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut Olağanüstü Hal rejiminin 15 Temmuz girişimini dayattığı bir mecburiyetten ziyade AKP’nin bir yönetim tercihi olduğu söylenebilir. Dolayısıyla bu dönemin sonunda bizi bekleyen şey “olağanüstülüğe yol açan koşulların ortadan kaldırılması” değil, AKP açısından sürdürülebilir biçimleriyle devam etmesi olacaktır. Ceza Muhakemesi Kanunu ve Türk Ceza Kanunu’nda yapılması planlanan yeni düzenlemelerle polise verilmesi düşünülen geniş yetkiler bunun hazırlığıdır. Görünen o ki, artık olağanüstü halin bitmesi AKP’nin tercihine değil, bizim ona karşı mücadelemize bağlıdır.

Faşizme Karşı Mücadele

Faşizm koşullarında yaşadığımızı kabullenmemiz için ille de toplama kamplarının kurulmasını görmemiz gerekmiyor. 1960’lı yıllardan itibaren yukarıdan aşağıya kitlelere zerk edilen milliyetçi-muhafazakar ideolojik-politik hat üzerinde yükselen AKP kendisinden önceki iktidarlardan farklı olarak çok daha geniş bir kitle tabanına sahip ve onları mobilize edebilmek için aşağıdan bir sivil faşist terörüne ve demagojisine ihtiyaç duymuyor. Böylesi ihtiyaçlarını IŞİD gibi taşeron örgütler aracılığıyla sağlıyor.

Bugün içinde bulunduğumuz dönemde “sahip çıkılması gereken demokratik değerlerden” ya da “önlenmesi gereken bir faşist tırmanıştan” söz etmek yerine kazanılması gereken demokrasiden ve yıkılması gereken bir faşizmden bahsetmek çok daha doğru olacaktır. Bu ertelenemez görevi yerine getirebilmenin en bilindik yöntemi ise birleşik bir mücadele hattının inşasıdır.

 

DİPNOTLAR

[1]Türkiye’deki yönetim biçiminin kısmi demokratik haklar ile açık faşizm uygulamaları arasındaki salınımını Mahir Çayan Kesintisiz Devrim II-III broşüründe “Sömürge Tipi Faşizm” olarak adlandırmıştır. Devrimci Yol tarafından da benimsenen bu kavramsallaştırma Dimitrov’un “sömürge ve yarı sömürge ülkelerde, gelişmiş kapitalist ülkelerde görülen türden faşizmin söz konusu olamayacağı” yorumuna yaslanmaktadır. Geniş bir kitle temeline sahip olmayan ve kapitalizmin yukardan aşağıya devlet kurumları aracılığıyla inşa edilmesiyle ortaya çıkan Sömürge Tipi Faşizm, “bir yandan devlet aygıtının “demokratik” bir niteliğe kavuşamamış olması, diğer yandan güçlü bir işçi sınıfı hareketinin bulunmayışı nedeniyle, cılız ve güçsüz tekelci burjuvazinin belirleyici güç olduğu oligarşik yapının halk kesimlerini açık ya da örtük baskı yöntemleriyle yönetmesi” olarak tanımlanabilir.

[2] “Anayasasızlaşma” kavramı eksenindeki ilk tartışma Dinçer Demirkent tarafından 2014 yılında Ayrıntı Dergi’nin 4. Sayısında yürütülmüştü. Aynı kavram yakın zamanda Kemal Gözler (http://www.anayasa.gen.tr/anayasasizlastirma.htm) ve İbrahim Kaboğlu (http://www.birgun.net/haber-detay/paralel-faaliyet-anayasasizlastirma-ve-dinsellestirme-119016.html) tarafından yeniden ele alındı.