Dinçer Demirkent: 1970’lerin başında açılan davalar Türkiye Solu açısından yeni bir savunma stratejisinin de ortaya çıkmasını sağladı. O güne kadar yapılan yargılamalarda kişisel olarak en az zarar görecek biçimde yargılamadan kurtulmaya yönelik savunma anlayışı yerine, örgütlü mücadelenin haklılığını ve kaçınılmazlığını ispatlamaya dönük ortak siyasi tavra dayanan bir savunma stratejisi gelişti. Bu farklılaşmayı ortaya çıkaran sebepler neydi?
Akın Dirik: ‘Tarih boyunca görülen davalarda savunma ile ilgili iki yöntem kullanılagelmiştir. Birincisi var olan sistem ve adalet mekanizmasını kabul eden; bu çerçevede yapılan savunmalar “uyum” savunmaları (Fransa’da Dreyfus Davası gibi); ikincisi, yeni bir gerçekliği gözler önüne sermeyi hedefleyen “kopuş” savunmaları’ (Sokrates, Dimitrov Savunmaları gibi). Birinci tür savunmalarda savunucuların kellelerini kurtardıkları; ikincilerin ise “dava”larını kazandıkları ifade edilir.
Genel olarak ülkemizde, Ağır Ceza Mahkemelerinde, Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde, Devlet Güvenlik Mahkemelerinde, olağanüstü hal (OHAL) uygulamalarında, Özel Yetkili Mahkemelerdeki politik davalarda yargılanan kişilerin, yaptıkları savunmaları ikinci grupta mütalaa edebilir ve kısaca “siyasi savunma” olarak adlandırabiliriz.
Siyasi savunmaların içeriği elbette değişik durumlara göre değişiklikler gösterebilir. Eylemlere sahip çıkılır ya da çıkılmaz; ancak temel olan ve değişmeyen, örgütlülüğe ve bu örgütlülüğün savunduğu politik çizgiye, teoriye sahip çıkılmasıdır.
Açılan politik davaların genel ve ortak özelliği, egemen olan politik tarafın yargılamaya başlayarak, politik karşı taraf hakkında peşinen zaten hükmünü vermiş olması; yargılama sürecinin ise bu politik hükmün göstermelik şeklî ifadesi olmasıdır.
Bu durumda siyasal kutuplar (özellikle yargılanan taraf) ceza hukuku vasıtasıyla politika yapmayı sürdürürler. Mahkeme salonları bir tarafta iddia makamı diğer yanda savunmanın yer aldığı politik bir arenaya dönüşür. Dava, sadece bu salonlarda kalmaz; mahkeme salonunun dışına da taşar. Başta medya olmak üzere çeşitli araçlarla günlük hayatta politik bir süreç olarak işlemeye devam eder. Bu açıdan bakıldığında, 1970’lerde açılan politik davalarda mahkeme sürecinin, yargılanan siyasi grupların düşünce ve eylemlerini, mücadelelerinin haklılığını ve kaçınılmazlığını açıklayabilecekleri, bir kürsü olarak kullanılması eşyanın tabiatı gereğidir.
1970’ler dünyada ve ülkemizde önemli gelişme ve değişmelerin yaşandığı, toplumun hızla politikleştiği; sol muhalefet akımlarının güçlendiği ve bağımsızlıkçı – antiemperyalist doğrultuda geliştiği yıllar oldu. Bu toplumsal dinamizm ve uyanış, egemen sınıflar için daha başında, ezilip yok edilmesi gereken bir şey olarak görüldü. 12 Mart’ın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç bu gereksinmeyi “Toplumsal uyanış, ekonomik gelişmeyi aştı.” söylemiyle veciz bir şekilde ifade etmişti.
Başlatılan 12 Mart dönemi ile sosyalist – devrimci muhalefet akımları, devrimci örgütlenmeler dağıtıldı; muhalif unsurlar mahkemelere verildi, önderleri tutuklandı, birçoğu vurularak ya da asılarak öldürüldü.
Böyle bir süreçte politik tutuklulara da “örgütlü mücadelenin haklılığını, kaçınılmazlığını anlatmak, politik gerçekleri kamuoyuna aktarmak, örgütlerinin eylemlerini ve politik çizgilerini açıklamak, savunmak için duruşma salonları kalmış oluyordu. İşte bu nedenlerle, 12 Mart’ın hemen öncesinde ismini açıklayarak eylemlerine başlayan THKO, asıl 12 Mart sonrası sıkıyönetim ilanının ertesinde sansasyonel bir eylemle adını duyuran THKP-C ve diğer örgütler, mahkeme süreçlerini, yaptıkları ortak siyasi savunmalarla örgütlerinin ve teorik-politik çizgilerinin tanıtımı için kullandılar.
Mutlu Arslan: Özellikle THKP-C davaları sırasında yargılananların aldıkları farklı tavırlar; siyasi savunmalarında ve Türkiye Solu’nun 70’li yıllardaki saflaşmasında nasıl bir rol oynadı?
Akın Dirik: THKP-C yargılamaları öncesinde ve sonrasında yargılananların aldıkları farklı tavırların, gerek savunmalarında gerekse o yıllarda yaşanan sol içindeki ayrılık ve saflaşmalarda; dolayısıyla 70’li yılların ikinci yarısında ülkemizde yaşanan olayların ve mücadelenin şekillenmesinde olumlu ve olumsuz yönleriyle rolü büyüktür.
Birinci THKP-C Davası savunması, yeni kurulan örgütün isminin duyurulması, propagandasının yapılması, politik çizgisinin izahı, haklılığı ve savunulması şeklinde yapılmıştı. Böylece THKP-C ismi ilk kez en geniş biçimiyle duyurulmuş oluyordu. Ancak 2. THKP-C davasında bu şekilde bir örgüt savunması, siyasi savunma yapılamadı. Çünkü ortada bu tür bir siyasi savunma yapacak ne merkezi bir yapı, örgüt; ne de siyasi çizgiyi savunacak kişiler kalmıştı.
12 Mart sonrası ülke çapında süren operasyonlarda ve Kızıldere’de önderlerinin çoğunluğu öldürülmüştü. Örgütün merkezi düzeyinde, önceden başlayan görüş ayrılıkları, giderek keskinleşmiş; mahkeme sürecinde politik çizgiye olan inancın da yitirilmesiyle kesin bir bölünme ve dağılmayı beraberinde getirmişti. İkinci THKP-C Davasında, hayatta kalan eski örgüt yöneticilerinin çoğu mahkemede örgütün görüş ve politik çizgisine artık inanmadıklarını, terk ettiklerini; yaptıklarının tümüyle yanlış ve sol sapma ya da maceracılık olduğunu anlatmaya çalışıyorlardı. Bu görüşlerini, partinin politik çizginin “halka ve vatana ihanet” çizgisi olduğu iddiasına kadar vardıranlar da görülüyordu
THKO ve 1. THKP-C davalarında tipik bir siyasi savunma (örgüt propagandası, politik-teorik çizgi savunmaları) görülürken 2. THKP-C Davasında siyasi ayrılıkların, farklılıkların nerelere varabileceğinin en uç örnekleri yaşandı. Ve bu süreç 60’lı yıllarda gelişen Türkiye Sol hareketinin yükselen bir döneminin de sonu oldu. Ve bu tarihten sonra artık hiçbir şey de eskisi gibi olmadı; etkilerinin yıllarca sürdüğü görüldü.
Kuşkusuz bu ayrılık ve farklı tavır alışların Türkiye Solu’nun 70’li yıllardaki saflaşmasında da önemli etkileri oldu. 1970’li yıllarda dünya sol hareketinde Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin başını çektiği ÇKP – SBKP ayrılığı tüm şiddetiyle yaşanıyordu. Özellikle THKP-C hareketinden kalan ve partinin politik çizgisinin yanlış olduğunu ileri sürenlerin büyük çoğunluğu bu bölünmüşlüğe paralel olarak, kolayca birbirine tamamen zıt bu kutuplardan birisinin çekim alanına girerek savruldular.
“Geçmiş çizgimiz yanlıştı; sol sapmaydı, işçi sınıfı ihmal edildi” diyenler SBKP tezlerinin Türkiye’deki yansımaları olan TKP vb. siyasî oluşumlara; “Yaptığımız her şey yanlıştı, sosyal emperyalizme hizmet ettik.” vb. diyenler ÇKP yanlılarının oluşturduğu Aydınlık vb. gruplarının çekim alanına girdiler.
70’li yıllar boyunca, bu iki çekim alanının birbirleriyle dalaşmaları; “sosyal faşist”, “sosyal emperyalist”, “Maocu bozkurt” gibi ifrata varan suçlamaları; bunların dışında kalan ve zamanla büyüyen siyasi akımlarda THKP-C görüşleri ve çizgisinin red veya terk edildiği edilmediği çıkışlı atışmaları; bu konuları da içeren (belki de gereğinden uzun) bitmeyen ideolojik-teorik tartışmaları ve kaçınılmaz olarak gündelik hayata da yansıyan karşılıkları bu yıllardaki solun enerjisinin, potansiyelinin önemli bir bölümünün harcanmasına neden olduğunu söyleyebiliriz.
Yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen THKP-C geleneğinden gelen ve bu tür kopuş ve savrulmaların dışında kalanlar da elbette vardı. Ve bunlar, Türkiye’de ve dünyadaki gelişmeleri dikkate alan; geçmişi reddetmeyen ve ondan dersler çıkartarak eleştirel bir yaklaşımla değerlendiren; yaşanılan yeni dönemin özelliklerine ve günün koşullarına uyan, bir mücadele anlayışıyla bağımsız, devrimci bir politik çizgide Türkiye’ye özgü bir devrimci yol arayışını, geliştirme ve yaygınlaştırma uğraşını sürdürdüler.
Mutlu Arslan: Devrimci Yol Savunmasının en öne çıkan ve kimilerince en fazla eleştirilen yanlarından birisi, savunma boyunca Devimci Yol görüşleri etrafında birleşerek Türkiye’de faşizme karşı mücadele eden bir devrimci hareket olgusu sahiplenilirken, iddianamede yer aldığı şekliyle kendine ait hiyerarşisi ve ilişkiler ağı olan, silahlı birimleri ve eylemleri olan örgütlü yapıdan hiç bahsedilmez. Bu tercihin siyasal ve hukuki gerekçeleri nelerdir?
Akın Dirik: Devrimci Yol davasında benim de içinde olduğum önemli bir kısmı Mamak Askeri Cezaevinin A Blok’undaki tecrit hücrelerinde kalıyorduk. Birbirlerimizle konuşma ve görüşme imkanımız yoktu. Bu olumsuzluklar içinde nasıl bir savunma yapacağımız konusunda ortak bir görüş oluşturmaya çalıştık.
Devrimci Yol’un kendi gerçekliğine ters düşmeyen ve davayı bütünlüklü bir şekilde sürdürebileceğimiz bir savunma çizgisi belirlemeye çalıştık. Arkadaşlarımızın ortak kararıyla, Devrimci Yol’un siyasi görüşlerinin savunulmasını ve Türkiye’nin siyasi gerçeklerinin her yönüyle açıklanmasını öne alan bir savunma çizgisini benimsedik. 1970’lerden gelen alışılmış örgüt merkezli bir savunma yerine, hareketimizin, Marksist Leninist bir örgüt kurmayı hedef alan ancak partileşme sürecini tamamlayamamış olması gerçeğine dayanan bir çizgiyi tercih ettik.
Bu tercihte, Devrimci Yol örgütlülüğünün merkezi düzeydeki sorumlularının tamamının 12 Eylül’ün hemen sonrasında yakalanmış olmalarının, dışarıda örgütsel bütünlüğü sürdürebilecek nitelik ve yeteneklilikteki bir yapının, kadronun bırakılmamış olması gibi hayati önemdeki hatamızın sonucu ortaya çıkan reel durumun da etkisi vardı.
Devrimci Yol Davasının 12 Eylül’ün getirdiği olumsuz koşullar altında siyaseten bölünüp parçalanmadan bitirilmesi arzusunun; (özellikle benim gibi, 1970’lerdeki THKP-C ayrılıklarını yaşayıp görmüş arkadaşlarımızda farklı ağırlıklarda da olsa hissedilen) bu süreçte hareketin sürekliliğinin ve bütünlüğünün korunması kaygısının, izlenen savunma çizgisinin tercihinde, rolü olduğunu da eklemek gerekiyor.
Dinçer Demirkent: Türkiye’nin yakın tarihine ilişkin en kapsamlı çalışmalardan birisi olarak okunabilecek Devrimci Yol savunmasının özellikle örgütsel değerlendirmeye ilişkin son bölümleri, Devrimci Yolcuların yaptıklarının değil ama yapamadıklarının (partileşememe, örgütlenememe, önderlik sorunları vb) özeleştirisi biçiminde de okunabilir. Örneğine başka hiçbir örgüt savunmasında rastlayamadığımız bu özeleştirel tavır, dava sonrasındaki siyasal ilişkilerin bütünlüğünün sürdürülmesinde olumsuzluklara yol açmadı mı?
Akın Dirik: Evet, Devrimci Yol Savunmasının özellikle örgütlenme sorunu ile ilgili son bölümleri, Devrimci Yolun, örgütlenme, önderlik, siyasi yetkinlik bakımından taşıdığı eksiklikler ve olumsuzlukları aşamayarak, yapamadıklarının ifadesi biçiminde de okunabilir. Örneğine pek rastlanamayan bu farklı tavır kuşkusuz olumlu bir tutumdur. Bu, aynı zamanda o yıllarda içinde bulunulan, yaşanılan gerçekliğin de bir ifadesidir. Devrimci Yol Davasında izlenen savunma çizgisinin tercihindeki belirleyici nedenlerden birisidir.
Bu tutumumuzun dava sonrasındaki siyasal ilişkilerin bütünlüğünün sürdürülmesinde olumsuzluklara yol açtığı kanısında değilim. Tersine geçmişin doğru değerlendirilmesine, eksikliklerinin, hatalarının, iyice kavranarak gelecekte bu tür hatalara düşülmemesine, ileriye yönelik olumlu dersler çıkartılmasına yardımcı olacak önemli bir olanak sunduğuna inanıyorum.
12 Eylül dönemi sonrasındaki siyasal ilişkilerin sürdürülmesinde yaşanan olumsuzlukların kaynağının ya da nedenlerinden en önemlisinin DY savunmasında izlenen genel politik çizginin kendisinin; katı bir örgüt savunması yapılmamasının ya da örgütlülüğün yapamadıklarının özeleştirisinin yer almasının olduğunu düşünmüyorum. Öyle olsaydı örneğin 12 Martta, siyasi savunma tarihine örnek olacak nitelikte, ilk örgüt savunmasını yapan THKO’nun 12 Mart dönemi sonrasındaki yıllarda da örgütün adı politik çizgisi ve eylemleri ile güçlü bir siyasi hareket olarak sürmesi gerekirdi.
Dinçer Demirkent: Türkiye’de son dönemde görülen Ergenekon, Balyoz, 28 Şubat, Devrimci Karargah, KCK vb. gibi davalar pek çok açıdan 12 Eylül dönemi yargılamalarına benzetiliyor. Sizce o dönemdeki yargılamalarla şimdiki davalar arasında ne gibi benzerlikler ve ayrılıklar var?
Akın Dirik: 1970-80’lerde görülen davalar ile günümüzde süren davalardaki yargılama serüvenleri, politik davaların ortak ve genel özellikleriyle, birbirlerine çok benzemektedir.
12 Mart – 12 Eylül yargılamaları bir bütün olarak ele alındığında kanuni yargı ilkelerine aykırı, bağımsız ve tarafsızlıktan uzak, adil olmayan bir yargılama görümünü sergilediği herkes tarafından kabul edilir. 1980’lerde Ankara Ana Devrimci Yol Davasında ortak savunmamıza şu tespitleri ifade ederek başlamıştık:
“Bu dava 12 Eylül döneminin bir ürünüdür. 12 Eylül sonrasında yürütülen politikalar doğrultusunda ve bu politikaların bir ürünü olarak açılmıştır… Soruşturmaların temelini işkencenin oluşturması, işkencelerde ve sonucunda yüzlerce kişinin ölmesi, mahkemelerin kuruluşunun tabii hakim ilkesine aykırı olması, yargıçların bağımsızlığının bulunmaması, yargılamalara dönemin siyasal eğilimlerinin ve baskılarının bütün ağırlığıyla yansımış olması, tutukluların yıllarca tecrit hücrelerinde tutulmuş bulunması, mahkemelerdeki açıklamaların nedeniyle cezaevi yönetimlerince dövülerek, eziyet edilerek disiplin cezaları verilmesi, duruşma salonlarının cezaevi yöneticileri tarafından denetlenmeye çalışılması gibi koşullar altında oluşturulan yargı kararlarının tarafsız, adil bir yargı kararı niteliğinde olamayacağı herkesçe bilinmekte ve kabul edilmektedir.”
Aradan 40 yıl geçmiş; bu süre içinde dünyada ve ülkemizde yaşanan onca değişiklikten sonra, günümüzde süren politik yargılamalara baktığımızda 40 yıl önce yaptığımız bu değerlendirmenin bugün de halen geçerli olduğunu; kanuni yargı ilkelerine aykırı, bağımsız ve tarafsızlıktan uzak, adil olmayan bir yargılama görünümünün sürdüğünü, ne yazık ki ifade etmek zorunda kalıyoruz.
Bu durumla ilgili somut, karşılaştırmalı birkaç örnek vermek istersek bunları şöyle sıralayabiliriz:
Yargıçların bağımsızlığı, tarafsızlığı, doğal hakim ilkesinin çiğnenmesi her iki dönemde de sürmüştür: 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinde yargılamalar tarafsız ve bağımsız olmayan Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde yapılırken, süreç içerisinde isimleri değişse de bu özellikleri; “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”, Olağanüstü Hal (OHAL) uygulamaları, “Özel Yetkili Savcılar, Özel Yetkili Mahkemeler” şeklinde günümüze kadar süregelmiştir. Yakın geçmişte “Özel Yetkili Mahkemeler” kaldırılırken bile bakmakta oldukları davaları görmeye devam edebilmişlerdir. Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde (adları bile bağımsızlığı konusunda fikir vermeye yeter: “4. Kolordu Komutanlığı Nezdinde Kurulu Sıkıyönetim 1 Numaralı Askeri Mahkemesi” gibi) mahkeme başkanları hukukçu olmayan rütbeli askerlerden, heyetler de askerî yargıçlardan oluşurken; günümüzdeki şekli değişiklik askerlerin yerini artık sivil hakim ve savcıların alması olmuştur.
Bir tedbir olan “tutukluluk” halini bir peşin cezaya dönüştüren ve günümüzde 4-5 yıla ulaştığı görülen uzun tutukluluk süreleri her iki döneme de damgasını vuran hukuksuz bir uygulama olarak devam etmektedir. 12 Eylül yargılamalarında Ankara Ana Dev Yol Davasında pek çok arkadaşımda olduğu gibi tutukluluk süremiz 8-9 yılı bulmuştur.
Uzun tutukluluk süreleri ve adil yargılanmama konusu, benim de içinde bulunduğum Dev Yol tutukluları tarafından AİHM’e götürülmüş şikayetimiz haklı bulunmuş İnsan Hakları Sözleşmesinin bu maddelerinin ihlali nedeniyle devlet hakkında mahkumiyet kararı verilmiştir. Ne yazık ki, aradan geçen 40 yıla rağmen günümüzde de devlete aynı konuda, aynı mahkemeden, aynı cezaların gelebildiği görülüyor.
Savunma hakkının kısıtlanması her iki dönem için de şikayet konusu. Kutsal kabul edilen “savunma hakkı” 1970’lerden günümüze tüm politik yargılamalarda bir biçimde ve devamlı olarak kısıtlanmaya, sınırlandırılmaya çalışılıyor. 12 Mart 1971, sonrası Sıkıyönetim Askerî Mahkemelerinde sanık sayılarının çokluğu bahanesiyle 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kanununun 160. maddesindeki “Savaş halinde sözlü savunma veya yazılı savunmanın okunması süre bakımından mahkemece kısıtlanabilir.” hükmü uygulanarak savunmalarımızın 10 dakika ile sınırlandırılması kararları verilebilmişti. (1971 sonrası açılan TDGF (Dev-Genç) Davası) Benim de yargılandığım bu davada birçok arkadaşımla birlikte kararı protesto etmiş; hem kendimiz hem de avukatlarımız savunma yapmaksızın dava sonuçlanmıştı. Günümüzde artık “savaş hali” gerekçesi görülmese de bu süreçte, değişik biçimde ve çeşitli uygulamalarla savunma hakkının ihlal edildiği gerek yargılananlar ve gerekse müdafilerce çok sık ifade edilmekte.
Yargılama yapılan mahaller, duruşma salonları ve koşulları 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde eleştirilmiş; günümüzde de eleştiri konusu olmaya devam ediyor. Örneğin 12 Mart sonrası açılan TDGF (Dev – Genç) davası gerekçeli kararı; aynen “21 Şubat 1972 pazartesi günü saat 09.00’da 28 inci Tümen Topçu Kışlasının duruşma salonu durumuna getirilmiş bir barakasında duruşmalar başladığı zaman sanık sayısı 223 idi…” diye başlar. Ankara’da 12 Eylül sonrasında yargılandığımız davalar Mamak Askeri Cezaevinin de içinde bulunduğu askeri arazideki spor salonundan bozma salonda sürer. Günümüzde ise Askerî araziler yerine (Silivri’de olduğu gibi) sivil cezaevlerinin arazisi içinde ya da yakınında düzenlenen dikenli telle çevrili, jandarmanın etten duvarla çevirdiği duruşma salonlarında sürmekte.
12 Eylül yargılamalarında yasaların, insanların siyasi düşüncelerine göre farklı uygulanması biçiminde ortaya çıkan “çifte standart”ı günümüz yargılamalarında da hem de çeşitlenmiş olarak görüyoruz. 12 Eylül döneminde sağ ve sol görüşlü sanıklar için benzer nitelikteki eylemler nedeniyle farklı hukuki “ölçütler” uygulanmış; MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davalarında sağ görüşlüler “Devlete karşı olmadıkları”, “Türkiye’yi Komünistlerden temizlemek ve ülkenin komünist olmasını önlemek amacıyla hareket ettikleri kabul edilerek eylemlerini adi suçlar olarak değerlendirilmiş; sol görüşlü sanıkların davalarının tümü devlete karşı işlenen cürümler olarak ele alınıp 146/1 den idam cezaları dağıtılmıştı.
Günümüzde artık bu gerekçelerle olmasa da; sanıkların siyasi düşüncelerine göre; dil, inanç ve cinsiyet farklılıklarına göre; bu kez de siyasal iktidara olan yakınlık ve uzaklıklarına göre ya da coğrafi bölge farklılıklarına (İstanbul – Diyarbakır gibi) göre yasaların farklı uygulanmasını ya da uygulanmamaya çalışıldığını görmekteyiz. Deniz Feneri Davasındaki gibi… Tutuklu CHP, MHP, BDP milletvekillerinin tutukluluklarının kaldırılması ile ilgili İstanbul ve Diyarbakır mahkemelerinin farklı kararları gibi, ya da son büyük yolsuzluk soruşturmalarında olduğu gibi…
Hazırlık soruşturmaları, delillerin elde edilmesi, toplanması, irdelenmesi hususu bütün dönem yargılamalarında şiddetle eleştiri konusu oluyor. Günümüzde de aynı yoğunlukta sürdüğü görülüyor: 12 Mart – 12 Eylül dönemlerinde açılan davaların hazırlık soruşturmaları emniyet müdürlüklerinde, askeri garnizonlarda 90 günlük işkenceli sorgularla yürütülmüş; işkence bu dönemlere damgasını vurmuştu. Askeri savcılık soruşturmaları da genellikle işkence ifadelerinin doğrulatılması çabası ve zorlamalarından ibaret olmuştu. Sonuçta MHP’li taraflı polislerce hazırlanan işkence ifadeleri iddianame haline getirilmiş ve tüm yargılama sürecinde de belirleyici bir rol oynamıştı. Peki, günümüzde durum nedir? Sonuçta değişen pek bir şey yok…
Günümüzde işkence yerini “fiziki ve teknik takibe” , yasadışı dinlemelere, yaratılan dijital delillere, tahrif edilmiş belgelere, telefonlara “sehven” eklenen kayıtlara, bir içişleri bakanının ifadesiyle “tapelere yapılan eklemelere” bırakmıştır. Yaratılan CD’ler, videolar, kasetler, bantlar, dijital deliller sayesinde(!) bir insanlık suçu sayılan ve ülkemiz itibarını yıllarca ayaklar altına alan, tüm dünyanın tepkisini çeken yaygın işkence uygulamaları konusu önemli ölçüde gündemden çıkabilmiştir.
Böylece yargılama süreçlerinde belirleyici bir rol oynayan “işkence”nin yerini işkencesiz (!) oluşturulan dijital delillere(!); 12 Eylül’ün taraflı işkenceci MHP’li polislerinin ise yerlerini dijital teknoloji konusunda maharetli hizmet erbabına, Başbakan’ın değişiyle paralel devlet elemanlarına, emniyet ve yargıda yuvalanmış çete mensuplarına vb… bıraktığı görülmekte; ve bu durum, hem yargılananlar hem de son zamanlarda görüldüğü üzere iktidarca eleştiri konusu olmaya devam etmekte…
Günümüz uygulamalarında gözle görülebilir olumlu değişikliği gözaltı sürelerinde görebiliyoruz. 12 Eylül yargılamalarında gözaltılar 90 gün, 45 gün gibi inanılmaz süreler de yapılırken (12 Eylül de hakkımızda açılan dava dosyasında benim gözaltı sürem tam 5 ay 20 gün olarak kayıtlıdır.) günümüzde ise 1-2 günle ifade edilen makul bir süreye geriliyor.
Toparlayacak olursak: Yaşanılan son on yılda, bir yandan, önce bakanlıklardaki Teftiş Kurulları etkisiz hale getirildi. Müfettişlerin yaptıkları soruşturmaların savcılığa bildirilmesiyle başlayan soruşturmalar dönemi kapandı. Sonunda Sayıştay raporları bile TBMM’den gizlenir oldu… Bir diğer yandan da; bu dönemde açılan büyük soruşturmalarda birbirini takip eden dalgalar genişledikçe, sürecin, muhalif çevreleri susturmaya, bu kesimlerin toplum üzerindeki etkilerini kesmeye, itibarsızlaştırmaya yöneldiği görüldü. Yeni dalgalar geldikçe soruşturmalarda hukuk ihlalleri giderek arttı. Soruşturmalar başka hesaplaşmaları da içine alarak tüm muhalif kesimleri hedef alır hale geldi. Sonuçta davaların inandırıcılığı kalmadı; ülkemizde zaten sağlıklı olmayan adalet anlayışı da ölümcül yaralar aldı. En nihayetinde yürütmenin hukuka, yargıya, yürütülen soruşturmalara ve yargılama süreçlerine ciddi ve vahim müdahaleleri artık sokaktaki insanın bile kabul edemeyeceği boyutlara ulaştı.
İşte, 40 yılda ulaştığımız günümüz “ileri demokrasi”sinin; hak, hukuk ve adaletin geldiği nokta bu…
Söyleşi: Dinçer DEMİRKENT & Mutlu ARSLAN