Dokuzu tutuklu, ÇHD üyesi 22 avukatın, politik davalarda avukatlık yaptıkları için sanık sandalyesine oturacakları 24 Aralıkta, son dönemde açılan siyasi davalardan en önemlilerinden birini günü gününe yaşamaya başlayacağız.
ÇHD’nin kuruluşundan bu tarafa inşa etmeye çalıştığı mesleki kültür, tüm Dünya’da politik avukatlık geleneğinden biraz daha farklı bir zeminde yürümüştür. Dünya’da politik avukatlık geleneği, tek tek davalar ve tek tek avukatlar üzerine kurulu olduğu halde, Türkiye’de ÇHD geleneği, insan hakları savunuculuğu ve politik dava avukatlığını birleştiren, tüm ülkeye yayılan bir örgütlenme üzerine inşa edilmiştir.
ÇHD’nin bir taraftan işkence, faili meçhul, yargısız infaz, kontgerilla cinayetleri gibi davalarda müdahil sandalyesinde otururken, diğer taraftan Devrimciler, sosyalistler ve Kürt muhalefeti hakkında açılan davalarda “sanık “tarafında yer alması buna işaret eder. Bunun dışında önemli kampanyalara da imza atmıştır. 1970’li yıllar DGM’ye hayır, 1990’lı yıllarda “idam cezasına hayır” 2000’li yıllarda “TECRİTE HAYIR” kampanyaları hemen ilk akla gelen örneklerdir.
90’lı yıllarda yargısız infazlardan ÇHD’li avukatlar da nasibini almıştır. Av. Fuat Erdoğan ve Av. Faik Candan katledilmiştir. Ancak mücadeleden vazgeçilmemiştir. 2000’li yıllar ise cezaevi direnişleri ile başlamıştır. 19 Aralık katliam davası başta olmak üzere, açılan tüm davaların, yürütülen kampanyaların içerisinde yine ÇHD vardır.
Siyasal davalarda muhalifi, terbiye etme, cezalandırma, toplumdan onu tecrit etme sadece bu davaların görünür tarafıdır. Asıl niyet onu sistemle ve iktidarla tam bir işbirliğine zorlamaktır. Çoğu zaman muhalifin kaderini işlediği suçlar değil, polisle yaptığı işbirliği belirler. İş birliğine girdikten sonra cinayet dahi işlemiş olsa, onu kurtaracak araçları bulmak sorun teşkil etmez.
Gözaltı ve cezaevi sürecinde yasal haklarının farkında olan ve onu sonuna kadar kullanma iradesi gösteren bir siyasal muhalif, kararlılığı ve direnci simgelediği için tehlikelidir. Bu nedenle 1992 yılında gözaltında avukatın hukuki yardımından yararlanma hakkı Devlet Güvenlik Mahkemesi kapsamındaki suçlara ayrık tutulmuştu ve 2003 yılına kadar siyasal nedenlerle gözaltına alınanlara, işkence ve her türlü insanlık dışı muamele yapılmaya devam edildi. Bu tarihten sonra (Avrupa Birliği sürecinin de zorlamasıyla) avukatın gözaltı merkezlerine girmesi ile birlikte işkence ve kötü muamele şikâyetleri azaltmaya başladı.
Richard Quincey “suç politik olarak örgütlenmiş bir toplumda yetkilendirilmiş temsilciler tarafından yaratılan davranış biçimidir” der. Daha sonra ” suç kavramı olmadan ,suç fenomen olarak varolamazdı.diyerek bunu biraz daha açar ve sonra suç kavramını kuşatacak şeyin “büyük bir kaygı” olacağını söyler.[1]
Siyasal sistemin/iktidarın tehdit algısının genişlemesi veya daralmasının, suç ve suçlu profillerini yaratan en önemli unsur olacağını bizler biliriz. Adalet Bakanının “PKK silahları bırakırsa bizde Terörle Mücadele Kanununu derhal kaldırırız” demesi de tamda bunu işaret eder. Yani bakan demektedir ki: PKK silahları bırakırsa bizde içeridekileri bırakırız. Siyasi işlerde suç kavramının boşlukta duran bir şey olduğunu, ceza adaleti ve hukuk güvenliği denen şeyin bu ülkede nasıl bıçak sırtında gezdiğini göstermesi açısında bu açıklama ibretliktir. “Her şey pazarlığa tabi, her şeyin bir fiyatı var” politikasının adliye binası içerisine girmesi anlamı taşıdığı içinde bu açıklama aynı zamanda ticaridir.
Adaletin ticarete döküldüğü bu ülkeyi uluslararası hukuk örgütleri, Kolombiya ve Filipinler ile birlikte politik ceza avukatlığının ağır derecede tehdit altında olduğu dünyadaki üç ülkeden biri olarak ilan etmiştir.
Almanya’da 1970’li ve 80’li yıllarda yaşanan tablo bugün Türkiye’de yaşanmaktadır. 1974 yılında RAF davalarına giren avukatlar toplu olarak gözaltına alınıp tutuklanmıştı. Bu davalarda Alman Devleti, devlet tarafından tayin edilmeyen, sanığın kendi iradesi tayin ettiği avukatları sanıklar ile suç ortağı olarak görüyordu.
1978 tarihli Hamburg Eyalet Yüksek Mahkemesi kararındaki “yargının bağımsız bir organı olarak avukat, hukukun gerçekleşmesine yardımcı olmalıdır. Bu yüzden avukat hakim ve savcının tarafında yer alır” cümlesi siyasi davalarda avukata biçilen rolü gösterir.[2]
Avukatsız yargılama veya “terbiye edilmiş “avukatlık her zaman için iktidarların birinci tercihi olmuştur. Yukarıdaki örnekler, savunma üzerinde devam eden baskının ve oluşturulmaya çalışılan terbiye edilmiş avukatlık modelinin, 1970’lerde Almanya’da devam eden siyasal dava pratiklerinden kopyalandığını bizlere göstermektedir.
Siyasal davaların görüldüğü duruşma salonlarında adalet, masumiyet karinesi, adil yargılanma gibi sözler sadece kubbede kalır. Salonun içine, yargıçların kulaklarına inmez. Siyasal dava askeri iş gibidir. Tartışılmaz sadece icra edilir. Siyasal mücadelenin bir parçası değilse, duruşma salonlarındaki soyut adalet tartışmasının kimseye bir faydası dokunmaz.
Hukuku siyasetten koparıp, siyasi davaları kriminolojinin penceresinden bakma önerisine kanmamak bu nedenle kanmamak gerekir. KCK avukat davasının 2011 Eylül’de Başbakan’ın avukatları basın önünde hedef göstermesi ile başladığı açıktır.[3] Yine 18 Ocak’ta ÇHD operasyonu başlar başlamaz, Başbakan’ın İstanbul Emniyeti’nin uydurduğu “11 çelik kapı, kozmik ada “ yalanına hemen sarılması da buna işaret eder.[4] Hasta olmadan doktorluk, inşaat olmadan kalıpçılık yapılamayacağı gibi müvekkil olmadan avukatlık yapılamayacağını aklı birazcık çalışan birinin bilmemesi mümkün değildir.
Yıllardır örgüt davalarına giren, devletin örgütün üst düzey yöneticisi olarak tarif ettiği kişilerin vekâletini alan, avukat- müvekkil ilişkisi gereği onunla ve yakınları ile görüşen, ona tavsiye veren, ondan veya yakınlarından para ve masraflarını alan bir avukatı, örgüt üyeliği ile suçlamanın saçmalığını iktidar olanlar da tabiî ki çok iyi bilir.
Bu yüzden aklın almayacağı yalanlar hem iktidar tarafından hem de onun borazanları tarafından ardı ardına sıralanmıştır.
ÇHD iddianamesine ve suçlamaları bakıldığında bu operasyonun siyasi iktidarın ani verdiği bir karar olduğu da görüyoruz. “11 çelik, kozmik oda, kozmik bilgi, suikast” gibi yalanlar aslında suçluluğun getirdiği telaşla ayaküstü uydurulmuştur.[5] 600 sayfalık iddianamenin her sayfasında bu acilliği hissetmek mümkündür. Son yıllarda yüzlerce sayfalık iddianameler ve klasörlerce dava dosyaları ile tanıştık. Dava dosyalarının kapsamlı tutulması, davayla ilgili ilgisiz ne varsa dosya içerisine sokuşturulması “bu kadar kapsamlı dosyanın içerisinde mutlak bir şey vardır” algısının toplumda yaratılması amacına dayanır. Zaten polis yakalama ve gözaltı işlemi yapmadan aylar önce savcının haberi dahi olmadan, bu fezlekeler hazırlanmaya başlamıştır. Savcının yaptığı tek şey bu fezlekenin başlığını değiştirip iddianame haline getirmek olmuştur.
ÇHD’li Avukatlar İddianamesini, bir hukuki belge olarak kabul etmek ve onu hukuki bir belge olarak tarif etmek bir hukukçu açısından çok zordur. Bu belgede hukuk yoktur. Sadece polis yalanlarının ve her türlü hukuk dışılığın sistematik olarak sıralanması vardır.
İddianame Ne Diyor ?
İddianameyi hemen ilk bakışta anlıyoruz ki; bu davanın tüm temeli, can damarı “ADLİ İSTİNABE” yoluyla Hollanda ve Belçika makamlarından elde edildiği bildirilen bilgisayar kayıtlarıdır. Yine anladığımıza göre 2003 yılından beri bu belgeleri devlet elinde tutmaktadır.
Adli istinabe hem Türk hukukunda hem de uluslararası hukukta sıkı yazışma koşullarına bağlı bir işlemdir. 1959 Ceza İşlerinde Karşılıklı Adli Yardım Avrupa Sözleşmesi bunu düzenler ve Türkiye’de bu anlaşmanın imzacısı ve tarafıdır. Ceza işlerinde yabancı Mahkemelerden veya adli makamlardan istenecek tüm bilgi, belge veya kanıtların bu sözleşmedeki hükümlere uygun olarak talep edilmesi gerekir. Zaten Adalet Bakanlığının sözleşmenin uygulanması ile en son genelgesini daha yeni 16.11.2011 tarihini taşımaktadır.
İşte iddianamenin en önemli dayanağı olan ve “Adli istinabe yoluyla elde edildiği bildirilen” Belçika ve Hollanda belgeleri adı verilen “word “belgelerinin Türkiye’deki hangi mahkeme veya savcılık tarafından talep edildiği, hangi Hollanda veya Belçika adli makamı tarafından hangi tarihte hangi resmi yazışma yoluyla gönderildiği belli değildir.
İşin daha da ilginç tarafı, bu belgeye dayalı 2003’den beri Genel Başkan Selçuk Kozağaçlı’nın da dahil olduğu bir çok kişi hakkında örgüt üyeliğinden davaların açılması ve tümünün beraat etmiş olmasıdır. 10 yıldan beri bu belgeler devletin elindedir. 10 senedir bu belgelere dayalı olarak mahkûmiyet alana da rastlanmamıştır, ama “operasyon ihtiyacı” doğduğunda da beraat kararlarına asla bakılmamaktadır.
Durum aynen, Franz Kafka’nın dava romanındaki Josef K. İle ressam Titorelli arasındaki diyalogda, ressamın “Mahkemelerde bir gerçek/kesin beraat olur,birde sözde beraat olur.Gerçek beraatta dava dosyaları tamamen ortadan kaldırılır.Yalnız iddianame değil,davada hatta beraat kararı da yok edilir. Geride bir şey bırakılmaz. Sözde beraatte ise durum değişiktir.Dosya aynen işlemde kalır.Mahkeme kalemlerinde sürekli gider.Bu gelişe uygun olarak dosya Yüksek Mahkemeye de gider gelir. Dosya büyük ve küçük yaylar çizerek, büyük ve küçük duraksamalar yaparak, saatin rakkası gibi yukarı aşağı sallanır durur. Bu gidiş gelişleri kimsenin aklı ermez. İnsan dışarıdan bakınca, bazen öyle gelir ki, her şey kaybolmuş, beraat tamamlanmış. Ama işin iç yüzünü bilen buna inanmaz. Günün birinde, hiç beklenmedik zamanda, yargıcın biri dosyayı daha dikkatlice ele alır. Davanın yürürlükte olduğunu fark eder ve tutuklama kararı verir” [6]dediği gibidir.
Sadece bu değil basın açıklamaları da savcıya göre suçtur. Engin Çeber’in Cezaevinde katledilmesi ile ilgili Bakırköy adliyesinde görülen davanın duruşmaları sonrası, adliye bahçesi içerisinde cübbeli olarak yapılan basın açıklamaları örgüt faaliyeti olarak sunulmuştur.
Her şey bir tarafa, 3.Yargı paketinin kabulünden önce yapılan basın açıklamalarını 6352 sayılı yasanın getirdiği erteleme kapsamı içerisinde sokulmuştu. 4.yargı paketi ise şiddet propagandası içermeyen açıklamaları bütünüyle suç olmaktan çıkardı. İddianamenin bundan dahi haberi yoktur.
– Genel Başkan Selçuk Kozağaçlı hakkında örgüt yöneticiliğinden ceza istenmiştir. Katıldığı iddia edilen eylemler ise 6 tane basın açıklaması ve cenaze töreni ile “yoğunluklu olarak DHKC terör örgütü mensuplarının avukatlığını üstlenmesi.”dir. Bunun dışında her hangi bir suçlama söz konusu olmadığı gibi yönetici olarak kime ne talimat verdiği, kimin ondan emir aldığı ise asla açıklanmamıştır.
Genel Başkan Selçuk Kozağaçlı’nın katıldığı iddia ettiği basın açıklamalarından Temmuz 2012 öncesi döneme ait beş adet basın açıklaması hakkında 6352 sayılı kapsamı davası kapsamı içerisine sokulup dava açılmazken, sadece 16 eylül 2012 tarihinde katıldığı cenaze törenini propaganda suçu kapsamı içerisine sokmuştur. İşin ilginç tarafı ise tek bir cenaze töreni olduğu halde, Selçuk Kozağaçlı hakkında zincirleme suç hükümlerinin uygulanması talep edilmiştir. Oysa Terörle Mücadele Kanunu’na göre “terör suçları” diye tarif edilen suçlarda, her bir fiil ayrı ayrı suç teşkil edecektir.
Buradaki mantık şudur. Tek bir propaganda suçundan istenen ceza soruşturma savcısına çok hafif gelmiştir. Bunu artırabilmenin tek yolu olarak, zincirleme suç hükümlerinin uygulanmasını talep etmek dışında bir şey kalmamıştır.
Tabi burada bir gariplikte ortaya çıkmaktadır. Örgüt yöneticiliği ile suçlanan bir kişi hakkında “cenaze törenine katılmak” dışında başka bir eylem atfı yapılmamaktadır. Üstelik bu eylemin talimatını “Selçuk Kozağaçlı’nın katıldığı toplumsal eylemlerde 10.11.1997 tarihli örgütsel raporda belirtildiği üzere “toplumsal olaya katılan kişilere güven ve cesaret verme amacı” demek suretiyle tam 17 yıl önceki bir talimata dayandırılmasıdır.
Yani bir örgüt yöneticisi bu mantığa göre talimatı yerine getirmek için tam 17 yıl beklemiştir.
Bunun dışında Genel Başkan Selçuk Kozağaçlı hakkında tek suçlama “Yoğunluklu Olarak Terör Örgütü Mensuplarının Avukatlığını Üstlenmesi” iddiasıdır. Bir avukata böyle bir suçlama yöneltmenin anlamsızlığı bir tarafa, böyle bir iddiayı kanıtlamak için Genel Başkan Selçuk Kozağaçlı’nın aldığı davalar konusunda bir istatistiksel verinin sunulması soruşturma savcısından beklenir. Ancak tabiî ki böyle ayrıntılara asla gerek duyulmamıştır.
Yine İstanbul Şube başkanı Taylan Tanay hakkında örgüt yöneticiliğinden ceza istenmektedir. Onunda diğerleri gibi suçu ”Yoğunluklu olarak örgüt mensuplarının avukatlığını üstlenmesi.” “terör örgütü üyelerinin rızası olmadan özel avukatı olduğunu iddia etmesidir. Diğer yandan 18 adet basın açıklaması ve katıldığı cenaze törenleri de örgütsel eylem olarak sunulmuştur.
Diğer tutuklu arkadaşlarımızla ilgili olarak aynı şekilde “yoğunluklu olarak DHKC terör örgütü mensuplarının avukatlığını üstlenmesi.” suçlaması ve basın açıklaması/ cenaze törenleri dışında her hangi bir suçlama yoktur.
İddianamedeki Diğer Suçlamalar;
1-HEY Tekstil, ROTEKS Tekstil işçilerine yönelik desteğin iddianameye yansıtılış biçimi oldukça ibret vericidir. Halkın Hukuk Bürosu’ndaki bilgisayarda bulunan WORD belgesinde tekstil işçilerine destek amacıyla hazırlanacak bir pankartla ilgili ibare iddianameye aynen şöyle yansımaktadır.
“İlk üç satır birlikte, diğer satır imza olduğu için biraz ayrı duracak. İlk üç satır sola yaslanacak, dördüncü imza satırı sağa yaslanacak, pankartın eni, 1,5 m boyu ise 5 metre olacak. Üst tarafında ip bağlanacak yer yapılması gerek” şeklinde ibarelerin yer aldığı, Belge, özellikleri incelendiğinde belge yazarının “avukat” olduğu, son kaydetme tarihinin ise 08.12.2012 olduğu, Hey Tekstil, Roseteks Tekstil, Akçay Tekstil işçileri eylemleri için hazırlanan pankartların düzenlemesinin HHB avukatları tarafından yapıldığı…
Tekstil işçilerine destek amacıyla pankart hazırlamak iddianameye göre bir örgütsel faaliyettir. Daha da ilginci savcının yukarıdaki ibareye bakıp bu yazının ancak bir avukatın elinden çıkabileceği kanaatine ulaşmasıdır. Yani savcı demektir ki; pankart ölçü işlerinden anlamak için hukuk eğitimi almak şarttır.
2- Diğer bir suçlama ” yoğunluklu olarak örgüt davalarını alma “iddiasıdır.
Buradaki ifade aynen şöyle geçmektedir.
“Gözaltına alınan 470 şüphelinin 288‟ine Halkın Hukuk Bürosu Avukatları, 182‟sine ise İstanbul Barosu’na bağlı farklı avukatların müdafilik yaptıkları, oransal olarak gözaltına alınan 470 Şüphelinin %61 „ine Halkın Hukuk Bürosu Avukatları, %39‟ una ise İstanbul Barosu’na bağlı diğer avukatların müdafilik yaptıkları “
Böyle bir istatiksel çalışma cinayet masası yâda uyuşturucu suçları büro amirliğinde yapılsa nasıl bir sonuç çıkar ayrı tartışma konusudur. Ancak bir avukatın müvekkili ile özleştirilmesinin istatistiksel verilerle sunulmasının ikinci bir örneğine rastlamak herhalde mümkün değildir. Avukatlık mesleği kriminolojinin ilgi alanına nasıl sokulur? sorusunun cevabı yukarıdaki cümlede saklıdır.
Avukatı kriminolojik bir vaka haline getirirken; tabiî ki söylenecek sözde asla bir sınır yoktur.
Aşağıdaki ifadeler iddianameden alınmıştır.
“Şüpheliler Naciye Demir, Gülvin Aydın, Efkan Bolaç, Taylan Tanay, Ebru Timtik,
Barkın Timtik, Avni Güçlü Sevimli, Günay Dağ, Güray Dağ, Şükriye Erden ve Nazan Betül Vangölü Kozağaçlı’nın gözaltı işlemlerinin bitmesini müteakip adliyemizde 20.01.2013 günü saat 11:00′de hazır edilmiş, Şüphelilerin savunmaları alınması için de her bir şüpheli için TMK 10. Madde ile Görevli Cumhuriyet Savcıları görevlendirilerek saat 10:30 itibariyle adliyemize gelmişlerdir. Şüphelilerin soruşturma dosyaları incelenip, baro başkanları ve avukatları temsil eden avukatlar ile hangi avukatın hangi Şüpheli için ifadeye katılacağı konusunda görüşme yapılmış, görüşme sonrasında avukatlar tarafından şüphelilerden her birisi için görevlendirilen üç avukatın ismi tarafımıza bildirilmiştir. İfade için avukatlar davet edildiğinde bu kez de aynı gün itibariyle saat 12.00′de Atatürk havaalanında yakalanıp, gözaltına alınan ve hakkında işlemlerinin tamamlanamaması nedeniyle gözaltı kararı verilen şüpheli Selçuk Kozağaçlı adliyeye getirilmediği takdirde ifadelere katılmayacaklarını ve kimlik bildiriminde bulunmayacaklarını belirtmişlerdir.
Aynı gün saat:17.30‟a kadar şüphelilere ifadelerinin alınacağı bildirilmesine rağmen ifade alma işlemi gerçekleştirilememiştir. Şüpheliler çeşitli nedenler ileri sürerek ifade vermemeye ve C.Başsavcılığımızın görevini yerine getirememesi için yoğun çaba göstermişlerdir. İfadelerine ancak saat:18.00 sıralarında başlanabilmiştir.”
Sanki şüphelinin savcıya ifade vermek gibi bir yasal sorumluluğu varmış gibi “şüphelilerin çeşitli nedenler ileri sürerek savcıya ifade vermemeleri” “cumhuriyet savcısının görevini yerine getirmemesi için yoğun çaba göstermek” artık terör örgütü faaliyeti sayılmaktadır.
4- Yine iddianamede Genel Başkan Selçuk Kozağaçlı’nın işlediği suçlardan biri, “Yaralı bir insana işkence yapılması, neyle suçlanırsa suçlansın kabul edilemez. Bunları titizlikle takip ediyoruz” şeklinde açıklamada bulunarak ve işkenceyi ima ederek Terör Örgütü amaç ve stratejisi doğrultusunda hareket etmek” olarak tarif edilmektedir.
İddianameye göre “işkence suçtur” demek bir terör örgütü faaliyetidir.
5- Yine bir istatiksel çalışma “Susma hakkı” konusundadır.
“2011 – 2012 yıllarında toplamda gözaltına alınan 232 şüphelinin ifade tutanakları incelendiğinde; 176 şahsın susma hakkını kullandığı, 56 şahsın ifade verdiği anlaşılmıştır. Emniyette susma hakkını kullanan şüphelilerin avukatlarının tamamının Halkın Hukuk Bürosu avukatları olduğu, emniyette ifade veren 53 şüphelinin avukatının kendi özel avukatı veya baro tarafından görevlendirilen avukatlar olduğu, ifade veren 3 şüphelinin avukatlarının ise Şüpheliler Ebru Timtik, Barkın Timtik ve Şükriye Erden olduğu tesbit edilmiştir.” Denmektedir. Kanunun verdiği bir hakkı kullanmak, örgütsel faaliyet olmaktadır.Oysa şüphelilerin hepsinin savcı önünce savunmalarını yapmış olmalarından ise hiç bahsedilmemektedir. Bu kişilerin” örgütsel tavrı” neden savcı önünden devam ettirmediğinin cevabı tabiî ki yoktur.
6- İddianamede sadece suçlama değil, sözde gizli tanık beyanları üzerinden ÇHD’lilerin özel yaşamları didik didik edilerek ve dedikodular üretilmek suretiyle onları itibarsızlaştırmak için her türlü aracın kullanıldığı da görmekteyiz.
Sonuç olarak; ÇHD 1974’den beri sürdürdüğü mücadele geleneğinde, siyasal iktidar ve devletten yönelen şiddetin yabancısı değildir. Bu siyasal iktidardan ve özel yetkili Mahkemelerinden adalet beklentisi içerisinde olmadığımız gibi bu türden davalarla, tutuklamalarla bu gelenekten vazgeçecek değiliz.
Amerikalı sosyolog R.Quinney “ Kriminoloji (suç bilimi) tek bir amaca hizmet eder; o da mevcut sosyal düzeni meşrulaştırmaktır ”der. [7] Siyasal yargılamalarda bunu daha fazla hissederiz. Bu yargılamalar iktidarın gücünü pekiştirme aracıdır. Devrimci siyasal muhalefetin bu yargılamalarda ki tutumu da buna göre şekillenmeli, yargılamayı meşru kılacak her türlü tutumdan uzak durulmalıdır. Her siyasal davanın bir hesaplaşmayı da beraberinde getireceğini bilmek gerekir. Yargılamayı meşrulaştırmak, iktidarın baskısını ve zorbalığını da meşrulaştırma anlamına gelecektir. Bu nedenle 24 Aralık’ta başlayacak yargılamada, roller değişecektir. ÇHD’li avukatları yargılamaya çalışanlar kendilerini sanık sandalyesinde bulacaktır.
DİPNOTLAR
[1] Mark Cowling, Marksizm ve Kriminoloji Teorisi: Kavramsal Araçlar ve Eleştirel Bir Değerlendirme, Nota Bene Yayınları, Ankara, 2012.
[2] Heinrich Hannover, Egemenlerin Adaletine Savunmanın İsyanı, Ütopya, Ankara, 2013.
[3] http://www.takvim.com.tr/Siyaset/2011/09/19/ocalan-avukati-araciligiyla-talimat-veriyor
[4] http://t24.com.tr/haber/basbakan-avukatlar-terore-yardim-ediyorlarsa-bal-gibi-de-mudahale-ederiz/222663 (Başbakan Tayyir Erdoğan’ın 29 ocakta Mecliste yaptığı grup konuşması)
[5] http://t24.com.tr/haber/basbakan-avukatlar-terore-yardim-ediyorlarsa-bal-gibi-de-mudahale-ederiz/222663
[6] Dava romanında Josef K., hakimlerin resimlerini yapan ressam Tirotelli’den davası için yardım talep eder.
[7] Mark Cowling, Marksizm ve Kriminoloji Teorisi: Kavramsal Araçlar ve Eleştirel Bir Değerlendirme, Nota Bene Yayınları, Ankara, 2012.